9 Eylül 2017 Cumartesi

Haklı Olmak Herkese Bağırıp Çağırmayı Gerektirmez

Birileri seni istemiyor belli. Önünden, arkandan son vuruşu yapmaya çalışıyor. Bunun için her yolu deniyor. Çünkü arı kovanına çomak soktun. Yaşamaları için senin yok olman gerekiyor. Bunun için itibar kaybı dahil her şeyi, her yolu mubah görüyorlar. Hayat hakkı tanımayacaklar sana. Zira biletin kesildi, kalemin kırıldı. Maazallah öldürmeyi bile deneyecekler. Bunu sağır sultan bile biliyor artık. Öyle zannediyorum, kendin de biliyorsun bunu. Zaten bu yüzden hep 'yalnızım' diyorsun.

Şunu bilmeni isterim ki bu dünyada iyilerin sessizliği kadar kötü bir şey yok. Herkes senin haklı olduğunu biliyor. Buna rağmen herkes kafasını kuma gömdü, olanları izliyor perde arkasından. Kimse kendisine sıra gelmesin istiyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyor. Bu yüzden suyu üfleyerek içmeyi de bıraktı. Su bile içmiyor, ne olur ne olmaz diye. 

Evet, savunduğun fikirler doğru ve önemli. Bundan kimsenin şüphesi yok. Ama şunu bil ki haklı olman kazanacağın anlamına gelmiyor. Çünkü ortada kurtlar sofrası var ve bu sofrada sana ve senin değerlerine yer yok. Dünyayı aralarında paylaşanlar hala nemalanmaya devam ediyor. Kimsenin bu sofraya ortak olmasını istemiyor. Gerekirse binlerce kan akıtacaklar.

Durum bu iken yeni bir yol haritası belirlemende, yoğurdu üfleyerek yemende fayda var. Çünkü sen bu ülkeye lazımsın. Bil ki seni götürmek için gerekirse ülkeyi de yakıp yıkacaklar. Yıllardır arkandaki halk desteğini çekmeye çalışıyorlar. Bu yolları tamamen bitirdikten sonra sırada kan, ölüm dahil her şey var. Zaten 15 Temmuz da bunun provasıydı. Kanlı darbe teşebbüsünde de başarılı olamayınca uluslararası arenada kıskaca alacaklar. Sana ve yönettiğin ülkeye dünyayı dar edecekler.

Biliyorum, bunların hepsini hatta daha fazlasını biliyorsun. O zaman ne yapıp et, ama başka yollar bul. Haklılığını gösterecek başka yollara tevessül et. Uluslararası ilişkileri meydanlara taşıma, ülkeleri alenen eleştiri konusu yapma. Bu, savunduğun fikirlerden vazgeç anlamına gelmiyor. İyi bir hatipsin. Önce üslubunu değiştir, her doğruyu her yerde söyleme, köre kör deme. Bunun için kurulacak masalara sakla son sözünü. Masalarda konuş hep. Savaşlar, kavgalar masalarda kazanılır, meydanlarda değil. Hep soğukkanlı ol. Zira bu durumda olayları daha iyi analiz edebilirsin.

Herkesi muhatap alıp cevap verme. Madem sen herkese cevap vereceksin, o zaman ne diye o kadar danışman, bakan vs kişileri bulunduruyorsun? Birilerine cevap verilecekse elemanların yapsın bunu. Sen en son konuş. Bil ki “Ben doğruyu, doğru adamı severim” dese de kimse kendi aleyhine olan doğruyu sevmez. O yüzden bu dünyada doğrucu Davutlara yer yok.

Bu ülkede herkes tatil yapıyor, kimse rahatından ödün vermiyor. Buna rağmen sen her yerdesin. Unuttum en son tatili ne zaman yaptığını. Biliyorum dertlisin, için yanıyor, oturmak bize yakışmaz diyorsun. Ama yaşamak için dinlenmeye ihtiyacın var. Dinlenirken yeniden enerji depolayacaksın. Ayakların yere basarak geleceksin tekrar. Dinlenmezsen vücut yorgun düşünce bu sefer herkesi eleştirmeye başlarsın.

