Kurban Bayramında altımda arabamla kurban kesim yerine gittim. Bayramda ücretsiz olmasına rağmen ne olur ne olmaz diyerek cebime toplu ulaşımda kullandığım 'el kart' adı verilen indirimli kartımı da aldım.
Bayram geçtikten sonra evimi ve cebimi yokladığımda el kartın yerinde yeller estiğini anladım. Kesim yerini aradım orada düşmüş olabilir mi diye. Zira orada beklerken birkaç defa elime aldığımı hatırlıyorum. Ellerine böyle bir kartın geçmediğini ifade etti çardak sahibi. Orada olmadığına göre geriye kalan bir ihtimal cuma namazı kılmak için gittiğim cami veya civarında düşmüş olmalı.
Cebimde alternatif olarak bulunsun diye yeniden el kart çıkartmak için belediye el kart bürosuna gittim. Yeni kart çıkartmanın bedeli 2.5 lira, kartı yeniletmenin bedeli ise 11.00 lira imiş. Kaybetme cezası olsa gerek. Neyse başa gelen çekilir. Kartı çıkartamadım. Çünkü yetkili, aktif olarak çalışıp çalışmadığımı öğrenmek için görev yeri belgesi istedi. Sisteme işleyecekmiş. Ben de sistemden otomatik olarak bakıyorlar diye yanımda belge götürmemiştim. Hasılı el kartı çıkartamadım.
Görevliye kartımın birinin eline geçip geçmediğini öğrenebilir miyim? Zira içinde 7 lira civarında para olması lazımdı dedim. Sağ olsun sisteme baktı. "Kartınızda bakiyeniz gözükmüyor, kullanılmış, kartınızı kullanıma kapatıyorum" dedi.
Yeni kart çıkartamadım. Ama boşu boşuna uğramamış oldum. En azından kartımın kullanımda olduğunu öğrenmiş oldum. İçin için de sevindim. Zira bir insanımıza faydam dokunmuş oldu. Keşke içinde biraz daha kredim olsaydı da bu beleşe yerleşen kardeşim, sayemde toplu taşımadan biraz daha faydalanmış olurdu. Hatta kendini tanımış olsaydım kendisi için bir boş mezar da satın alırdım. Ne yazık ki bu kardeşimiz bundan sonra hem el kartımdan, hem de kendisi için alacağım boş mezardan mahrum kaldı.
Severim fırsatları değerlendiren bu tip insanları. Üstelik ucuz adam! Fazla malda gözü yok, su akarken suyunu dolduruyor. Hem de nereden geldiğine bakmadan. Bulduğuyla yetinen biri anlaşılan. Üzümü yiyor, bağını sormuyor. Sonra kim götürecek bu kartı, bu sıcakta el kart bürosuna " Ben bunu buldum" diye. O zaman insanlığından ödün vermiş olur. Kartı bulduğu yere bıraksa milli servete yazık! Sonra ortalık pek tekin değil; hırlısı var, hırsızı var. Sonra yedi mi kartını? Kullandı attı. Zaten bu kart kullanmak için değil mi? Ha sen kullanmışsın, ha o! Ne fark eder! Bir defa iyilik sevaptır. Belki de bekletiyordur cebinde. İnşallah bana kızmamıştır, "Allah'ın cimrisi, ha biraz daha yükleseydin" diye.
Ama bu kardeşimiz kendisini çok ucuza satmış, çok ucuza gitmiş. Bir de hayat pahalı derler. Alın size ucuz mu ucuz bir insan. Aslında tevazusundan olsa gerek ucuza gitmek. Ucuz insan pahalı mal almaz derler. Bu kardeşimiz de böyle biri anlaşılan.
Ucuz adam olduğunu, kendisini az bir pahaya sattığını anladım. Ama bu kişinin aynı zamanda cesur olduğunu öğrendim. Başkasına ait olan bir kartı şoförün gözünün önünde tutmak büyük cesaret ister. Çünkü fotoğrafta resmim var. Kıpkırmızı saçlarım en büyük alametifarikam. Ya şoför, "Sen öğretmen misin, üstelik resim sana benzemiyor" deyip karta el koysaydı. Hasılı cesur adam vesselâm! Gerçi kimsenin alnında öğretmen olduğu yazmıyor. Ayrıca şimdinin öğretmenlerinin öğretmen olduğu hiç belli değil. Eskiden bir teamül vardı öğretmende. Elinde kitabı, boynunda kıravatı, üzerinde takım elbisesi...tıraşı ise sinekkaydı olurdu. Şimdinin öğretmenleri hepten tebdili kıyafet artık.
