8 Ekim 2017 Pazar

Derdimiz/Dersimiz Yardımcı Kaynak

2017-2018 öğretim yılı üç haftasını geride bıraktı, bizim kitap arayışımız bitmedi hâlâ. Kitap derken ders kitabından bahsetmiyorum. Ders öğretmeninin istediği yardımcı kitabı bulamadım bir türlü. Çocuk bir taraftan ben bir taraftan ara ki bulabilesin. Hangisine gitsen kalmadı cevabı alıyorsun. Bizim ayaklarımıza kara sular inedursun, hocamız keyiften dört köşe olmalı.

Niçin sevinmesin ki? Kim satabilir bu kadar soru bankasını? Daha okulun başındayken hocamız köşeyi döndü. Çünkü kendi hazırladığı kitabı bastırıp yayınevi vasıtasıyla öğrencilerine aldırıyor. Pardon hizmet ediyor. Bu olaya siz nasıl bakarsınız bilmem. Belki de size çok makul geliyordur. Nedense benim kıskançlığım tuttu. Bir insan kitap yazıp bastırabilir, emek sarf ettiği kitaptan para da kazanabilir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun kişinin kendi yazdığı kitabı öğrencilerine pazarlamasıdır. Hangi bir öğrenci almaz bu yardımcı kaynağı? Canı isterse almasın. İlerleyen vakitlerde dersi kendi kitabından işleyecek veya oradan ödev verecek. Öğrenci bu kitabı alacak ki kendisine yol, su, çeşme olarak geri dönsün.

Devlet, bir taraftan ders kitabını bedava versin, verdiğim kitap yeterli desin, diğer taraftan yardımcı kitap aldırmayın diye ardı arkasına yazı göndersin; evler, sıralar, kırtasiyeciler yardımcı kaynakla tıka basa dolu. Pazarlamacılar okulları mesken tutmuş, biri geliyor, diğeri gidiyor. Üçüncü hafta bitmiş vatandaş hala yardımcı kitap peşinde. Veli istemese öğretmen istiyor, öğretmen istemese öğrenci ve veli niçin yardımcı kaynak aldırmıyorsun, çocuklarımız emsallerinden geri kalıyor, bak falan okulun falan branş öğretmeni aldırmış diyor. Güya eğitim ve öğretim ücretsiz bu ülkede. İşin içine girince kazın ayağı hiç öyle değil. Yardımcı kaynak, okul kıyafeti, servis vb harcamalar epey bir yekûn tutuyor bu ülkede. "Babam sağ olsun!"

Eğitim ve öğretimimizde sorun çok. Bunlardan biri de yardımcı kaynak aldırılması. Haydi diyelim işin raconu bu, aldırılacak. Hepsinden geçtim. Bir öğretmen kendi kitabını nasıl aldırır öğrencilerine. İstersen kitabı Türkiye’de aranan, bir numaralı kitap olsun. Hiç etik değil bence. Haydi etikliğinden de geçtim. Adam kitabını pazarlayıp paraya para demeyecek. Bari kitapçıları dolaşsa da, bulunmayan kitabı için yayınevini bir arasa da yeteri kadar kitabını bastırıp göndertse. Hiç olmazsa veli de fellik fellik şu kitapçıda vardır, yok bunda vardır diyerek dolaşıp durmaz. Ya da madem bu iş oldu olacak, yayınevi direk kitabını öğretmenimize gönderse de öğretmen bir ders saatini ayırıp ders esnasında kitabını satsa. Aslında hiç fena olmaz. Bu durum öğretmenin işine geldiği gibi velinin de işine gelir. Bu yöntemle öğretmen aracıları aradan çıkartıp daha fazla para kazanmış olur, veli de kitap arama derdinden kurtulmuş olur. Zaten veliden çıkacak bu para. Ha Ali’den almış, ha Veli’den ne fark eder?

İçinizden bu hiç etik değil diyebilirsiniz. Kusura bakmayın, şimdi etiği düşünme zamanı değil. Hem yeni mi aklınıza geldi etik olup olmadığı? Öğretmenin itibarıymış, laf yani! Paranın olduğu yerde itibarın lafı mı olur? Bırakın insanlar su akarken testisini doldurmaya devam etsin. Bu ülkede bir metrelik mezar yeri kazanmak pahalı mı pahalı. Bakanlık da benim vatandaşım işini bilir deyip kafasını kuma gömmeye devam etsin. Sen kendine yan Ramazan! Bunca yıl bir kitap bastırıp öğrencilerine tavsiye etmedin, iş yapan insanı kıskanıyorsun. Zaten meyve veren ağaç taşlanır. Çatla emi! Çalış, senin de olsun. 08/10/2017


Bir Hareket Zıddıyla Kaimdir **

Bir hareket doğar, büyür, gelişir ve ölür. Her hareketin varlık nedeni zıddıdır. Zıddı olduğu müddetçe hareket yaşamaya devam eder. Tıpkı siyah ile beyaz gibidir. Hareketin heyecanını, enerjisini ve sinerjisini kaybetmemesi için harekete soğuk bakanlar, hareketi eleştirenler, hareketle mücadele edenler mutlaka olmalıdır. Eğer bir hareket, muhalif her sesi kısmaya kalkarsa bu tavır o hareketin hayrına değildir. Niçin mi?

Muhalifin olmadığı yerde hareket yerinde saymaya devam eder, heyecanını kaybeder, zaafa düşmeye başlar. Bu durum hareketin yozlaşmasına, savrulmasına sebebiyet verir.

Bir harekete öncü olanlar, onun liderliğini yapanlar, harekete gönül verenler heyecanlarını kaybetmek istemiyorlar, hareketlerinin gelişmesini istiyorlarsa hareketin içinden veya dışından harekete gelebilecek eleştirilere tahammül göstermeleri, toleranslı davranmayı, onları dinlemeyi bilmeliler. Eleştiride haklılık payı varsa kendilerini düzeltmeleri, yersiz bir eleştiri ise nazik ve kibar bir üslupla cevap vermeyi prensip olarak benimsemelidir. Çünkü eleştiri, özellikle yapıcı eleştiri kişiyi mükemmelleştireceği gibi hareketi de geleceğe taşır.

İçeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere kulak tıkanırsa, eleştiren her kişi düşman, hain ilan edilirse, kapının önüne konursa, dışlanırsa hareket duraklamanın ardından gerilemeye başlar, küskün ve dargınlar artar, ardından yıkılır gider. Yıkılmasa da marjinalleşir.

Hareket muhalefete gözdağı vererek korku imparatorluğu kurmaya kalkarsa bu sefer hareket kendi içiyle, kendi adamıyla uğraşmaya başlar. Beraber yola çıktıklarını bir bir eker, yolda bulduklarıyla yoluna devam eder. Yolda buldukları da hareketten nemalandığı müddetçe kendisine eşlik eder. Sıkıntı, darlık ve tehlike anında gemiyi de ilk önce onlar terk eder. Hiç de acımaz. Tekme vurulacaksa ilk tekmeyi de onlar atar. Harekete acıyanlar, hareketi terk etmeyenler hareketten dışlansa da, uzak dursa da gemiyi kolay kolay terk etmez. Üzüntüleri, bir çuval incirin berbat edilmesine, hareketin bu noktaya gelmesinedir.

Hareket icraatı bırakıp kendi yaptığı hizmetleri temcit pilavı gibi anlatmaya kalkarsa bu, kendini tekrarlıyor, ileriye gidemeyen ve yerinden kalkamayan bir aracın patinaj yapmasına benzer. Yalnızlıktan dem vurur. Yerinden sıçrayıp kalkamayınca bu sefer can havliyle yanında olanlara kızmaya başlar. Kızdıkça etrafından insanları kaçırır. Kızgınlığı akıl ve ferasetinin önüne geçer, basireti kapanır. Yaptığı hatayı telafi edemez. Çünkü etrafını yoldan bulduğu yağdanlıklar doldurmuştur. Az ilerisini göremez.

Bir hareketin sürekli olması, dağılmaması, zirvede kalması veya zirveye ortak olması kişilere bağlı olmamalıdır, hareket kurumsallaşma yoluna gitmelidir, kendi içinde öz eleştiri kültürünü yerleştirmelidir. İnsana ve ülkeye hizmetle birlikte gönüllere girmenin yollarını bulmalıdır. İstişareye önem vermelidir. Her eleştireni düşman bellememelidir. “Dost acı söyler, yüze söyler” atasözünü kulağına küpe etmelidir.  Harekette yorgunluk varsa bayrağı yeni yüzler almalıdır; eskileri kırmadan, dökmeden yanında tutmanın mücadelesini vermelidir.

Hareketin su alması istenmiyorsa önce var olan eksikliğin tespit edilmesi, ardından tedaviye yönelinmesi gerekir. Bunun için de “Kol kırılır, yen içinde kalır” prensibi esas alınmalıdır. İçeriden yapılacak istişarelerle hastalığa çözüm aranmalıdır. Eğer hareket içeriden değil de meydanlardan dizayn etmeye kalkılırsa işte vahim olan da budur. Bu, sıfırdan başlanan hareketin zirveden sonra yeniden sıfıra doğru yol alması demektir. İnsanları, dostları yanına çeken tatlı bir üslup benimsemelidir. Tıpkı Musa ve Harun’u Firavun’a gören Rabbin, “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” buyurduğu gibi. İlahlık taslayan, halkına her türlü zulmü reva gören bir zalime bile tatlı dil tavsiye ediliyorsa kendi insanımıza ne şekilde konuşulup, ne şekilde davranılacağını varın siz düşünün.

Unutmayalım ki zirveye çıkmak zordur, ama zirvede kalmak bir o kadar daha zordur. 08/10/2017

** 16/10/2017 tarihinde kahta soz'de yayımlanmıştır.





6 Ekim 2017 Cuma

Hutbeler Eskiye Döndü *

İslam'ın ilk yıllarında cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevi bölgenin en üst amiri tarafından irat edilirdi. Hutbede Müslümanları ilgilendiren siyasi, ekonomik, sosyal, dini vb. konulara değinilirdi. Abbasilerle birlikte hutbe okuma görevi kadılara* devredildi. Hutbelerde sadece dini konulara yer verilir olmuştu.

Abbasilerde hutbelerde başlayan bu dini içerik İslam dünyasında özellikle Türkiye'de bir gelenek olarak hep devam etti. Yıllar yılı etliye-sütlüye karışmadı. Ne şiş yansın ne de kebap dedi. Cumaya gidenlerin çoğu hutbe esnasında uykusunu aldı. Çünkü sadra şifa olmadı, kimsenin derdine derman olmadı. Zaman zaman devletin kutladığı belirli gün ve haftaları konu edindi. Uyumayanlar da "Bu da mı okunur" diyerek dişlerini sıktı ve dudaklarını ısırdı. Ya da hutbe konusu olarak herkesin bildiği, kimseye yeni bilginin verilmediği bir serüven izlendi. Bu durum  Sayın Mehmet Görmez DİB başkanı oluncaya kadar sürdü.

Görmez ile birlikte hutbelere bir heyecan geldi. Dini konulara yer vermekle beraber Türkiye gündemini ve Müslümanları ilgilendiren her konuya değinilmeye  başlandı. Okunan hutbeler hafta boyunca Müslümanların çoğunda bir gündem oluşturdu, gönüllere dokundu, göğüslere su serpti. Hutbe dediğin böyle olur dedirtti. Dinleyenlere mesaj verdi, Müslümanların o konu hakkında nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğini  vurguladı, kafasında tereddüt yaşayanlara yol gösterdi. Bu haftanın hutbesi bittikten sonra haftaya okunacak hutbe beklenir ve camiye daha bir iştiyakla gidilir oldu. Hutbelerdeki bu değişimi eleştiren bir kesim olmakla beraber büyük çoğunluk onay verdi, tasvip gördü.

Görmez'in emekli olmasıyla birlikte hutbelerimiz eski yavan halini aldı, tekrar uyutmaya başladı. Hutbelere ivme getiren Görmez'miş meğer. Buradan  hareketle Görmez'in niçin emekli olduğu veya emekliliğini istemek zorunda kaldığı daha iyi anlaşılıyor. Demek ki az sayıda hutbe içeriklerinden memnun kalmayan kesim sayesinde Görmez'in ipi çekilmiş. Çünkü hutbeler onların ipliğini pazara çıkarmaya namzetti.

Yazık oldu tadı damağımızda kalan, içeriği dolu, Müslüman'a bir duruş ve bakış açısı sunan güzelim hutbelere! Yeni başkanın bu hutbeleri tırpanlama misyonuyla geldiği anlaşılmaktadır. Hiç olmadığı kadar güven kazanan ve güven veren Diyanet'in duruşu bu şekilde kişilere göre değişiklik göstermemeliydi. Artık kişiler değil, kurumların kültürü oluşmalı bu ülkede. At sahibine göre kişnememeli, kişiler kurumlara göre kişnemeli...

*Konu hutbeden açılmışken bir anekdotum aklıma geldi: Öğretmenliğimin ilk yıllarında hitabet dersinde öğrencilere sınavda, “İslam’ın ilk yıllarında en büyük mülki amirin kıldırdığı hutbelerde Müslümanları ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasi vb her konuya değinilirken Abbasiler döneminde hutbe okuma görevinin kadılara(dönemin hakimi) bırakılmasıyla birlikte hutbelerde içerik yönünden nasıl bir değişiklik olmuştur?” şeklinde bir soru sormuştum. Öğrencimiz cevap olarak: “Hocam! Kadınlar hutbe okumaz ki içeriği değişsin” yazmış. Kadı kelimesini kadın şeklinde okuyan öğrencimiz soruyu garip bulmuş olmalı ki cevabı da çok orijinal olmuş. Aradan 24 yıl geçmiş, hala hatırımda. Öğrencimiz bu sorudan puan alamamıştı ama sağ olsun kağıtları okurken beni epey güldürmüştü. 06.10.2017

* 02/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ekim 2017 Perşembe

Sınavsız Hayat Olmaz

Eğitim ve öğretimle ilgili hepimizin ortak bir sızlanması var, "Çocukları yarış atı gibi sınavlara hazırlıyoruz" şeklinde. Doğrudur, çocukları yarış atı gibi görmemek lazım. Hatta çoğumuz sınav olmamalıdır şeklinde öneri de getiririz. Sınavsız olur mu bu işler? Bir yere birden fazla talep varsa orada sınavın olmaması mümkün değildir.

Hayatın kendisi bir sınavdır. Nasıl ki hayat imtihansız olmuyorsa okullar da sınavsız olmaz. Bu, hayatın bir gerçeğidir. Sınav mutlaka olacak. Değilse seçimi nasıl yapacağız? Önemli olan çocukların yeteneklerini ölçen objektif ve ölçülebilir sınav sistemini ortaya koyabilmektir. Her yönüyle düşünülerek ortaya konan sınav sisteminin getirisi ve götürüsü hesaplamandan kaldırma yoluna gidilmemelidir. Bir sistem kaldırılırken yerine ne konduğu ortaya konmalıdır. Sınav sistemi değiştirilecekse mağduriyetlerin oluşmaması için zamanlamaya dikkat edilmelidir.

Sınavlar olacaktır. Bundan kaçış yoktur. Sorun sınavlardan ziyade sınavlara yüklediğimiz anlamlardadır. Biz büyüklerin sınavlara yüklediği anlamlar sınavları çekilmez kılmaktadır. Velilerdeki bu bakış açısı değişmediği müddetçe dünyanın en iyi sınav sistemini de getirseniz çocuklarımızı yarış atına döndürecektir. Mahallemizdeki okulu, çocuğumuzun gittiği okulu ve öğretmenlerini beğenmedikçe, "Bu okulların verdiği bilgilerle çocuğum akranlarıyla yarışamaz" psikolojisinden kurtulmadıkça getireceğimiz her sistem çocuklarımıza çocukluğunu yaşatmayacaktır. Bu mantıkla biz okullardan bir şey beklemediğimiz için çocuğumuza takviye aldırma yoluna gideceğiz. Soluğu etüt merkezleri, özel ders vb. yerlerde alacağız. Çocuğumuza daha fazla yük yükleyerek onu dünyaya geldiğine pişman edeceğiz. Kendimiz hafta sonu dinlenirken çocuğumuz ilave ders peşinde koşacaktır. Yine çocuğumuzun kabiliyet ve yeteneğine göre meslek seçiminin önünü açmaktan ziyade kendi gönlümüzden geçen mesleği seçmesi için dikte etmek de çocuğumuza yaptığımız kötülüklerden biridir. Bu, sevmediği yemeği yemesi için çocuğumuza baskı yapmak gibidir.

Sınavsız olmaz desek de günümüz sınav sistemi ve zorunlu eğitim yaşının artırılması çocuklarımızın sorumluluk alma çağını ötelemektedir. Aileler tarafından "belki, bir umut' denerek saçlar süpürge edilmekte. Okuma ve ders çalışma dışında çocuğa hiçbir sorumluluk verilmemektedir. Hayatının yirmi yılını ders çalışarak, sınavlara hazırlanarak geçiren çocuğumuzdan 25 yaşından sonra sorumluluğunu üstlenmesini bekliyoruz. Bu durum  okutmanın dışında başka bir alternatif düşünmediğimizdendir. Artık elimizde her şeyi ailesinden ve başkasından bekleyen hazır yiyici ve patlamaya hazır bir bomba var. Çoğu genç, hayata umutla bakamaz noktaya gelmiştir. Bu durumun baş müsebbibi herkesi okutmaya çalışan devlet ve çocuğunun gerçek başarısını görmek istemeyen anne ve babalardadır, çocuklara bol not veren eğitimcilerdedir. Çocuğun başarılı olduğunu gösteren sistemimizdedir. Son kaldırılan sınav sistemi 17 bin birinci çıkartarak başarıyı öteleyen bir sistem idi. Kimse çocuğunun gerçek başarısının ne olduğunu anlayamadı. Bundan dolayı tedbir alma yoluna gitmedi, gidemedi ya da gitmek istemedi.

Sınavlar mutlaka olmalı. Çocuklarımız da sınavlara girmeli. Çocuğumuzun başarılı olup olmayacağı durumu iyi gözlemlemeli, verdiğimiz şansları iyi kullanmazsa çıraklık eğitim veya açık liseye kaydolduktan sonra yeteneğine uygun bir işe yerleştirmeden kaçınmayalım. Böylece yaş iken çocuğumuzu yetiştirme imkanı elde edebilir ve hayatını kurtarabiliriz. Bunun için öğretmenler de öğrenciyi notla değerlendirirken uçuk-kaçık puan vermekten kacınmalıdır. Zira çocuğa faydası olur diyerek verilen yüksek not ve puanlar öğrencinin kendisini, velinin de çocuğunu tanımasını geciktirebilir. 05/10/2017


4 Ekim 2017 Çarşamba

Dualarımız Niçin Kabul Olmuyor?

Müslüman için dua vazgeçilmezdir. Zira “Dua, müminin silahıdır. Bu yüzden duayı hiç eksik etmeyiz. Dua ederiz etmesine de sıkıntımız, duanın kabul olmayışındadır. Ya da duamızın kabul edilmediğine kendimizi inandırmamızdır. Aslında  "Allah kuluna üç şekilde cevap verir; 'Evet' der, istediğini verir; 'Hayır' der, daha iyisini verir; 'Bekle' der ve en iyisini verir..." fakat biz çoğu zaman bunun farkına varamayız.

Gerçekten hiç düşündük mü dualarımız niçin kabul olmuyor? Veya ettiğimiz dualarda bir sorun yok mu? Çoğu zaman emir verir gibi dua ediyoruz. Burada dua ediş şeklimizden ziyade dualarımız kabul edilmiyorsa bunun sebebini yine kendimizde aramamız gerektiğini düşünüyorum. Aslında iş, samimiyette bitiyor. Ne kadar samimi isek o kadarını alıyoruz sanki. İşte size bir hikaye. Hikayeyi okuyunca ne demek istediğim sanırım daha iyi anlaşılmış olur.

Küçük kasabanın birinde, bir caminin tam karşısında arazisi olan adam, arazisi üzerine bir genelev inşa etmeye başlamış. İmam ve cemaat buna şiddetle itiraz etmişler, ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamamışlar.

Tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için her gün beddua etmekten öteye geçememiş. İnşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş.

Caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler, ancak genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direk veya indirek olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddiası ile camiye karşı tazminat davası açmış.

Cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi
bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler, “Bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği” iddiasını da kabul etmemişler.

Gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkemeye günü geldiğinde hakim dosyayı
dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:
"Bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum," demiş. “Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var. Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!"


Hikaye sanırım bugünkü durumumuzu anlatıyor. Maalesef ettiğimiz duanın gücüne kendimiz inanmıyoruz, fakat kabul olmasını bekliyoruz. Genelev sahibi ise duanın gücüne inanıyor. Fazla söze ne hacet! 04/10/2017

2 Ekim 2017 Pazartesi

Eğitim ve Öğretimin Önündeki En Büyük Engel Beklentilerimizdir *


Türkiye'nin sorunu çok. Bazısı er veya geç çözülür, bazısını da çözmek bir yana kronikleşir iyice. Eğitim ve öğretim bunlardan biridir. Her gelen hükümet eğitim ve öğretime neşter vurmak için kolları sıvar. Getirdiği her sistem elinde kalır. Çünkü ölü doğar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 'Eğitim ve öğretimde istediğimiz noktaya gelemedik' açıklamasını yaptı geçenlerde. Malumun ilanı idi bu. Zaten memnun olan da yok bu ülkede. Milletçe her konuda ayrışsak da bir iyi yönümüz var, eğitim ve öğretimin iyiye gitmediği konusunda hemfikiriz.

Eğitim ve öğretimi düzeltmek için dünyanın en iyi sistemini de getirseniz, en iyi öğretmenleri transfer etseniz, en güzel bina ve derslikler yapsanız, derslikleri son modern teknoloji ile donatsanız, en iyi sınav sistemini getirseniz, sınavları kaldırsanız, en iyi okul türlerini ve en iyi üniversiteler açsanız başarı elde etmek mümkün değildir. Çünkü başarı ve verimin önündeki en büyük engel beklentilerimizdir. Biz bu beklentilerimizi doğal akışına bırakmadığımız müddetçe hiçbir zaman verdiğimiz/aldığımız eğitim ve öğretimden memnun olmayacağız. Bizde bu rahatına düşkünlük oldukça, her şeyi kendimize doğru yonttukça, sadece kendi doğrularımızı tam doğru kabul ettikçe yine mesafe alamayız. Meslek seçiminde çocuklarımızı kabiliyet ve yeteneklerine göre değil de kendi isteklerimizi dayattıkça bir arpa boyu yol gidemeyiz.

Meslek seçimimiz bile problem bu ülkede. Günümüzde ekseriyetimiz kabiliyetimize uygun, sevdiğimiz mesleği seçmeyiz. Nerede para varsa, imkanları daha iyiyse biz hep birlikte o tarafa yöneliriz. Fazla yorulmayı gerektirmeyen bir meslektir bizim gönlümüzde yatan. Fazla efor sarf etmeden, terletmeyen bir iş olacak bizimki. Bu yüzden aileler çocuklarının seçmeli derslerine bile müdahil olurlar. Sayısal zeka olmayan çocuklarına sayısal dersleri seçmesi için baskı bile yapar. Çünkü istihdam alanına göre meslek seçimimizi belirleriz. Ne okul beğeniriz, ne öğretmen, ne öğrenci beğeniriz, ne de veli. Kendimiz en iyilerine layık iken nedense hep kötülerin elinde kalmışız. Kafamızda oluşturduğumuz eğitim iyi değil imajı hayatımızın her safhasına sirayet eder. Beklentilerimize cevap vermez. Beğenmeyince de başarı bir türlü gelmez.

Öğrenci; “Ben fazla çalışmadan en kısa yoldan en iyi okulu kazanayım,” veli; “Çocuğuma öyle imkanlar sunayım ki sahasında bir numara olsun, öğretmenin istediği yardımcı kaynağı alayım, en iyi etüt ya da kurs merkezine göndereyim, özel hoca tutayım, çocuğum okula servisle gidip gelsin, istediği her şeyi alayım, yeter ki başarılı olsun, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmesin, öğretmen çocuğuma bir şey yaparsa çocuğumu ondan korumak için elimden geleni yapayım,” öğretmen; “Evimin yanındaki en iyi okulda çalışayım, okulda dersimi veririm yeter, dersimin dışında etüt merkezlerinde çalışarak, özel ders vererek paraya para demeyeyim, dün doktorlar ne yapmışlarsa ben de aynısını yapayım, zira az para kazanmadılar”, okul yönetimi; şu öğretmenler yok mu çok iyi olsalar da okulumun çıtası biraz yükselse, başarılı oldukça toplantılarda göğsüm biraz kabarsa,” milli eğitim; “Müdür ve öğretmenler tam görevini yapmıyor, yapsalar ilimiz Türkiye’de bir numara olur,” Bakanlık; “Ne istediler de vermedim? Bina, derslik, akıllı tahta, para-pul verdim. Sınıfları etkileşimli tahta ile donattım, sürekli müfredat ve mevzuat değiştirdim, sınav sistemiyle oynadım, müdür ve yardımcılarını değiştirdim, ders kitabını bedava verdim, okullarda hafta sonları kurslar açtırdım, öğretmeni istediği yere atadım, veli ve öğrenciden bir şey istemedim, herkes zorunlu olarak okuyacak, dönemimde okur yazar oranı yükselecek,” yayınevleri; “Ne kadar yardımcı kaynak satarsam kâr,” kantinci; “Hazır müşteri ayağıma geldi, nasılsa öğrencilerin dışarı çıkışları da yasak, bana elleri mahkum, zaten ihalede yüksek fiyatla tuttum bu kantini, şöyle fiyatlara bir dokunayım,” okul kıyafetleri satan firmalar; “Okullar okul kıyafeti seçmeli ki sezonunda köşeyi döneyim, nasılsa okul idareleri ve veliler de yanımda…” diyor. Tüm bu yazdığım kesimler içerisinde istisnaları var. Onları tenzih ederim. Ama genel görüntü bu.

Gördüğünüz gibi herkesin beklentileri farklı. İç ve dış paydaşların bir hesabı var. Kimse eğitim ve öğretimi doğal akışı içerisine bırakmak istemiyor. Kendine doğru yontuyor. Herkes sorumluluğu başkasından bekliyor, taşın altına elini koymuyor. Sonuç sıfır, elde var sıfır. Madem olmuyorsa o zaman haydin sistemi yeniden değiştirelim. Zira hiçbir sistem beklentilerimize cevap vermiyor.

Ne zaman düzelir eğitim ve öğretimimiz? Beklentileri en aza indirgediğimiz, eğitim ve öğretimi doğal akışına bıraktığımız zaman...02/10/2017

*29/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
  





ABD Yeni Oyun Peşinde Olmasın! *

Terör bu sefer ABD'yi vurdu. Kendi halinde eğlenenlerin üzerine kurşun yağdı. Yazımı yazarken yapılan son açıklamaya göre 58 ölü, 500'ün üzerinde yaralı var.

Menfur cinayeti işleyip intihar edenin bir Amerikan vatandaşı olduğu açıklandı. Başkan Trump, "Kötülük, insanlığı hiçbir şekilde yenemeyecek" açıklamasını yaptı. ABD'li yetkililer saldırıyı DAEŞ’in yaptığına dair bir iz yok demesine rağmen saldırıyı günümüz marka terör örgütü DAEŞ üstlendi. Katilin “Aylar öncesinden Müslüman olduğunu” belirtti. Görünen o ki DAEŞ çok yönlü çalışıyor. Irak, Suriye ve Afrika’nın bazı ülkelerinde, dünyanın değişik ülkelerinde yaptığı terör eylemleriyle sesini duyuran DAEŞ, bunca işinin arasında ABD’nin bir eyaletinde yaşayan kişinin ne olduğunu dahi takip ediyor. Güya eylemlerini de Müslümanlık adına yaptığını söylüyor. Sevsinler sizin Müslümanlığınızı! Yaptığı her hareketi Müslümanlara dünyayı dar etmekte, yaşanmaz hale getirmektedir. Böyle Müslüman kardeşin olacağına akıllı düşmanın olsun daha iyi.

Halen olayın sıcaklığı devam ediyor. Bu tür eylemlerin azmettireni kolay kolay bulunmaz. Bakalım bu sefer şans kime gülecek? Biz yine bu olayın ardında kimin olduğunu bilemeyeceğiz. Çünkü kimin üzerine yıkılacağına yine ABD karar verir. İkiz kulelere saldırıyı kimin yaptığı bile belli olmadı. O zaman ihale el Kaide’ye yıkılarak ardından Afganistan işgal edildi ve bu işgal hala devam ediyor. Çoğu kimse bu kuleleri ABD’nin kendisinin yıktığını söyledi durdu. Mantıklı olmaya mantıklı. Çünkü ABD bir yere girmek için mutlaka bir gerekçe üretmek zorunda. Rahmetli Mahir KAYNAK, terörün arkasında kimin olduğunu öğrenmek istiyorsanız terörün kime yaradığına bakacaksınız, kim faydalanıyorsa onun işi” derdi açıklamalarında. Bu son saldırıda ABD derin devleti niye neyi amaçladı, kimlerin canını yakacak, bunu da zaman gösterecek. Çünkü oyun kurucu onlar, para onlarda, silah onlarda, dünyanın en iyi yetişmiş taşeron terör örgütleri onlarda. Dünyanın bir yerinde menfur bir olay olursa olayı bir maşası üstlenir, ardından ABD parsayı toplamaya gelir, devletlere haddini bildirir. Sömürge devam eder, işgaller olur,  kan ve gözyaşı akmaya devam eder, ABD de gemisini yürüten kaptan olmayı sürdürür. Maalesef beğensek de beğenmesek de bize dayatılan hayat bu. İyilerin sessizliğinde meydanı boş bulan kötüler, istediği atı oynatıyor ve cirit atıyor.

İşin garibi zaman zaman vatandaşlarına “Türkiye’nin Güneydoğu’suna gitmeyin, şu bölgesine uğramayın, çünkü terör saldırısı olacak” diye uyaran ABD’li yetkililer, kendi ülkelerinde meydana gelen terör saldırısının istihbaratını alamamış görünüyor. Benim burnumun dibinde ne olacağını bilen nedense kendi burnunun ucunu göremiyor. Başkanları Trump ise “Kötülüğün, insanlığı yenemeyeceğini” söyleyerek iyilerin safında olduğunu belli etti. Eksik olmasın. Ne de güzel uyuyor bu açıklaması Bakara süresi 11.ayetine…“Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler.”

Son söz, her sözü silah ve kan akıtmak olan terör örgütlerine… Nerede, kime eylem yapacaksanız yapın ama hangi inanç ve milliyetten olursa olsun hıncınızı masum sivillerden almayın. Derdiniz kimle ise, canınızı kim yakmışsa gidin hıncınızı ondan alın. Ne istersiniz kendi halinde yaşayan insanlardan? Gerçi ben kime söylüyorum? Söylediğim kişiler; insanlıktan nasibini almamış, aklını ve vicdanını kullanmayan, başkasının kuklası olan maşalar. Onlar efendisi ne emrederse onu yapar. Benimki de laf olsun! 02/10/2017

* 04/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.