Şunu bil ki senin haklılığın herkesin anladığı kadardır. O yüzden zamana ihtiyaç var. Ne olur diplomatik dili elden bırakma, siyasi davranmayı bil çoğu zaman, içine atmayı öğren biraz da. Her şeye dişini gösterme! Biraz daha sükunet...Allah yardımcın olsun, senin gibi dertlenen indan ve ülkelerin sayısını artırsın. 09/09/2017

"Suyumu Bulandırdın Türkiye!” *

Türkiye'nin belirli gün ve haftaları arasına bir de 17-25 Aralık haftası girdi. Kimine göre ortaya çıkartılan büyük bir yolsuzluk operasyonu, kimine göre ise hükümete karşı yapılmış bir darbe operasyonuydu. Bu süreçte Rıza Zarrap, Zafer Çağlayan, Halkbank ve müdürü, İran gibi kişi ve yer isimleri çokça kullanıldı. Ayakkabı kutularına istiflenmiş paralar boy boy gösterime girdi. Gözaltı, soruşturma açmalar birbirini izledi. Gazete ve televizyonlarımız günlerce, aylarca bu konuyu haber yaptı, üzerine yorumlar alındı. Bunca yıl geçmiş olmasına rağmen taraflar birbirini ikna edemedi.

Ben 17-25 olaylarını sapla-samanın karıştırılarak ülkeye karşı yapılmış bir operasyon olduğuna inananlardanım. Ortada ABD’nin ambargo uyguladığı İran’a karşı Türkiye ve İran arasında yapılan bir ticari ilişki söz konusu. Bu ticaretin el altından ambargoyu delmeye yönelik olduğu anlaşılıyor.  17-25 sürecinde adı yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla anılan kimselerin ne kadar bu işin içerisinde olduğunu bilmiyorum. Yolsuzluk ve rüşvet var mı onu da bilmiyorum. Zira yolsuzluk yapacak olan ve rüşvet alıp verecek olan zaten kılıfını hazırlamıştır. Bunların belgesi olmaz. Ancak kişilerin itirafı ile ortaya çıkarılabilir. Basında çıktığı kadarıyla Zafer Çağlayan’ın kendisine hediye edilen pahalı saat mideyi bulandırmıyor değil. Ancak ortada bir algı oluşturulmak istendiği de sır değil.

Olaylar bu şekilde raflarda yerini alırken Rıza Zarrap’ın, Halk Bankası müdür yardımcısının ABD’de gözaltına alındığı haberleri ajanslardaki yerini aldı. MİT müsteşarı olayı, MİT tırları, tapeler, 17-25 Aralık, Gezi olayları ve son vuruş olarak 15 Temmuz darbe girişimini servise kondu birileri tarafından. Anlaşılan birilerinin bizimle sorunu bitmediği gibi işler kan davasına dönüşmüş. Burada garip olan adı anılan kişilerin tutuklanacaklarını bile bile ABD’de ne işlerinin olduğudur. Yeni hazırlanan iddianameye göre Zafer Çağlayan’a da dava açılmış. Daha arkadan neler gelecek, Türkiye’yi ne tür yaptırımlar bekliyor, zaman gösterecek. Ama görünen o ki perşembenin gelişi çarşambadan belli.

Şunu anladım ki dünyayı dizayn edenler bize küçücük bir toprak parçası bırakırken bile kendi halimize ülkeyi yönetmemizi istememiş. Öyle bir sistem kurmuşlar ki ancak onların bize verdiği rolü oynayabiliriz. Kim bu rolün dışına çıkmaya çalışırsa Çin işkencesi gibi başı ezilir. Onlar istediği gibi bir ülkeye ambargo koyacaklar, sen ona uyup o devletle alışveriş yapmayacaksın. Onlar ambargoyu kaldırırlarsa sen de buna uyacaksın. Onlar bir devleti kınayacak, sen de kınayacaksın. Onlar bir ülkeyi terörle yola getirmeye çalışacak, sen sesini çıkarmayacaksın. Onlar karşılıksız para basacak, sen kendi paranı bırakıp onun sahte parasını kullanacaksın. Onlar silah satmak için devletleri birbirine kızıştıracak, sen sadece seyredeceksin. Yani onlar dünyada ve bu ülkede istedikleri gibi at koşturacaklar, sen hepsine eyvallah diyeceksin. Şimdi de senin bakanını kendi ülkesinde rüşvet aldı iddiasıyla yargılayacak. Dünyaya kendi istedikleri şekilde nizamat vermeye çalışan emperyalist devletler Türkiye’yi boğmak için ellerinden ne geliyorsa hepsini bir bir sahaya sürüyorlar.