Gelelim şimdi sana Ramazan. Altında araban varken, üstelik otobüsler bedava iken cebinde kalabalık eden her türlü eşyayı eve bırakırken ne diye yanına bu el kartı aldın? Haydi tedbirli birisin, kartı yanına aldın diyelim. O zaman ne diye sahip çıkamadın kartına? Haydi, insan kaybedemez mi diyebilirsin. O zaman bu el kartı kaybını bu kadar büyütmeye, üstelik yazı konusu etmeye ne gerek vardı? Sana sorulacak çok soru var Ramazan ama neyse...Anlaşılan yaşlandıkça kaybettiklerin artacak. Sen bırak kartı, kendini kaybetmediğine dua et! Belki de bu günler senin en iyi günlerin! 08.09.2017
8 Eylül 2017 Cuma
7 Eylül 2017 Perşembe
Kişinin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkarmanın Yolu
İnsanoğlu çözülmesi muamma bir varlıktır. Nasıl biri, kim olduğu; huyunu, suyunu ortaya çıkarmak zaman ister. Olaylara göre, zamana göre, menfaat ve çıkarına, kızgın ve sakin haline göre farklılık gösterir. Kendini gizlemeyi, pazarlamayı çok iyi becerir. Farklı farklı yüzü vardır.
Hangi insan olursa olsun her insanın gerçek yüzünü ortaya çıkaran damarına basılma anıdır. Kimin hassasiyetinin ne olduğunu tespit edebilirsen onun yumuşar karnı odur. Oraya bastın mı gerçek yüzünü öğrenirsin. Mesela adam iyi bir cemaatçi mi yanında bağlı olduğu cemaati eleştir. Bak bakalım o dostunun eski sakinliğinden eser kalır mı? Ne sapıklığın kalır ortada, ne de kafirliğin... Fanatik derecede iyi bir partizan mı? Partisinin bir icraatine bir vur bakalım. O zaman görürsün Hanya'yı ve Konya'yı... Düşüncesinin bağnazı mı, eleştiri getireceksen önce çoluk-çocuğuna helâlleşmeyi unutma.
İnsanoğlu önlerinde kemik yokken birbiriyle çok iyi geçinen köpekler gibidir. Aralarına kemik atılırsa o köpeklerin ne sakinliği kalır ortada, ne de oynaması. Kemik kapmak için birbirini paralar. Çünkü kemik, köpeğin yumuşak karnıdır, damarıdır, olmazsa olmazıdır.
İnsanoğlunun da yumuşak karnına basarsan sonucuna katlanmayı kabulleneceksin demektir. Kızar, hırçınlaşır, vurur, kırar, döker ve küser. Bu konuda gözünün üstünde kaşın var dememek, dostunun gerçek yüzünü göstermesini sadece öteler. Ama gerçek yüzü er veya geç ortaya çıkar.
Sonu acı olsa da gerçekleri örtmeye çalışmaktan ziyade insanların gerçek yüzünü ortaya çıkarmada fayda vardır. Bunun için güzel bir üslupla işe başlamak lazımdır, kırmadan-dökmeden... 07.09.2017
Hangi insan olursa olsun her insanın gerçek yüzünü ortaya çıkaran damarına basılma anıdır. Kimin hassasiyetinin ne olduğunu tespit edebilirsen onun yumuşar karnı odur. Oraya bastın mı gerçek yüzünü öğrenirsin. Mesela adam iyi bir cemaatçi mi yanında bağlı olduğu cemaati eleştir. Bak bakalım o dostunun eski sakinliğinden eser kalır mı? Ne sapıklığın kalır ortada, ne de kafirliğin... Fanatik derecede iyi bir partizan mı? Partisinin bir icraatine bir vur bakalım. O zaman görürsün Hanya'yı ve Konya'yı... Düşüncesinin bağnazı mı, eleştiri getireceksen önce çoluk-çocuğuna helâlleşmeyi unutma.
İnsanoğlu önlerinde kemik yokken birbiriyle çok iyi geçinen köpekler gibidir. Aralarına kemik atılırsa o köpeklerin ne sakinliği kalır ortada, ne de oynaması. Kemik kapmak için birbirini paralar. Çünkü kemik, köpeğin yumuşak karnıdır, damarıdır, olmazsa olmazıdır.
İnsanoğlunun da yumuşak karnına basarsan sonucuna katlanmayı kabulleneceksin demektir. Kızar, hırçınlaşır, vurur, kırar, döker ve küser. Bu konuda gözünün üstünde kaşın var dememek, dostunun gerçek yüzünü göstermesini sadece öteler. Ama gerçek yüzü er veya geç ortaya çıkar.
Sonu acı olsa da gerçekleri örtmeye çalışmaktan ziyade insanların gerçek yüzünü ortaya çıkarmada fayda vardır. Bunun için güzel bir üslupla işe başlamak lazımdır, kırmadan-dökmeden... 07.09.2017
Reklamını Yaptığın Ürününü Almayacağım!
Televizyonlarda verilen reklam arasındaki reklamlardan bahsetmiyorum. Onlar vermeye devam etsinler. Burada kara listeye aldığım ürünler internet vasıtasıyla herhangi bir yazıyı tıklayınca önüme gelen, suyumu bulandıran reklamlardır.
Aynı sitede farklı yazılara girmek için tıklar tıklamaz hemen aynı reklam geliyor. Ya karşına 10 saniye sonra gidecek, beklemek istemiyorsan reklamı kapat uyarısı çıkıyor bir köşede. Ya da bazen sağında, bazen solunda gizlenmiş bir pencere geliyor x görünümünde. Reklam bazen sayfayı açar açmaz geliyor, bazen de yazıyı okumaya başladıktan sonra. Gelen çarpı işaretini kapat kapatabilirsen. Çünkü öyle bir yere monte edilmiş ki kapatmaya çalışırken karşına reklamın açılımı geliyor. Sonra sil baştan sayfaya tekrar geri dönmeye çalışıyorsun. Lütfedip açılır açılmaz karşına yine az önceki reklam geliyor. Amaç yazının okunması mı sağlamak, yoksa reklamı izletmek mi? Bazen karşına çıkan bu davetsiz misafirlerin gitmesini bekliyorum, az önceki yöntemleri uyguluyorum ama nafile. Sayfayı düzenleyen öyle bir tuzak kurmuş ki kaçışın yok. Bu reklamı tıkla, yoksa sana buradan ekmek yok diyor. Çaresiz gitmesini bekliyorum. Beklerken de reklamı yapılan ürünü almasam da bu ortama hayır dualarımla katkıda bulunuyorum. Yani boş durmuyorum, bunu bilin.
Haydi diyelim ki sitenin geliri bu reklamlardan. Yaşaması için reklam alması gerekiyor. Tamam alsınlar diledikleri reklamı, reklam veren de dilediği kadar reklam versin, evine-işyerine bu ürünlerden stok yapanlar yapsın, kimsenin ürününde ve reklamında gözüm yok. Onlara bol alışverişler dilerim. Bari bu reklam sadece sayfayı açınca gelse. Aynı reklam her bir haber ve yazıyı tıklayınca karşıma çıkıyor. Her çıkışında reklama daha fazla bileniyorum, "Acımdan ölsem, yiyecek bir şey bulamasam, ürünün başka satış yeri olmasa, benim için vazgeçilmez bir ürün olsa dahi ömrüm kifayet ettiği müddetçe bu ürünü almayacağım" diyorum. Sülük gibisiniz yahu! Bırakın peşimi, başka işiniz-gücünüz yok mu sizin. Şöyle ağzımızın tadıyla bir yazıyı açıp arkaya yaslanıp okuyamayacak mıyım? Yırtık dondan çıkar gibi çıkıyorsunuz olur-olmaz.
Sizin bu cansiperane bir şekilde reklam izletme çabanız bana bazı esnafları hatırlattı. Sen yeter ki böylelerinin dükkanına o değilden bir girmiş ol. Girdiğine, gireceğine pişman olursun. Önüne terekteki bütün malı yığar. Alıcı değilim desen de fayda etmez. Teşekkür ederim, kalsın desen bu sefer, "Malın neyini beğenmedin, rengini mi, parasını mı? Böyle malı, bu fiyata bu piyasada bulamazsın" şeklinde sayar durur. Ya mecburen alırsın. Ya da saralı gibi kaçarsın oradan.
İnternet siteleri yazılarının arasına reklam sıkıştırmaktan kafasını kaldırır da yazımı okurlarsa hem kendilerine, hem de okuyucuya büyük iyilik yapmış olurlar, reklamlarını da tadında verirler. Ama anladığım kadarıyla siz, ürünün satışından değil, tıklanmasından kazanıyorsunuz. Bu yüzden müşteri avlama peşindesiniz. Şunu tekrar bilin ve duyun! Ne o ürünlerden alacağım, ne de verdiğiniz reklamı tıklayacağım. Daha ne diyeyim, Allah hayrınızı versin. 07.09.2017
Aynı sitede farklı yazılara girmek için tıklar tıklamaz hemen aynı reklam geliyor. Ya karşına 10 saniye sonra gidecek, beklemek istemiyorsan reklamı kapat uyarısı çıkıyor bir köşede. Ya da bazen sağında, bazen solunda gizlenmiş bir pencere geliyor x görünümünde. Reklam bazen sayfayı açar açmaz geliyor, bazen de yazıyı okumaya başladıktan sonra. Gelen çarpı işaretini kapat kapatabilirsen. Çünkü öyle bir yere monte edilmiş ki kapatmaya çalışırken karşına reklamın açılımı geliyor. Sonra sil baştan sayfaya tekrar geri dönmeye çalışıyorsun. Lütfedip açılır açılmaz karşına yine az önceki reklam geliyor. Amaç yazının okunması mı sağlamak, yoksa reklamı izletmek mi? Bazen karşına çıkan bu davetsiz misafirlerin gitmesini bekliyorum, az önceki yöntemleri uyguluyorum ama nafile. Sayfayı düzenleyen öyle bir tuzak kurmuş ki kaçışın yok. Bu reklamı tıkla, yoksa sana buradan ekmek yok diyor. Çaresiz gitmesini bekliyorum. Beklerken de reklamı yapılan ürünü almasam da bu ortama hayır dualarımla katkıda bulunuyorum. Yani boş durmuyorum, bunu bilin.
Haydi diyelim ki sitenin geliri bu reklamlardan. Yaşaması için reklam alması gerekiyor. Tamam alsınlar diledikleri reklamı, reklam veren de dilediği kadar reklam versin, evine-işyerine bu ürünlerden stok yapanlar yapsın, kimsenin ürününde ve reklamında gözüm yok. Onlara bol alışverişler dilerim. Bari bu reklam sadece sayfayı açınca gelse. Aynı reklam her bir haber ve yazıyı tıklayınca karşıma çıkıyor. Her çıkışında reklama daha fazla bileniyorum, "Acımdan ölsem, yiyecek bir şey bulamasam, ürünün başka satış yeri olmasa, benim için vazgeçilmez bir ürün olsa dahi ömrüm kifayet ettiği müddetçe bu ürünü almayacağım" diyorum. Sülük gibisiniz yahu! Bırakın peşimi, başka işiniz-gücünüz yok mu sizin. Şöyle ağzımızın tadıyla bir yazıyı açıp arkaya yaslanıp okuyamayacak mıyım? Yırtık dondan çıkar gibi çıkıyorsunuz olur-olmaz.
Sizin bu cansiperane bir şekilde reklam izletme çabanız bana bazı esnafları hatırlattı. Sen yeter ki böylelerinin dükkanına o değilden bir girmiş ol. Girdiğine, gireceğine pişman olursun. Önüne terekteki bütün malı yığar. Alıcı değilim desen de fayda etmez. Teşekkür ederim, kalsın desen bu sefer, "Malın neyini beğenmedin, rengini mi, parasını mı? Böyle malı, bu fiyata bu piyasada bulamazsın" şeklinde sayar durur. Ya mecburen alırsın. Ya da saralı gibi kaçarsın oradan.
İnternet siteleri yazılarının arasına reklam sıkıştırmaktan kafasını kaldırır da yazımı okurlarsa hem kendilerine, hem de okuyucuya büyük iyilik yapmış olurlar, reklamlarını da tadında verirler. Ama anladığım kadarıyla siz, ürünün satışından değil, tıklanmasından kazanıyorsunuz. Bu yüzden müşteri avlama peşindesiniz. Şunu tekrar bilin ve duyun! Ne o ürünlerden alacağım, ne de verdiğiniz reklamı tıklayacağım. Daha ne diyeyim, Allah hayrınızı versin. 07.09.2017
Okullarda Yapılan Mesleki Çalışma Komedisine Bir Son Verin Artık
İki haftası haziran son iki hafta, iki haftası da eylül ilk
iki hafta olmak üzere öğretmenler okullarında 09.00-13.00 saatleri arasında
mesleki çalışma adı altında seminer yaparlar.
Gelen,
geliş imzasını atar, yanına birkaç kafa dengi arkadaşını alır; bir kenar, bir
köşe bulur, ya muhabbete dalar, ya da istirahata çekilir. Çıkış imzası
çıkıncaya kadar devam eder bu. Sirkü daha önce çıkar mı diye ara sıra kafalar
iner, çıkar, sağa-sola bakılır, birbirine sorulur. İmza sirküsü tedavüle
çıkmışsa kimsenin keyfine diyecek yoktur. İmzasını atan yorucu bir çalışma
ortamının ardından istirahata çekilmek üzere evinin yolunu tutar. Ertesi güne
Allah kerim!
Yıllardır
devam eden bu komediye Bakanlık çok büyük önem atfediyor. Günler öncesinden
çalışmanın ne şekilde yapılacağını yazar, çizer ve illere gönderir. Bakanlığın
gönderdiği bu yazı sonrası il ve ilçe müdürlüklerinin planlaması çöpe gider.
Artık rutin hale geldi birinin planlaması diğerinin planlamasını dövdüğü.
Seminer çalışmasının sona erdiği son iş günü itibariyle
hazırlanıp imzaların atıldığı çalışmalar okul müdürlüklerine teslim edilir.
Eskiden seminer çalışma ve planını iller hazırlarken son
birkaç yıldır Din Öğretimi Genel Müdürlüğü hangi gün, hangi çalışmanın
yapılacağı ile ilgili bir plan göndermeye başladı. Din Kültürü, İHL meslek
dersleri öğretmenlerini ve İHO/İHL’lerde çalışan diğer branş öğretmenlerini
belirlenen okullarda seminer çalışması yapmak üzere hepsini bir arada toplar
oldu. Kenarda köşede belirlenen okul, öğretmenler tarafından güç-bela bulunur,
öğretmenler toplanır, girer, çıkar, imzalar atılır ve dağılır.
Öğretmenler seminer çalışmasını kendi okullarında yapsa da,
gideceği illerde yapmış olsa da bir ildeki bir okulda toplasan da durum üç
aşağı, beş yukarı bu şekilde. Kelin merhemi olsa başına sürer misali plan ve
organize yapmakla sorumlu olan il, ilçe, okul müdürlükleri kendilerine bakmaktan
aciz, planlamadan uzak bir görüntü çiziyor. Burada amaç öğretmenleri bir araya
toplamaksa maksat hasıl oluyor. Bu açıdan tüm kesimlerin içi rahat olsun. Ama Bakanlığın
istediği bu değil. Bundan da herkesin haberi olsun. Maalesef hiçbir faydaya
haiz değil bu seminer çalışmaları. Üstelik görüntü de hoş değil. Bu atmosferde
Bakanlığın istediği müfredatın tartışılması, etkinliklerin belirlenmesi,
eğitimde iyi örneklerin ortaya çıkarılması gibi ürünler ortaya çıkmıyor.
Bu durumda ne yapmak lazım? Öncelikle planlamayı ve çalışma
takvimini kim yapacak, bu belirlenmelidir. Sorumluluk tek kuruma verilmelidir.
Ya ildir, ya da ilçedir. Bakanlık yapacaksa tüm kurumlar buna uymalıdır.
Bakanlığın belirlediği çalışma takvimi de valiliklerin daha önceden hazırladığı
takvime uygun olmalıdır. Bakanlığın bünyesinde bir müdürlük olan Din Öğretimi
Genel Müdürlüğü planlama ve organize işine karışmamalıdır. Karışacaksa
ilgilendiği alan sadece İHO ve İHL’lerde çalışan tüm branş öğretmenleri ve
diğer okullarda çalışan Din Kültürü branşındaki öğretmenler olmamalıdır. Din
Öğretiminin hazırladığı plan kafa karışıklığına sebebiyet verdiği gibi bir okul
türü öğretmenlerini ve bir branşı mesleki çalışmalardan soyutlaması güzel bir
görüntü vermiyor. Eğer din öğretimine özel bir önem atfediliyorsa ilçe milli
eğitimlerde din öğretiminden sorumlu şube müdürleri var. Bırakalım onlara bu
işi. Onlar yapsınlar bu planlamayı. Her şey tepeden gelecekse aşağıda o kadar
müdürlüğü ve elemanı niçin bünyemizde barındırıyoruz? Ayrıca seminer
çalışmasında bir bölgede bulunan tüm öğretmenleri bir araya toplayarak oradan
bir fayda sağlanamaz. Eğer amaç gerçekten güzel bir ürünün çıkması ise bunun
için aynı branş öğretmenleri küçük küçük gruplara ayrılarak konuların
değerlendirilmesi istenebilir.
Geçen yıldan beri katıldığım seminer çalışmasında
öğretmenlerin, idarecilerin, üst yöneticilerin verdiği görüntü dostlar
alışverişte görsün görüntüsüdür. Kimseye de fayda sağlamaz bu. Bu işler ya adam
gibi yapılsın, ya da arşive kaldıracak şekilde çöpe gitsin. O zaman
öğretmenlerin yaz tatili 3 aya çıkar, bizim amacımız öğretmenlerin tatilini
kısmak denirse şunu bilin ki öğretmenler üç ay falan tatil istemiyor. Bunun
yolu da okulları 180 iş günü değil 200 iş gününe çıkarmaktır. Okulları her yıl
eylülün ilk haftası açalım, haziran son haftası kapatalım. Böylece maksat hasıl
olmuş olur. Yok, biz gülünç duruma düşsek de bu maceraya devam edeceğiz denirse
o zaman kafanızı kuma gömün işinizi yapmaya devam edin. 07/09/2017
Sürekli İlaca Bağlı Yaşayanlar ile Kredi Mağdurları *
Başlığı okuyunca ilaç kullananla, kredi mağdurları arasında
nasıl bir bağ var? Başlığa bak, hizaya gel diyebilirsiniz. Kimse kusura
bakmasın, akşam otururken nedense aralarında sıkı bir bağ olduğu aklıma düştü.
İlaç sektörü veya ilaç sanayisini kredi veren bankalara, sürekli ilaç kullanmak
zorunda bırakılanları da kredi çekmek zorunda kalıp hayatı boyunca kredi borcu
ödeyenlere benzetiyorum.
Bir insan krediyi niçin çeker? Bir ihtiyacını gidermek için
toplar, çıkarır, eldeki hesap tutmayınca, eşten dosttan da borç bulamayınca
bankaların kapısını çalar. Kendisine kredisi kadar kredi verilir. Krediyi çeken
çektiği parayı ihtiyacı olan yere yatırır, derin bir nefes alır. Bizdeki
ilkbahar gibi kısa bir süre rahatlar. Krediyi ödemeye başlayınca üç-beş ay
hesap-kitap tutar, ardından ödeme güçlüğü çekmeye başlar. Gerekirse
yapılandırmaya gider. O banka, bu banka derken aşağı yukarı tüm bankalarla çalışmaya
başlar. Ödemesini düzenli yapan biri olsa bile ömrünün geri kalan kısmını bankalara
kredi borcunu ödemekle geçirir. Kolay kolay da iki ayağı bir pabucu girmez.
Ardından evdeki bulgurdan da olur, iflas bayrağını çeker. Bankalar, kredi çeken
vatandaşın ödeme zorluğu çekeceğini bilmesine rağmen avının peşini kolay kolay
bırakmaz. Hatta hiç o tarakta bezi olmayan vatandaşa da kredi vermek için
didinir durur. Çünkü daha fazla kazanmanın yolu vatandaşı yolmaktan
geçiyor.
İlaç sektörleri de hastalıklara deva olsun diye hastalığı
tedavi etmek için ilaç üretirler ve bu ilaçları tüketecek ve kullanacak
hastalara ihtiyaç duyarlar. Özellikle hastayı sürekli ilaç kullanmak zorunda
bırakmak sürekli o ilaç satmak demektir. Kanser hastalarına uygulanan ilaçlar,
diyabet hastalarının kullanmak zorunda kaldığı şeker hapları, tansiyon vb.
haplar sürekli tedavülde olmalıdır. Yeter ki sen hastalanmayı gör. Rapora bağlı
hastalar ilaç sektörü için en iyi müşteri tipidir. Sürekli ilaca mahkum
hastalara önce ölüm gösterilir, sonra sıtmaya razı edilir.
Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim. Gördüğünüz gibi
burada banka ve ilaç sanayisi paraya para demiyor. Varsa yoksa, dinleri
imanları paradır. Bu sektörlerde mühim olan insanlık sözü geçmez, önemli olan
paradır. Kredi çeken ile hastalığından dolayı sürekli ilaç kullanmak zorunda
kalan kişiler ise hayatları boyunca çekecekler. Eğer buna yaşama denirse.
Burada tek fark kredi çekenin borcunu kişi kendisi öder, aybaşı gelince
cüzdanını bankaya boşaltır, ödemeden ölürse borç devlete fatura edilir. İlaç
kullanan ise poşet poşet aldığı ilacı sürekli kullanarak zaten hapı yutar.
Çünkü bu ilaçlar ne öldürür ne de ondurur. İlacın parasını da vergisinden almak
üzere devlet öder.
Burada paraya ihtiyacı olan kredi çekecek, hasta olan da
ilaç kullanacak, ne var bunda diyebilirsiniz. Hiç tavsiye etmesem de kredi
çeken kendi kesesinden yer, ilaç kullanan da tedavi amaçlı kullanır. Her
ikisinin de eli mahkum. Benim işaret etmek istediğim bu iki sektörde iyi para
var. Bu sektörlerin sürekli kazanması için müşteri de sürekli olmalıdır.
Özellikle ilaç sanayisinde doktorlar da hastayı tedavi etmek için -eli mahkum-
ilaç sektörünün dayattığı reçeteyi yazmak zorunda kalıyor. Eğer amaç insanlıksa
hem kredinin hem de hastalıkları tedavi etmenin başka yollarına bakmak lazım. Çözüm
olarak sundukları reçete sürekli süründürmek üzerine kuruludur.
Kredi çekmede insanlar ayağını yorganına göre uzatabilirler
belki. Hastalıklarda ise birilerinin dayatmalarına mahkum kalıyor insanlar.
Kanser ve diyabet hastalıklarında sürekli artış beni korkutuyor. Hasılı
hem kredi veren banka, hem de insanları sürekli raporlu ilaçlara mahkum eden
zihniyet insanımızı mühim olan insanlık diyerek ayağa kaldıracağı yerde mühim
olan paradır deyip sürüm sürüm süründürüyor. Benden söylemesi. Allah
kredi çekmemeyi nasip etsin bizlere. Sürekli ilaca mahkum edecek hastalıklardan
uzak tutsun bizleri. Yetecek kadar para, yaşayacak kadar sağlık istiyoruz
ondan. 07.09.2017
* 25/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 25/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
6 Eylül 2017 Çarşamba
Kendi Yaptığı İşi Zor, Başkasınınkini Kolay Gören Bir İnsanın Profili
Baştan söyleyeyim, hayatta kolay iş ve meslek yoktur. Kimi bedenen, kimi zihnen, kimi çalışma şartları yönünden, kimi risk yönünden, kimi de sorumluluk yönünden zordur. Hasılı kolay iş ve meslek yoktur. Her mesleğin avantaj ya da dezavantajları vardır.
Hayatta en kolay iş yemek yemedir. Bunun için de bölüp-parçalama-çiğneme-yutma-hazmetme ve vücudun dışına atma görevi vardır. Yine gezip dolaşma, bomboş oturma, kaldırım mühendisliği yapma işi vardır ki bilfiil çalışmaktan daha yorucudur. Üstelik ne yediğinden zevk alırsın, ne de içtiğinden. Yatması-kalkması bile zevk vermez insana. Eğer derdimiz bazı meslek ve işlerin getirisi fazla denirse ona bir şey demem. Sorumluluk ve barındırdığı riske göre veya aranan eleman olma durumuna göre maaşlar farklı olabilir.
Gördüğüm bir şey var. Kim nerede çalışırsa çalışsın dünyanın en zor işinin kendi yaptığı iş veya çalıştığı sektör olduğunu, başka iş kolunda çalışanların yorulmadığını, hatta yattığını söyler. "Ne iş yapıyor ki!" der. Bence zorluk beyinde başlıyor, beyinde bitiyor. Kişi kendini nasıl şartlandırırsa yaşadığı, gördüğü, göreceği odur. Yatar kalkar başka iş kolunda çalışanlarla uğraşır. Bir türlü hazmedemez bu tipler. Çekememezlik derecesine ulaşır. Bu sendromdan kurtulamadığı müddetçe kendi halinde debelenir durur. Kimseye de ışık vermez, çünkü düşman beller onları, özellikle yüksek maaş alanları.
Bu tipler kendini ikna ettikten sonra başkasını da etkilemeye çalışır, uzanamadığı ciğere bayat diyen kedi gibi. Böyle biriyle karşılaştım bayram münasebetiyle. Mimarmış kendisi. "Aslında benim puanım yüksekti, onların okuduğu okulu tercih etseydim kazanırdım. Ama ben yazmadım. 08.00-17.00 arası çalışıyorlar, dünyanın parasını alıyorlar, ben daha bir tanesinin saçının döküldüğünü, saçının ağardığını görmedim. Bizim yaptığımızın kıymeti bilinmiyor, yeterince karşılığını alamıyoruz..." şeklinde anlattı durdu bir teşehhüt miktarı oturduğumuz esnada. Doktorları rakip olarak seçmiş kendisine belli. "Sen doktorları savunmaya devam et" dedi bana. O, beni ikna edememenin ezikliğini yaşarken kendimi gücün attım dışarı. Birkaç yıl önce görüştüğümüzde de yine konu doktorlar ve kendi alanı idi. Kendi meslektaşlarına da kızıyor, "5-6 bin lira paraya gidip belediyede çalışıyorlar" diye. İşin garibi çoğu insanın havada kapacağı parayı da beğenmiyor.
Bayram ziyaretinden sonra bir başka ahbabın evine girdim. Konu döndü dolaştı bu ortak tanıdığımıza. Konuyu açtım ona. Çünkü garibime gitti başka meslek erbabını hazmedememesine ve çok kazanma hırsına. Onu benden iyi tanıyan akrabasının çok garibime gitmedi. Zira benden daha iyi tanıyormuş onu. "Çocukluğunda bir köftecide çalışıyordu. Akşam patronuna 'Sabahtan beri şu kadar köfte sattın, şu kadar kazandın, bize verdiğin ise şu kadar. Senin yaptığın doğru mu? Emeğin karşılığı bu mu olacak' demiş. Ta çocukluğundan beri böyleydi bu" dedi bana. Böylece çocukluğuna indik bu zavallının. Çok okumuş ama görünen hala çocukluğunda taşıdığı psikolojiyi atamamış. Garibime gitse de istikrarına hayran kaldım.
İşin garibi yıllar geçse de fikrini değiştirmedi. Kendi bürosunu açtı, yüklü bir borçla kapattı. Başka yere girdi, çoğu yerde de dikiş tutturmadı. