21 Eylül 2017 Perşembe

Sopa mı, Yoksa Sınav mı? Seç-Beğen!

Kur’an Kursunda okurken hocamızın üzerinde “Beş yaşında, aklı başında” yazılı bir sopası vardı. Dersini vermeyen/veremeyen, yaramazlık yapan, konuşan herkes nasibini alırdı. Esnafın siftahı gibi nasip gelirdi ayağımıza. Amma Ali’ye, amma Veli’ye. Sopanın nereye geleceğini hocamız ayarlardı. Bazen kollara, bazen el avuçlarına, bazen de sırta vururdu. Yeter ki acıyan yeri tespit edebilmiş olsun. Bazen de sırasında konuşana bu sopayı fırlatırdı. Kafaya mı gelir, göze mi gelir, yanlış adama mı isabet eder. Bu, hocamızın o andaki eforuna bağlıydı. Bazen de önünde okuyan kimseleri bu sopayla iteklerdi. Hiç yapamazsa bir eline aldığı sopayı diğer kendi eline vururdu.

 Üç öğün yemek gibi güne gün dayan yiyen bir arkadaşımız iyice dayaktan ürkmüştü. Sürekli yerinde oturan hocamız bazen ayak değiştirmek istese arkadaşımız sopa geliyor diye geriye doğru kendini çekerdi. Onun bu halini gören hocamız iyice galeyana gelir, gülmeye başlar. Kendin kaşındın, dayağa hazırsın dercesine elindeki sopayı arkadaşın omzuna dayar, vida çevirir gibi sağa-sola çevirirdi. Dayaktan iyice bezen bu arkadaşa bir başka arkadaş, “Daha az acısın istiyorsan gömleğin altına, özellikle kollarına post giy gel” diyerek akıl vermiş. Derde derman olur diye arkadaşımız ertesi günü hocanın sıklıkla vurduğu yerlere post koyup gelmiş. Dersini okurken teklemesiyle birlikte mermi atar gibi hocanın sopası kollarına inmeye başladı. Arkadaş anam dese de fazla acıtmadığını hissetti hocamız. Üstelik vurdukça çıkan şak sesi daha bir farklıydı. “Ne var gömleğin altında” diye sordu. Arkadaş söylemek istemese de sonunda “Post giydim” dedi. Demese zaten hali haraptı. Bir daha giymemesini tembihledi ona. Zira dayağın mantığına tersti bu. Acıtacaktı ki dersine daha iyi çalışacak ve adam olacak, hocanın vurduğu yerde gül bitecekti. Üstelik ölüsüyle, dirisiyle “Eti senin, kemiği benim” diye teslim edilmişti o zamanlar.

Bir hafta sonu birkaç arkadaşla bir araya gelerek hepimizin korkulu rüyası ve başımızın belası, aklımızı götüren bu “Beş yaşında, aklı başında” olan sopadan kurtulmak için ne yapabiliriz istişaresi yaptık. Zira en büyük düşmanımız o idi. O yok olursa dayaktan kurtulacaktı okuyan öğrenciler. Çünkü hocamız eliyle vurmazdı. Sonra sopa varken niçin elini vurarak acıtacaktı.

Bir pazar günü nöbetçi olan arkadaştan anahtarı alarak kursa girdik, masanın üzerindeki sopayı alıp imha ettik. Kırıp yaktık mı, bir başka yere mi attık, onu hatırlamıyorum. İçimizde bir korku ve endişe olmasına rağmen bir sevindik, bir sevindik, bir sevindik. Sevincimize diyecek yoktu. Zira en büyük düşmanımız olan sopadan kurtulmuş ve kursta okuyan arkadaşlara da bir insaniyet görevimizi yapmıştık.

Pazartesi günü kursa gecikmeli bir şekilde geldim. Baktım sınıfta erkekler yok, sadece kızlar var. Hocanın bakışı ve duruşu kızgın mı kızgın. Selam verip yanına vardım. “Arkadaşların yan tarafta, yanlarına git; sopayı, kim ne yapmış, ağızlarını bir yokla” dedi bana. Hanginiz kırdı sopayı dedim her birine. Gariplerin konuşacak takadı yoktu. Hepsi başı öne eğik bir şekilde bilmiyorum, haberim yok dedi. İçlerinde suç ortaklarım da vardı. Kimse “Sen yaptın bu işi” demedi. Hocaya gelerek kimse bir şey bilmiyor dedim. “Çağır gelsinler” dedi. Ben de yan tarafta ayakta bekleyen arkadaşlarımı sınıfa getirdim.

Az sonra içimizden gözüne kestirdiği bir arkadaşı yanına çağırdı, “Git bir ağaç bul, ağaca çık, oradan bir değnek kes gel” dedi ona. O arkadaş koşarak gitti, bir ağaçtan yeni bir sopa getirdi. Bizim kabus geri geldi böylece. 8-10 saatlik sopasız bir hayattan sonra sınıfımız yeni bir sopaya kavuştu tekrar.
Sonunda anladık ki bizim düşmanımız sopa değilmiş, o sadece dayağın aracıymış. Sorun o günün “Bu işler sopasız olmaz, dövmezsen adam olmazlar, yoksa dışarıda köpek taşlarlar. Dövelim ki ileride adam olsunlar, bize hayır dua etsinler, arkamızdan bir Fatiha okusunlar ve okudukça keşke hocamız iki daha fazla vursaydı desinler” anlayışıymış. Hasılı o sopa gitti, bir başka sopa geldi. Üstelik yeni sopa eski sopaya göre yeni kesildiği için yaş idi. Biz yine kaldığımız yerden dayak yemeye devam ettik. Kuru sopaya göre daha fazla acıtmaya başladı. Dayakta da bir istikrar abidesiydik desem abartmış olmam.

İyi de bayram değil, seyran değil, bu anının ne alakası var şimdi? Yoksa yaşlandın da yeni bilgi gelmiyor, kovanın içinde kalanlarla mı yetiniyorsun diyebilirsiniz. Konu gündemle ilgili olduğu için anlattım. Öğrenciliğimizde dayak yemek bizim korkulu rüyamızdı. Şimdilerde pek dayak yok, hatta hiç yok. Fakat çocuklarımız adam olsun, okusun, iyi yerlere gelsin diye yarış atı gibi sınavdan sınava giriyor. Çocuklar, çocukluğunu yaşayamıyor, haydi bu sınavı kaldıralım diyorlar. Kaldırdıkları zaman öğrenciler tıpkı bizim gibi bir seviniyorlar, bir seviniyorlar. Ardından ismi değişmiş, yeni bir sınav karşılarına çıkmış. Hasılı bu neslin de bizden fazla bir farkı yok. Biz o gün okumasaydık köpek taşlayacaktık. Kimse de bu köpeğe niye vuruyorsun demezdi. Şimdiki çocuklar okuyamazsa işin garibi köpek de taşlayamazlar. Çünkü hayvanseverler anasından doğduğuna pişman ederler adamı.

Hasılı 2017-2018 öğretim yılına TEOG kalktı, kalkacak derken Bakanın açıklamasıyla TEOG kaldırıldı. Endişeli bekleyiş sürerken bir taraftan da sınavdan kurtulduk, stresi bile adamı öldürüyordu zaten dedi herkes. Bir taraftan da mutlu oldu, mutluluk hala devam ediyor. Ama kimsenin içi rahat değil. Bakalım heybeden ne çıkacak beklentisi var. Zira turpun büyüğü daha çıkmadı heybeden. Endişe, merak, mutluluk ve sevinç hali tavan yapmış durumda şimdi. Herkes bu sınavın yerine hangi sınav gelecek beklentisi içerisinde. Yerine konan da birkaç yılda nefret edilen bir sınav olur, yerine alfabenin başka harflerinden oluşan yeni bir sınav gelir.

Biz boşu boşuna sınavlara düşman olmayalım, sisteme düşman olsak daha iyi olur. Ya da sınavsız olmaz diyorsak kendimizi derslere  vererek en iyisi olmaya çalışalım. Başka da kurtuluş ve kaçış yok zaten. Bizim çocukluğumuzda sırtımızdan dayak, günümüz çocuklarının da sırtında sınav yükü eksik olmayacak. Sonuç aynı kapıya çıkıyor. Rabbim encamımızı hayreylesin…21/09/2017


20 Eylül 2017 Çarşamba

"Öğretmenler İyi Çalışmıyor"

Toplumun hemen hemen her kesiminin eleştirdiği bir kesim var. Gelen vuruyor onlara, giden vuruyor. Ağzını açan "Bunlar yarım gün çalışıyor, bazı günler dersleri boş, uzun tatil yapıyorlar, çok iyi öğretemiyor, dersi iyi anlatmıyor, ikinci iş yapıyor, canı çektiği zaman rapor, izin alıyor, görevlerini yapmıyor, bir de ek ders alıyorlar, sene başında kırtasiye yardımı alıyorlar, maaşları çok fazla, kendi çocuğu olsa kendisine çocuğunu verir mi? Öğrenciye kar tatili veriliyor, bunlar niçin tatil yapıyor..." diyerek sıralar da sıralar.

Sanırım kimler kastedildiği anlaşılmıştır. Konu öğretmenler. Yapılan bu eleştirilerde haklılık payı yok mu? Var, hatta fazlasıyla. Öncelikle şunu söyleyeyim ki bir toplumun bir kurumunda bu şekilde aymazlık varsa diğer kurumlar bundan azade değildir. Kokuşmuşluk her kurumda vardır. Öğretmenler halka dönük, halkın içinde oldukları için camianın içinden belirli bir orandaki kişilerin yaptıkları göze batmakta, hatta tüm camiaya teşmil edilmektedir. Sayıları bir milyonu bulan bu camiada çalışanlar kendilerine çekidüzen vermedikleri ve halkın da bu kesime bakış açılarını değiştirmedikleri müddetçe bu kesim gittikçe irtifa kaybetmeye devam edecektir. Öğretmenler içeriden, diğerleri de dışarıdan. Çok eleştirilen bir kesimin okullarda başarılı ve verimli olması mümkün değildir.

Şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne. Öğretmenler içinde sorun var dedik yukarıda. Bunun da mutlaka düzeltilmesi gerekir. Nasıl düzelecek? Hemen söyleyeyim, at sahibine göre kişner. Çalışmayan, gününü gün eden kaç öğretmene bugüne kadar ceza verildi? Kaç öğretmen meslekten ihraç edildi? Kaç öğretmen ödüllendirildi? Kaç öğretmen denetlendi? Kaç öğretmen yetersizliğinden dolayı hizmetiçine alındı? Kaçına hesap soruldu? Öğretmene bugüne kadar ürün olarak ne verdin diye kaç defa soruldu.

Öğretmenlikte 25.yılımı doldurdum. Kaç tane il ve değişik okul türlerinde çalıştım, sayıları az da olsa ders anlatmayan, işini savsaklayan, mesleğinde yetersiz, öğrenci hakimiyeti olmayan kişilerin görevinden el çektirildiğini görmedim. Hepsi korundu, hepsi rahat bir şekilde emekli oldu, bir kısmı hala çalışıyor. Kimse kusura bakmasın, oturduğu yerden kimse maval okumasın. Önce gerçeklerle yüzleşelim. İş garantisi olan, hesap sorulmayan hiçbir işten verim alınamaz. Ödül-ceza sisteminin işlemediği hiçbir yerden başarı gelmez. Bu ister öğretmenlik olsun, ister başka bir alan. Hepsi aynı kapıya çıkar. Kim nerede çalışırsa çalışsın Allah korkusunun dışında sistemin nefesini de arkasında hissetmesi lazım. Bunu kim yapacak? Öğretmenler mi, yoksa yetkililer mi? Burada çalışmasından şikayetçi olduğumuz öğretmeni çalıştırmak ve ondan istenilen verimi almak için denetim mekanizmasının işler hale getirilmesi gerekiyor.

Öğretmenler ve doktorlar sürekli halkın içerisinde halka dönük çalışan meslek erbabıdır. Öğretmenler dün çalışmalarından memnun olmadığımız, çoğumuzun paragöz olarak gördüğü doktorların dününü yaşıyor. Nasıl ki özel muayene ve diğer saiklerle doktorlardan dün verim alınamaz iken çıkarılan “Tam Gün Yasası” ile verim alınır hale geldi. Onlara tam gün hastanede durma, denetim ve performans sistemi getirildi. Bugün doktorlar itibarlarını fazlasıyla kazandı, beğenmediğimiz doktorlardan iyi verim alır hale geldik. Önümüzde bu örnek var iken sağa-sola bakmamıza gerek yok. Doktorlara uygulanan sistemi eğitim camiasına getirin, inanın eğitimimiz aynı öğretmenlerle tavan yapar.


Hasılı öğretmenlere vurup durmayalım. Eleştireceksek ilk önce sistemi eleştirelim. Bu sistemle eğitimi eleştireceksek en son öğretmeni eleştirelim. Uzatmadan ağzımıza doladığımız uzun tatillerini veren devlettir, niye öğretmenlere kızarsınız? Niçin tatili verenlere kızmazsınız? Yoksa sadece gücünüz öğretmenlere mi yetiyor? 20/09/2017

19 Eylül 2017 Salı

Gelin Bu Okul Türüne Kötülük yapmayalım!

Türkiye’de bir okul türü var ki seveni de çok, nefret edeni de. Her iki kesim de aşırı uçlarda geziyor. Nefret edenin niyeti belli. Elinde imkan olsa bu okulları bir kaşık suda boğacak, mezunlarına hayat hakkı tanımayacak. Bir de seven kesim var ki, sevginin de ötesinde aşk derecesinde.

Hangisi daha zararlı deseniz aşırı sevenler bu okul türüne daha çok zarar veriyor derim. Çünkü nefret edenin zihniyeti, bakış açısı belli olduğu için onlara karşı tedbirini alırsın. Gözleri kör edercesine sevenlerin bu okul türlerine verdiği zararı hesaba katmak mümkün değil. Çünkü yatıyorlar, kalkıyorlar sadece o okul türünü ön plana çıkarıyorlar. Kazara çocuğunu o okul türüne vermeyenler Müslümanlık adına ağızlarıyla kuş tutsalar zerre kadar değerleri yok onların gözünde.

Bir yere atamamı yapılacak bu okul türünden olacak, bir okula müdür ya da yardımcı mı atanacak, bu okul türünden olacak. Vatandaş çocuğunu okutacak mı, mutlaka bu okula verecek. Şayet yazdırmazsa samimiyetini ispatlamamış olur. Sendika temsilcisi ya da başkanı veya yönetimde mutlaka bu okul mezunu olacak. Bereket şimdilik vali-kaymakam atamalarına pek seslerini çıkarmıyorlar. Yine bu okul türünden biri vali ya da kaymakam olsa hemen ön plana çıkarılır, bir icraat yapsa örnek davranış olarak sunulur. Teröristlerin barındırdığı yeri bu okul türünden biri haber verip şehit olsa “O bir …’li idi” denir. TEOG’da yüksek puan almış çocuğunu bu okula tercih ettirmeyen velinin çekeceği var bunların hışmından. En yüksek puanlı öğrenci bu okul türünü tercih etmişse iltifat üstüne iltifat görür.

Bu okulu sevenlere göre herkes çocuğunu bu okula verecek; bir yere, bir makama biri atanmışsa bu okul mezunu olacak, her yere bu okuldan açılacak, il, ilçe, okul müdürleri kim varsa mutlaka öğrencileri bu okulları tercih etmeleri için rehberlik, gerekirse baskı yapacak, Okullarda seçmeli ders seçilirse mutlaka gönlünden geçen dersler öğrencilere seçtirilecek.

Hemen hemen herkese mahalle baskısı uygulayan samimiyetlerinden şüphe etmediğim bu arkadaşlar -merak ediyorum- bu okullara iyilik mi yapıyorlar, yoksa kötülük mü? Acizane farkına varmadan kötülük yaptıklarını düşünüyorum. Üstelik bu kötülükleri nefret edenlerin vereceği zarardan daha fazla. Yine bu arkadaşlar şunu bilmeliler ki bu okulları sevenler sadece bu okullara çocuklarını gönderenler değildir. Bu okulları sevmek sadece bu okulları ön plana çıkarmakla olmaz. Ki bu okullar bu ülkenin gerçeğidir, olmazsa olmazıdır, var olmaya da devam edecektir. Eğer bu arkadaşlar bu okulların daha da cazibe merkezi olmasını istiyorlarsa kaliteyi artırmak için ne yaptıklarını sorgulamaları gerekir. Eğer bir okul türü kalitesini ispatlarsa kovsan bile vatandaş o okullara çocuğunu kaydettirmek ister. Başarısı ön plana çıkmamışsa okulun; insanlara ödül de versen, maaş da bağlasan, burs da versen istediğin öğrenciyi çekemezsin. Demek ki önce ölümüne savunduğumuz okulların kaliteyi yakalaması gerekiyor. İşte gerçek sevgi de budur. Ayrıca bu okul türünün dışındaki okullar da bu ülkenin bir gerçeğidir. Her birinin hitap ettiği alan bellidir. Yok gözümüz onları görmeyecekse o zaman bu okulları kapatmak için önce kamuoyu oluşturun, ardından hükümete baskı yapın, kapatılsın gitsin. Diğer okullara giden çocukları ve o okullara çocuğunu gönderen velilere kızmayalım. Eğer amacınız hizmet ise, çalışmayı bu hizmete faydalı olmak için yapıyorsanız milletin girmek için yarıştığı okullar bu başarıları nasıl yakalamış, bizler taşın altına elimizi nasıl koyarız, bunun hesabını yapsalar daha hayırlı bir iş çıkarmış olurlar.

Gözü bu okul türünden başka hiçbir şeyi görmeyen bu arkadaşlara şunları da söylemek isterim. Bırakın isteyen istediği okula gitsin. Tek ata oynamayı bırakın. Her okul türünde istediğiniz öğrenci tipi nasıl yetişir, o okullarda nasıl çalışma yapabiliriz, bunu üzerine yoğunlaşın. Burada bir anekdottan bahsetmek istiyorum: Liseyi okuduğum dönemde aynı yurtta birlikte kaldığımız, bize başkanlık yapan bir ağabeyimiz vardı. Üniversite tercihi olarak Radyo-Televizyon ve Sinema adı altında bir bölümü kazandı, fakat gidemedi o okula. Zira babası, “Falan okuldan başka bir okula gidemezsin, eğer gidersen hakkımı helal etmiyorum” demiş. Garibim gidemedi o kazandığı okula. Bir yıl daha bekleyerek babasının istediği o okul türünün devamı sayılabilecek bölümü kazandı. Şu anda nerede çalışıyor, ne kadar başarılı, yaptığı işi severek mi yapıyor bilmiyorum.

Benim de içinde bulunduğum bu kesim çoğu zaman sinema, tiyatro, sanat, müzik vs alanlarında çalışanların çoğunun düşüncesini beğenmez, zira çoğunun dinle sorunu var. Günümüzde bazı üniversitelerde belirli bir kesimin düşüncesi hakim. Eğer biz zamanında buralara gitseydik, çocuklarımızı oralara gönderseydik daha iyi olmaz mıydı? Bu yöntemle belki bir müddet sonra bazılarının kalesi olan yerler bizim olabilirdi.

Ayrıca iyi insan, düzgün kişi, dini bütün bir kimse sadece bu okul türünden çıkmaz. Çocuğu düzelsin diye camiye gönderirsin, bozulur gelir. Bozulsun diye meyhaneye gönderirsin düzelir gelir. Bunu da unutmayalım. Hidayetin nereden geleceği belli olmaz. Sevdiğimiz ve sevgimizi faş ettiğimiz bu okulları çok ön planda tutarak bu okullara kötülük yapmayalım. Sevelim sevmesine…başarısı için elimizden gelen gayreti gösterelim. Ama bir baba sevgisi olsun bizde. Biliyorsunuz babalar, çocuklarını çok sever ama bu sevgiyi kolay kolay belli etmezler. Yine şunu da unutmayalım ki bu okul türünden çok değerli insanlar çıktığı gibi bugün geri plana ittiğimiz okullardan mezun olan nice samimi ve düzgün insanları görebiliyoruz.

Gelin hep beraber bu okulları kendi haline bırakalım. Su akar, yolunu mutlaka bulur. Ne aşırı nefret eden olalım, ne de aşırı seven. Var mısınız? Diğer okullara ve mezunlarına üvey evlat muamelesi yapmayalım, onları incitmeyelim. Bizim bu okullara bugün yaptığımız, dün ülkeyi yöneten diğer kesimin, bugün bizim sevdiğimiz okul türüne yaptığından farklı değil. Onlar dün sizi dışladı, bugün ise siz onları. Bunun ikisi de aşırı. Orta yolu bulmak, değişik saiklerle farklı tercihte bulunanların tercihine de saygı duyalım.  19/09/2017

Çocuklarımızı Hayata Hazırlayacak Masrafsız ve Maliyetsiz Merkezi Sınav Önerim

Mübareğin ağzından çıkmaya görsün. Hemen kaldırıldı TEOG. Şimdi Bakanlık, yerine ne koyacağız diye kara kara düşünüyor. Her ne kadar hükümeti onlar yönetiyor, çözümü de onlar bulacak denirse de bir vatandaş olarak bir çözüm önerisi sunup yardımcı olmak isterim. Bunun için Amerikan kıtasını yeniden keşfe gerek yok. Benim de çözüm önerim çok basit olacak. Aslında bu benim önerimin de ötesinde birkaç yıldır büyüklere uygulanan bir sistem.

Sözlü mülakat sisteminden bahsediyorum. Hani öğretmen olmak isteyen gençler önce okulunu bitiriyor, ardından KPSS’ye giriyor, aldığı puana göre üç katı kişi mülakata çağrılıp bir katını aldıktan sonra iki katına “Teşekkür ediyoruz katılımınızdan dolayı, ayrı bir renk ve hava kattınız” deniyordu ya. İşte benim de önerdiğim sistem bu. Sonra bu yöntem ilk önce okul müdür ve yardımcılarına uygulandı. Baktılar ki bu işte ellerinde şaşmaz bir terazi var. Diğer bazı alımlarda da bu yönteme başvurulur oldu. Ayrıca bu sözlü sistemi 2000 öncesi okullarda uygulanan bir sistemdi. Bakmayın sonradan vazgeçildiğine. Ne çabuk unuttuk Hababam Sınıfındaki “Kaldırın kağıtları, sözlü sınav yapacağım” sözlerini?

Şimdi benim bu önerime “Daha bunlar çocuk, ne bilsinler sözlüyü” diyerek içinizdeki hasedi ve fesadı dökeceğinizi biliyorum. Siz değil miydiniz düne gelinceye kadar “Ağaç yaş iken eğilir” diyen. İşte bende gelin bu çocukları büyümeden eğitelim, eğelim diyorum. 20 yıl boyunca görmedikleri sözlü mülakatı büyüdükten sonra gördüklerinde apışıp kalmasınlar. Şimdiden terlemenin yol ve yöntemlerini öğrensinler.

Benim amacım onları hayata, hayatın acı çehresini göstermek. Yoksa ben de bilirim sizin gibi çocuklara hayatı toz pembe göstermeyi. Üstelik sözlü mülakatlarda devlet ekonomik yönden kâra da geçecektir. Nasıl mı? Kayıt-kürek yok bu sınav sisteminde. Öyle devlet kılavuz yayımlayacak, soruları hazırlayacak ekip oluşturacak, hazırlanan sorular matbaaya gidecek, bastırıldıktan sonra kurye vasıtasıyla 81 il ve ilçelere dağıtılacak, bunları yaparken sayısız görevli görevlendireceksiniz. Kapılarda güvenlik görevlisi bulunduracaksınız. Sınavları yapmak için öğretmenleri okul okul gezdireceksiniz ve görev verdiğiniz her kişiye ücret ödeyeceksiniz… Buna bütçe mi dayanır? Siz bu devlet nasıl yönetiliyor hiç düşündünüz mü? Öyle bekara avrat boşamak kolaydır. Ben bu işleri daha iyi yaparım diye konuşacağınıza çıkarın üzerinizdeki elbiseyi, girin siyasete. Millete sizi beğenirse ülkeyi siz yönetirsiniz.

Biz yine sözlü mülakatlara gelelim. Gördüğünüz gibi daha küçük yaşta iken çocuklar sözlü olarak hayatı öğrenecekler, ona göre kendilerine çekidüzen verecekler. Bir de bu sistemde masraf yok, sadece komisyonda görev yapanlara ücret ödemesi yapılır, onu da ödemiyorum dersen hiç masrafsız sınav yapılmış olunur. Bunun için her il ve ilçede sınav komisyonları kurulur. Komisyonlara hayatı boyunca girdiği hiçbir sınavı kazanmamış adamları seçersin, onlar, kapalı zarf içerisinde hazırladıkları soruları kura ile çektirip çocuklarımızı sınav yaparlar. Burada sadece küçük kağıt ve zarf masrafı var gördüğünüz gibi. Sıfır maliyet denirse kağıt ve zarfın da kaldırılması gündeme gelebilir.

Burada 1,2 milyon öğrenci nasıl sözlüye alınacak denebilir? Tabii adamın sınavda gözü olmayınca sorar da sorar. Mübarekler! Okullar kapandıktan sonra iki ay boyunca milli eğitim personeli ne iş yapacak? İşte bunlardan bol miktarda komisyon oluşturulur, başlarına da il milli eğitimden bir müdür yardımcısı, yetmediyse birer şube müdürü koyarsın, olur biter. Yeter ki biz isteyelim, bu işler kolayca çözülür. Tabii sizin aklınıza yine hin oğlu hinlik gelecek. Komisyonlar adaletli not verecek mi diye. Sahi nereden geldi aklınıza bunlar? Unutma ki sen ne kadar adaletli isen bunlar da o kadar adaletli olur. Hasılı niyetinizi bozmazsanız bu işler tereyağından kıl çeker gibi halledilir. Sonra hangi bir sözlü mülakatta öngörülen başarı kriterinden şaşıldı. Bence insanlar niyetlerini düzeltmeleri gerekir.
Sözlü mülakatlara üç katı kişi çağrılır. Nereden bulacaklar üç katı çocuğu diye bir soru aklınıza gelebilir. Öğrenciler için üç katı çağrılmaz, sadece 8.sınıf olanlar girer dersin olur biter. İtirazlar olursa komisyon tekrar değerlendirir. Ki buna da hakkınız var bilesiniz.

Gördüğünüz gibi benim önerim hem masrafsız, hem maliyetsiz, hem ekonomik… Sözün özü haydin hep birlikte sözlü mülakat isteyelim! 19/09/2017

Kabe'de Bir Yabancı *

"Bugün Suudi Arabistan ve ABD dünyanın iki kutbu. Allah'a hamdolsun dünyayı birlikte yönetiyorlar, TRUMP ve Kral Selman’ın insanlık için atacağı adımlarda başarılı olmasını temenni ediyorum.” demiş. Kim demiş bunu? Milli gazetenin verdiği habere göre Kâbe imamı, Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi İşleri Genel Başkanı Sudeysi.

Kimmiş bu adam diye bir göz attım. 12 yaşında hafız olmuş, 22 yaşında iken Kâbe’ye imam olmuş, ünlü hocalardan ders almış, okullarını takdirle bitirmiş biri. Gelebileceği en iyi yerlere gelmiş. Tipine baktım. Sarığı, cüppesi ve sakalı da var. Uzun yıllar Kâbe’de imamlık yaptığına göre okuduğu Kur’an ile insanları etkileyen biri olmalı.

Vücudu Kâbe’de bulunan bu zat beyni, zihni, aklı, fikri ve kalbiyle bir Amerikalı’dan daha Amerikan. Böyle hadsizliği inanın Trump yapmaz. Yenilir, yutulur cinsten bir açıklama değil bu yaptığı. Hezeyan yumurtlamış sadece… Bunun bu yaptığı açıklamayı bir öküze yaptırsan, bir ABD’liye yaptırsan inanın bu kadar potu bir arada kıramaz. Utanır, sıkılır, hayâ eder. Ben böyle bir açıklamanın parçası olamam der, basar istifayı.  

Düşünmeye başladım bu Kâbe’nin örtüsü niye siyah diye. Bunun gibi aklı evvel, ahmak insanların yediği herzeleri/pislikleri göstermesin diye mi siyah örtülüyor, düşünmeden edemedim. Bu adam gibilerinin elinden Müslümanlığı almak lazım. Zira bu din bu tiplerin elinde Müslümanları dünyaya rezil etmekten başka bir işe yaramaz. Bunu o makama getiren de Kralı. Al birini vur ötekini. Kendi ne ise öyle birini getirmiş oraya. Bu adamın inanç sorunu var bir defa. Diğer imamların fikri, zikri nedir, onu da sorgulamak lazım. Aklımıza mukayyet ol ya Rabbi! Haremeyn’in başkanlığı kime kalmış.

Oturup kalkalım, başımıza gelenler için başkasına kızmayı bırakalım. Bu dünyanın ve dinin önündeki en büyük engel İslam dünyasını ABD’ye peşkeş çeken bu zihniyetteki insanlardır. Kralını öveceğim diye boyundan büyük de laf etmiş üstelik. Allah vere de kralımızla birlikte yönetiyor dediği Trump kendisine şirk koşmasından dolayı cezalandırmasa. Aslında “Dünyayı kana bulayan ABD’nin finansmanı kralımız Selman” deseydi daha içten olurdu. Hiç sağda, solda düşman falan aramayalım, İslam ülkelerinin içindeki bu tip satılıklar yeter de artar bile. Hiç ABD’ye, İngiltere’ye falan kin bilemeyelim. Dünyada akan kanın müsebbibi bu beyinsiz Müslümanlardır. Herhalde Akif, “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” diyerek bu tiplere işaret etmiş olmalı.

İslam dünyası bıraksın başka düşmanlarla uğraşmayı da önce içindeki irinlerden bir silkinse iyi olur. Müslümanlığın önündeki en büyük engel bedenen Doğulu, zihnen Batılı bu ahmaklarda. Belki bitmeyen felaketlerimiz bu beyinsizler yüzünden. Oturup kalkalım, önce bu zihniyetlerle mücadele ederek adam gibi adamlar yetiştirelim. Bu tipler yüzünden bizim, Müslümanlıktan önce insanlık sorunumuz var. Önce nitelikli insan yetiştirme üzerine yoğunlaşsak çok iyi olacak. Kişilikli insanlar yetiştirelim. Müslüman olmadan önce kişileri kişilik sınavından geçirelim. Bu geri zekalı, ABD’nin ajanı olsa bu kadar açık ve seçik konuşamaz. Biz oturup kalkalım şu kadar bağımsız İslam dünyası var havaları falan atmayalım.  Başta Suudi Arabistan olmak üzere çoğu İslam ülkesi, esaretin de ötesinde bir zillet hali yaşıyor. Bu şekilde satılık ağızlara ABD ve AB az bile yapıyor. Biz içimizdeki bu tipler yüzünden her şeye müstahakız.

Allah Müslümanlara feraset, basiret ve izan versin. Bu Müslüman görünümlü tiplerin şerrinden korusun. Hac ve umreye gidenler de bu beyinsizin arkasında namaz kılmasın. Baktılar ki bu  var. Gidip kendi başına kılsınlar namazlarını. 19/09/2017

* 23/09/2017 tarihinde Ladik Biz sitesinde ve 25/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün agzetesinde yayımlanmıştır.


18 Eylül 2017 Pazartesi

Gözlükler Yeniden Yüzü Kaplar Oldu

Bir zamanlar çerçevesi büyük siyah gözlükler vardı. Sonra  göz bebeğimizi kapatacak şekilde küçüldü küçüldü. Ağırlığı bir o kadar da hafifletildi. Neredeyse sadece cam kalmıştı gözümüzde. Her sektörde olduğu gibi gözlük sektörü de durmadan her yıla uygun yeni modeller sürdü piyasaya. Yeter ki yeni model olsun, piyasa ve pazar sorunu yok firmaların.

Bugünlerde yeni sürümler görüyorum gözlerde. Geçen gün otobüse bindim. Gözlüğü yüzünü kaplarcasına bir kız çocuğu bindi otobüse. Geçti arkadaşıyla birlikte karşıma oturdu. Kızın gözlüğü dikkatimi çekti. Her ne kadar gözlerimi indirsem de, sağa-sola baksam da, telefonumdan haberleri okusam da nereye geldim, ineceğim yeri geçip gitmeyeyim diye zaman zaman kafamı kaldırıp ineceğim yeri kontrol ettim. Her defasında kızın gözlüklerine takıldı gözüm. Göz göze gelmemen zaten mümkün değil. Sağ olsun ve eksik olmasınlar, belediyelerimizin yurtdışından alıp da kamu hizmetine sundukları araçlarda ters koltuk, karşılıklı koltuk olmazsa olmaz. Sanki Allah’ın emri! Hangi akla hizmetle bu tip araçları bir hizmet aracı olarak alıyorlar, bunu da anlamış değilim. Bugün dünyadaki sektörlerin hepsi müşteri memnuniyeti olacak, malımı satacağım diye müşterinin istediği şekilde ürün imal edip piyasaya sürüyor. Sanırım bizimler “Biz şöyle şöyle istiyoruz” diye bir talepte bulunmuyor, gidip gördüklerinden, ellerinde olandan seç-beğen getiriyorlar. Aslında çok beğeniyorlarsa böyle araçları, kendilerine makam aracı yapsalar, zaman zaman ters koltuklara da binseler fena olmaz diyeceğim ama şimdi konumuz bu değil.

Kızın gözündeki gözlüğü görünce “Bunlar bizim çocukluğumuzda taktığımız kaba, hantal, burnumuzun üstünü acıtan ve iz bırakan  gözlükler dedim içimden. İç bu. Durur mu? Ardından “Anasını boyayıp babasına satmışlar” dedim. Başka ne dedim? “Eskiye itibar olsaydı bitpazarına nur yağardı” dedim ama der demez de geri aldım sözümü. Zira nur yağmış ki bizim eski çerçeveler yeniden piyasaya çıkmış. Müşterisi de var maşallah! Allah eksik etmesin bu tüketicileri. Yoksa ne yapacaktı firmalar ellerinde ürettiği onca çeşit gözlüğü? Başka ne dedim? Onu da söyleyeyim: “Çerçeve beğenmek için gittiğimiz gözlükçü, ‘Devletin ödediği gözlük bu, işe yaramaz’ dediği, büyüklerin yakın gözlüğü olarak taktıkları gözlük bu” dedim. Yeter ki elime düşmeye, kendime iş bulmaya kalkayım. Bulurum evelallah! Gözlükçü böyle der demez elimizin tersiyle devletin ödediği çerçeveyi iter, öbürlerine bakarız. Çerçeveyi beğendikten sonra gözlükçü peşini bırakmaz, “Efendim cam numaranız büyük, haliyle camı da kalın olur, çirkin gösterir, üstelik ağır olur, en iyisi biz bu camı inceltelim” der. Ona da tamam dersin. Ardından “Efendim Güneşe veya ışığa karşı duyarlılığınız varsa şu özellikte bir cama ne dersiniz” sözünü de havada kaparız. İş gelir hesap yapmaya. İtalya’dan çuval çuval getirilen gözlüklerin bir tanesine bir çuval para bayılır, oradan ayrılırız. Neyse konumuz gözlükçüler değildi, biliyorsunuz.

Gelelim kıza…“Bu göz, bu burun, bu kafa, bu kulak bu çerçeveyi nasıl taşır dedim yine içimden. Neyse moda ise yapılacak bir şey yok. Firmalar malını pazarlayacak, biz de alacağız. Ama benim bir şansım var. Zamanında her çerçeve almak için gittiğim gözlükçü “Bunların modası geçti, bunlar şimdi kullanılmaz” dedikleri çerçeveler hala duruyor bende. “Emekli olunca ne iş yapacağım derdin Ramazan, al sana yeni bir meslek. Elimde bulunan, arşive kaldırdığım eski gözlükleri sermaye yaparak başlarım bu işe, gerisi Allah kerim.” dedim yine kendi kendime. Gözlüğü gördükçe ufkum açıldı, daha analitik düşünmeye başladım. “Her ne kadar yaşlansan da sende daha çok iş var Ramazan” dedim tabii yine içimden. Bakın ben bunları yazarken “Kendi kendine mi konuştun” diyebilirsiniz. Bilin ki kendi kendime konuşmadım, sadece içimden geçirdim.

İnmek için davrandığımda son kez bir daha bakayım dedim, gerçi bakmama gerek yok, istemesen de zaten bakacaksın, zira karşında, gözünün önünde. Bir de ne göreyim! Kızımızın kulağında değişik ebatlarda 4 tane küpe mi denir bilmem, metal gördüm. Vay o kulağa! Garibim ne kadar da çekiyordur bu metallerle dedim ve otobüsten indim.

Aradan birkaç gün geçti, şimdi kızı görsem tanımam ama gözlük gözümün önünde. Çok beğendiyseniz en yakın gözlükçünüze lütfen uğrayın. Bana bendekiler yeter… 18/09/2017

En iyi

-okul, kazandığın/gittiğin okuldur.
-bilgi, öğrenip kullandığın bilgidir.
-öğretmen, faydalanacağına inandığın öğretmendir.
-öğrenci, faydalı olacağına inandığın öğrencidir.
-iş; severek yaptığın, kendini verdiğin iştir.
-ev, içinde yaşadığın evdir.
-müdür, iletişimi iyi olan ve paylaşan müdürdür.
-çalışma, kalp huzuru duyduğun çalışmadır.
-evlat, elinden geleni yapan evlattır.
-eş, seni anlayan eştir.
-okul, evine en yakın okuldur.
-personel, elinde mevcut olandır.
-ibadet, kendini vererek yaptığındır.
-imkan, olanla yetinmektir.
-göz, güzel bakan gözdür.
-kulak, güzeli işitendir.
-ülke, yaşadığın ülkedir.
-mutluluk, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir.
-en iyi dil, kötü söz çıkmayan dildir.
-insan, mütevazı insandır.
-yorgan, ayağını kapatan yorgandır.
-öğrenci; düzenli-tertipli çalışandır.
-öğretmen, devamlı olan öğretmendir.
-siyasetçi, sorumluluğu paydaşlarına yayandır.
-siyasetçi, siyaseti tadında bırakandır.
-siyasetçi, istişareye önem verendir.
-sistem, sık sık değişmeyen sistemdir.
-kurum, kültürü olan kurumdur.
-çocuk, yarış atı görülmeyen çocuktur.
-kadın, modayı takip etmeyen kadındır.
-dünür, fazla bir şey istemeyen dünürdür.
-insan, başkasından beklentisi olmayan insandır.
-arkadaş, iyi-kötü gününde yanında olandır.
-muhabbet, üçüncü kişinin konuşulmadığı muhabbettir.
-göz, başkasının malında-mülkünde gözü olmayan gözdür.
-mide, hazm eden midedir.
-sosyal paylaşımcı, yediğini-içtiğini paylaşmayandır.
-lokanta, kendi ellerinle yaptığın evin mutfağıdır.
-gezi/tatil, kendisini beş yıldızlı otellere hspsetmeyen tatildir.
-yemek, acıktığın zaman yediğin yemektir.
-müdür, gücünü makamından almayan müdürdür.
-sofra, misafiri eksik olmayan sofradır.
-kişi, olanla yetinendir.
18.09.2017