Gördüğüm kadarıyla Türkiye; ABD, Almanya vb devletlerin suyunu bulandırmıştır. Ülkenin kabuğunu kırması, kendi başına buyruk hareket etmesi istenmemektedir. Türkiye’yi yönetenlerin bu süreçte çok soğukkanlı olması gerekir, iyi bir diplomasi yürütmelidir. Her doğruyu her yerde söylememelidir. Dışarının bu düşmanlığı aleni bir hal almışken her şeyden önce içte birlik ve beraberlik için acilen yapıcı adımlar atması gerekir. 09/09/2017

** 11/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




8 Eylül 2017 Cuma

Çok ucuza satmışsın be kardeş kendini!

Kurban Bayramında altımda arabamla kurban kesim yerine gittim. Bayramda ücretsiz olmasına rağmen ne olur ne olmaz diyerek cebime toplu ulaşımda kullandığım 'el kart' adı verilen indirimli kartımı da aldım.

Bayram geçtikten sonra evimi ve cebimi yokladığımda el kartın yerinde yeller estiğini anladım. Kesim yerini aradım orada düşmüş olabilir mi diye. Zira orada beklerken birkaç defa elime aldığımı hatırlıyorum. Ellerine böyle bir kartın geçmediğini ifade etti çardak sahibi. Orada olmadığına göre geriye kalan bir ihtimal cuma namazı kılmak için gittiğim cami veya civarında düşmüş olmalı.

Cebimde alternatif olarak bulunsun diye yeniden el kart çıkartmak için belediye el kart bürosuna gittim. Yeni kart çıkartmanın bedeli 2.5 lira, kartı yeniletmenin bedeli ise 11.00 lira imiş. Kaybetme cezası olsa gerek. Neyse başa gelen çekilir. Kartı çıkartamadım. Çünkü yetkili, aktif olarak çalışıp çalışmadığımı öğrenmek için görev yeri belgesi istedi.  Sisteme işleyecekmiş. Ben de sistemden otomatik olarak bakıyorlar diye yanımda belge götürmemiştim. Hasılı el kartı çıkartamadım.

Görevliye kartımın birinin eline geçip geçmediğini öğrenebilir miyim? Zira içinde 7 lira civarında para olması lazımdı dedim. Sağ olsun sisteme baktı. "Kartınızda bakiyeniz gözükmüyor, kullanılmış, kartınızı kullanıma kapatıyorum" dedi.

Yeni kart çıkartamadım. Ama boşu boşuna uğramamış oldum. En azından kartımın kullanımda olduğunu öğrenmiş oldum. İçin için de sevindim. Zira bir insanımıza faydam dokunmuş oldu. Keşke içinde biraz daha kredim olsaydı da bu beleşe yerleşen kardeşim, sayemde toplu taşımadan biraz daha faydalanmış olurdu. Hatta kendini tanımış olsaydım kendisi için bir boş mezar da satın alırdım. Ne yazık ki bu kardeşimiz bundan sonra hem el kartımdan, hem de kendisi için alacağım boş mezardan mahrum kaldı.

Severim fırsatları değerlendiren bu tip insanları. Üstelik ucuz adam! Fazla malda gözü yok, su akarken suyunu dolduruyor. Hem de nereden geldiğine bakmadan. Bulduğuyla yetinen biri anlaşılan. Üzümü yiyor, bağını sormuyor. Sonra kim götürecek bu kartı, bu sıcakta el kart bürosuna " Ben bunu buldum" diye.  O zaman insanlığından ödün vermiş olur. Kartı bulduğu yere bıraksa milli servete yazık! Sonra ortalık pek tekin değil; hırlısı var, hırsızı var. Sonra yedi mi kartını? Kullandı attı. Zaten bu kart kullanmak için değil mi? Ha sen kullanmışsın, ha o! Ne fark eder! Bir defa iyilik sevaptır. Belki de bekletiyordur cebinde. İnşallah bana kızmamıştır, "Allah'ın cimrisi, ha biraz daha yükleseydin" diye.

Ama bu kardeşimiz kendisini çok ucuza satmış, çok ucuza gitmiş. Bir de hayat pahalı derler. Alın size ucuz mu ucuz bir insan. Aslında tevazusundan olsa gerek ucuza gitmek. Ucuz insan pahalı mal almaz derler. Bu kardeşimiz de böyle biri anlaşılan.

Ucuz adam olduğunu, kendisini az bir pahaya sattığını anladım. Ama bu kişinin aynı zamanda cesur olduğunu öğrendim. Başkasına ait olan bir kartı şoförün gözünün önünde tutmak büyük cesaret ister. Çünkü fotoğrafta resmim var. Kıpkırmızı saçlarım en büyük alametifarikam. Ya şoför, "Sen öğretmen misin, üstelik resim sana benzemiyor" deyip karta el koysaydı. Hasılı cesur adam vesselâm! Gerçi kimsenin alnında öğretmen olduğu yazmıyor. Ayrıca şimdinin öğretmenlerinin öğretmen olduğu hiç belli değil. Eskiden bir teamül vardı öğretmende. Elinde kitabı, boynunda kıravatı, üzerinde takım elbisesi...tıraşı ise sinekkaydı olurdu. Şimdinin öğretmenleri hepten tebdili kıyafet artık.

Gelelim şimdi sana Ramazan. Altında araban varken, üstelik otobüsler bedava iken cebinde kalabalık eden her türlü eşyayı eve bırakırken ne diye yanına bu el kartı aldın? Haydi tedbirli birisin, kartı yanına aldın diyelim. O zaman ne diye sahip çıkamadın kartına? Haydi, insan kaybedemez mi diyebilirsin. O zaman bu el kartı kaybını bu kadar büyütmeye, üstelik yazı konusu etmeye ne gerek vardı? Sana sorulacak çok soru var Ramazan ama neyse...Anlaşılan yaşlandıkça kaybettiklerin artacak. Sen bırak kartı, kendini kaybetmediğine dua et! Belki de bu günler senin en iyi günlerin! 08.09.2017

7 Eylül 2017 Perşembe

Kişinin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkarmanın Yolu

İnsanoğlu çözülmesi muamma bir varlıktır. Nasıl biri, kim olduğu; huyunu, suyunu ortaya çıkarmak zaman ister. Olaylara göre, zamana göre, menfaat ve çıkarına, kızgın ve sakin haline göre farklılık gösterir. Kendini gizlemeyi, pazarlamayı çok iyi becerir. Farklı farklı yüzü vardır.

Hangi insan olursa olsun her insanın gerçek yüzünü ortaya çıkaran damarına basılma anıdır. Kimin hassasiyetinin ne olduğunu tespit edebilirsen onun yumuşar karnı odur. Oraya bastın mı gerçek yüzünü öğrenirsin. Mesela adam iyi bir cemaatçi mi yanında bağlı olduğu cemaati eleştir. Bak bakalım o dostunun eski sakinliğinden eser kalır mı? Ne sapıklığın kalır ortada, ne de kafirliğin... Fanatik derecede iyi bir partizan mı? Partisinin bir icraatine bir vur bakalım. O zaman görürsün Hanya'yı ve Konya'yı... Düşüncesinin bağnazı mı, eleştiri getireceksen önce çoluk-çocuğuna helâlleşmeyi unutma.

İnsanoğlu önlerinde kemik yokken birbiriyle çok iyi geçinen köpekler gibidir. Aralarına kemik atılırsa o köpeklerin ne sakinliği kalır ortada, ne de oynaması. Kemik kapmak için birbirini paralar. Çünkü kemik, köpeğin yumuşak karnıdır, damarıdır, olmazsa olmazıdır.

İnsanoğlunun da yumuşak karnına basarsan sonucuna katlanmayı kabulleneceksin demektir. Kızar, hırçınlaşır, vurur, kırar, döker ve küser. Bu konuda gözünün üstünde kaşın var dememek, dostunun gerçek yüzünü göstermesini sadece öteler. Ama gerçek yüzü er veya geç ortaya çıkar.

Sonu acı olsa da gerçekleri örtmeye çalışmaktan ziyade insanların gerçek yüzünü ortaya çıkarmada fayda vardır. Bunun için güzel bir üslupla işe başlamak lazımdır, kırmadan-dökmeden... 07.09.2017

Reklamını Yaptığın Ürününü Almayacağım!

Televizyonlarda verilen reklam arasındaki reklamlardan bahsetmiyorum. Onlar vermeye devam etsinler. Burada kara listeye aldığım ürünler internet vasıtasıyla herhangi bir yazıyı tıklayınca önüme gelen, suyumu bulandıran reklamlardır.

Aynı sitede farklı yazılara girmek için tıklar tıklamaz hemen aynı reklam geliyor. Ya karşına 10 saniye sonra gidecek, beklemek istemiyorsan reklamı kapat uyarısı çıkıyor bir köşede. Ya da bazen sağında, bazen solunda gizlenmiş bir pencere geliyor x görünümünde. Reklam bazen sayfayı açar açmaz geliyor, bazen de yazıyı okumaya başladıktan sonra. Gelen çarpı işaretini kapat kapatabilirsen. Çünkü öyle bir yere monte edilmiş ki kapatmaya çalışırken karşına reklamın açılımı geliyor. Sonra sil baştan sayfaya tekrar geri dönmeye çalışıyorsun. Lütfedip açılır açılmaz karşına yine az önceki reklam geliyor. Amaç yazının okunması mı sağlamak, yoksa reklamı izletmek mi? Bazen karşına çıkan bu davetsiz misafirlerin gitmesini bekliyorum, az önceki yöntemleri uyguluyorum ama nafile. Sayfayı düzenleyen öyle bir tuzak kurmuş ki kaçışın yok. Bu reklamı tıkla, yoksa sana buradan ekmek yok diyor. Çaresiz gitmesini bekliyorum. Beklerken de reklamı yapılan ürünü almasam da bu ortama hayır dualarımla katkıda bulunuyorum. Yani boş durmuyorum, bunu bilin.

Haydi diyelim ki sitenin geliri bu reklamlardan. Yaşaması için reklam alması gerekiyor. Tamam alsınlar diledikleri reklamı, reklam veren de dilediği kadar reklam versin, evine-işyerine bu ürünlerden stok yapanlar yapsın, kimsenin ürününde ve reklamında gözüm yok. Onlara bol alışverişler dilerim. Bari bu reklam sadece sayfayı açınca gelse. Aynı reklam her bir haber ve yazıyı tıklayınca karşıma çıkıyor. Her çıkışında reklama daha fazla bileniyorum, "Acımdan ölsem, yiyecek bir şey bulamasam, ürünün başka satış yeri olmasa, benim için vazgeçilmez bir ürün olsa dahi ömrüm kifayet ettiği müddetçe bu ürünü almayacağım" diyorum. Sülük gibisiniz yahu! Bırakın peşimi, başka işiniz-gücünüz yok mu sizin. Şöyle ağzımızın tadıyla bir yazıyı açıp arkaya yaslanıp okuyamayacak mıyım? Yırtık dondan çıkar gibi çıkıyorsunuz olur-olmaz.

Sizin bu cansiperane bir şekilde reklam izletme çabanız bana bazı esnafları hatırlattı. Sen yeter ki böylelerinin dükkanına o değilden bir girmiş ol. Girdiğine, gireceğine pişman olursun. Önüne terekteki bütün malı yığar. Alıcı değilim desen de fayda etmez. Teşekkür ederim, kalsın desen bu sefer, "Malın neyini beğenmedin, rengini mi, parasını mı? Böyle malı, bu fiyata bu piyasada bulamazsın" şeklinde sayar durur. Ya mecburen alırsın. Ya da saralı gibi kaçarsın oradan.

İnternet siteleri yazılarının arasına reklam sıkıştırmaktan kafasını kaldırır da yazımı okurlarsa hem kendilerine, hem de okuyucuya büyük iyilik yapmış olurlar, reklamlarını da tadında verirler. Ama anladığım kadarıyla siz, ürünün satışından değil, tıklanmasından kazanıyorsunuz. Bu yüzden müşteri avlama peşindesiniz. Şunu tekrar bilin ve duyun! Ne o ürünlerden alacağım, ne de verdiğiniz reklamı tıklayacağım. Daha ne diyeyim, Allah hayrınızı versin. 07.09.2017

Okullarda Yapılan Mesleki Çalışma Komedisine Bir Son Verin Artık

İki haftası haziran son iki hafta, iki haftası da eylül ilk iki hafta olmak üzere öğretmenler okullarında 09.00-13.00 saatleri arasında mesleki çalışma adı altında seminer yaparlar.

Gelen, geliş imzasını atar, yanına birkaç kafa dengi arkadaşını alır; bir kenar, bir köşe bulur, ya muhabbete dalar, ya da istirahata çekilir. Çıkış imzası çıkıncaya kadar devam eder bu. Sirkü daha önce çıkar mı diye ara sıra kafalar iner, çıkar, sağa-sola bakılır, birbirine sorulur. İmza sirküsü tedavüle çıkmışsa kimsenin keyfine diyecek yoktur. İmzasını atan yorucu bir çalışma ortamının ardından istirahata çekilmek üzere evinin yolunu tutar. Ertesi güne Allah kerim!

Yıllardır devam eden bu komediye Bakanlık çok büyük önem atfediyor. Günler öncesinden çalışmanın ne şekilde yapılacağını yazar, çizer ve illere gönderir. Bakanlığın gönderdiği bu yazı sonrası il ve ilçe müdürlüklerinin planlaması çöpe gider. Artık rutin hale geldi birinin planlaması diğerinin planlamasını dövdüğü.

Seminer çalışmasının sona erdiği son iş günü itibariyle hazırlanıp imzaların atıldığı çalışmalar okul müdürlüklerine teslim edilir.

Eskiden seminer çalışma ve planını iller hazırlarken son birkaç yıldır Din Öğretimi Genel Müdürlüğü hangi gün, hangi çalışmanın yapılacağı ile ilgili bir plan göndermeye başladı. Din Kültürü, İHL meslek dersleri öğretmenlerini ve İHO/İHL’lerde çalışan diğer branş öğretmenlerini belirlenen okullarda seminer çalışması yapmak üzere hepsini bir arada toplar oldu. Kenarda köşede belirlenen okul, öğretmenler tarafından güç-bela bulunur, öğretmenler toplanır, girer, çıkar, imzalar atılır ve dağılır.

Öğretmenler seminer çalışmasını kendi okullarında yapsa da, gideceği illerde yapmış olsa da bir ildeki bir okulda toplasan da durum üç aşağı, beş yukarı bu şekilde. Kelin merhemi olsa başına sürer misali plan ve organize yapmakla sorumlu olan il, ilçe, okul müdürlükleri kendilerine bakmaktan aciz, planlamadan uzak bir görüntü çiziyor. Burada amaç öğretmenleri bir araya toplamaksa maksat hasıl oluyor. Bu açıdan tüm kesimlerin içi rahat olsun. Ama Bakanlığın istediği bu değil. Bundan da herkesin haberi olsun. Maalesef hiçbir faydaya haiz değil bu seminer çalışmaları. Üstelik görüntü de hoş değil. Bu atmosferde Bakanlığın istediği müfredatın tartışılması, etkinliklerin belirlenmesi, eğitimde iyi örneklerin ortaya çıkarılması gibi ürünler ortaya çıkmıyor.

Bu durumda ne yapmak lazım? Öncelikle planlamayı ve çalışma takvimini kim yapacak, bu belirlenmelidir. Sorumluluk tek kuruma verilmelidir. Ya ildir, ya da ilçedir. Bakanlık yapacaksa tüm kurumlar buna uymalıdır. Bakanlığın belirlediği çalışma takvimi de valiliklerin daha önceden hazırladığı takvime uygun olmalıdır. Bakanlığın bünyesinde bir müdürlük olan Din Öğretimi Genel Müdürlüğü planlama ve organize işine karışmamalıdır. Karışacaksa ilgilendiği alan sadece İHO ve İHL’lerde çalışan tüm branş öğretmenleri ve diğer okullarda çalışan Din Kültürü branşındaki öğretmenler olmamalıdır. Din Öğretiminin hazırladığı plan kafa karışıklığına sebebiyet verdiği gibi bir okul türü öğretmenlerini ve bir branşı mesleki çalışmalardan soyutlaması güzel bir görüntü vermiyor. Eğer din öğretimine özel bir önem atfediliyorsa ilçe milli eğitimlerde din öğretiminden sorumlu şube müdürleri var. Bırakalım onlara bu işi. Onlar yapsınlar bu planlamayı. Her şey tepeden gelecekse aşağıda o kadar müdürlüğü ve elemanı niçin bünyemizde barındırıyoruz? Ayrıca seminer çalışmasında bir bölgede bulunan tüm öğretmenleri bir araya toplayarak oradan bir fayda sağlanamaz. Eğer amaç gerçekten güzel bir ürünün çıkması ise bunun için aynı branş öğretmenleri küçük küçük gruplara ayrılarak konuların değerlendirilmesi istenebilir.

Geçen yıldan beri katıldığım seminer çalışmasında öğretmenlerin, idarecilerin, üst yöneticilerin verdiği görüntü dostlar alışverişte görsün görüntüsüdür. Kimseye de fayda sağlamaz bu. Bu işler ya adam gibi yapılsın, ya da arşive kaldıracak şekilde çöpe gitsin. O zaman öğretmenlerin yaz tatili 3 aya çıkar, bizim amacımız öğretmenlerin tatilini kısmak denirse şunu bilin ki öğretmenler üç ay falan tatil istemiyor. Bunun yolu da okulları 180 iş günü değil 200 iş gününe çıkarmaktır. Okulları her yıl eylülün ilk haftası açalım, haziran son haftası kapatalım. Böylece maksat hasıl olmuş olur. Yok, biz gülünç duruma düşsek de bu maceraya devam edeceğiz denirse o zaman kafanızı kuma gömün işinizi yapmaya devam edin. 07/09/2017


Sürekli İlaca Bağlı Yaşayanlar ile Kredi Mağdurları *

Başlığı okuyunca ilaç kullananla, kredi mağdurları arasında nasıl bir bağ var? Başlığa bak, hizaya gel diyebilirsiniz. Kimse kusura bakmasın, akşam otururken nedense aralarında sıkı bir bağ olduğu aklıma düştü. İlaç sektörü veya ilaç sanayisini kredi veren bankalara, sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakılanları da kredi çekmek zorunda kalıp hayatı boyunca kredi borcu ödeyenlere benzetiyorum.

Bir insan krediyi niçin çeker? Bir ihtiyacını gidermek için toplar, çıkarır, eldeki hesap tutmayınca, eşten dosttan da borç bulamayınca bankaların kapısını çalar. Kendisine kredisi kadar kredi verilir. Krediyi çeken çektiği parayı ihtiyacı olan yere yatırır, derin bir nefes alır. Bizdeki ilkbahar gibi kısa bir süre rahatlar. Krediyi ödemeye başlayınca üç-beş ay hesap-kitap tutar, ardından ödeme güçlüğü çekmeye başlar. Gerekirse yapılandırmaya gider. O banka, bu banka derken aşağı yukarı tüm bankalarla çalışmaya başlar. Ödemesini düzenli yapan biri  olsa bile ömrünün geri kalan kısmını bankalara kredi borcunu ödemekle geçirir. Kolay kolay da iki ayağı bir pabucu girmez. Ardından evdeki bulgurdan da olur, iflas bayrağını çeker. Bankalar, kredi çeken vatandaşın ödeme zorluğu çekeceğini bilmesine rağmen avının peşini kolay kolay bırakmaz. Hatta hiç o tarakta bezi olmayan vatandaşa da kredi vermek için didinir durur. Çünkü daha fazla kazanmanın yolu vatandaşı yolmaktan geçiyor. 

İlaç sektörleri de hastalıklara deva olsun diye hastalığı tedavi etmek için ilaç üretirler ve bu ilaçları tüketecek ve kullanacak hastalara ihtiyaç duyarlar. Özellikle hastayı sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakmak sürekli o ilaç satmak demektir. Kanser hastalarına uygulanan ilaçlar, diyabet hastalarının kullanmak zorunda kaldığı şeker hapları, tansiyon vb. haplar sürekli tedavülde olmalıdır. Yeter ki sen hastalanmayı gör. Rapora bağlı hastalar ilaç sektörü için en iyi müşteri tipidir. Sürekli ilaca mahkum hastalara önce ölüm gösterilir, sonra sıtmaya razı edilir.

Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim. Gördüğünüz gibi burada banka ve ilaç sanayisi paraya para demiyor. Varsa yoksa, dinleri imanları paradır. Bu sektörlerde mühim olan insanlık sözü geçmez, önemli olan paradır. Kredi çeken ile hastalığından dolayı sürekli ilaç kullanmak zorunda kalan kişiler ise hayatları boyunca çekecekler. Eğer buna yaşama denirse. Burada tek fark kredi çekenin borcunu kişi kendisi öder, aybaşı gelince cüzdanını bankaya boşaltır, ödemeden ölürse borç devlete fatura edilir. İlaç kullanan ise poşet poşet aldığı ilacı sürekli kullanarak zaten hapı yutar. Çünkü bu ilaçlar ne öldürür ne de ondurur. İlacın parasını da vergisinden almak üzere devlet öder.

Burada paraya ihtiyacı olan kredi çekecek, hasta olan da ilaç kullanacak, ne var bunda diyebilirsiniz. Hiç tavsiye etmesem de kredi çeken kendi kesesinden yer, ilaç kullanan da tedavi amaçlı kullanır. Her ikisinin de eli mahkum. Benim işaret etmek istediğim bu iki sektörde iyi para var. Bu sektörlerin sürekli kazanması için müşteri de sürekli olmalıdır. Özellikle ilaç sanayisinde doktorlar da hastayı tedavi etmek için -eli mahkum- ilaç sektörünün dayattığı reçeteyi yazmak zorunda kalıyor. Eğer amaç insanlıksa hem kredinin hem de hastalıkları tedavi etmenin başka yollarına bakmak lazım. Çözüm olarak sundukları reçete sürekli süründürmek üzerine kuruludur.

Kredi çekmede insanlar ayağını yorganına göre uzatabilirler belki. Hastalıklarda ise birilerinin dayatmalarına mahkum kalıyor insanlar. Kanser ve diyabet hastalıklarında sürekli artış beni korkutuyor. Hasılı hem kredi veren banka, hem de insanları sürekli raporlu ilaçlara mahkum eden zihniyet insanımızı mühim olan insanlık diyerek ayağa kaldıracağı yerde mühim olan paradır  deyip sürüm sürüm süründürüyor. Benden söylemesi. Allah kredi çekmemeyi nasip etsin bizlere. Sürekli ilaca mahkum edecek hastalıklardan uzak tutsun bizleri. Yetecek kadar para, yaşayacak kadar sağlık istiyoruz ondan. 07.09.2017

* 25/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.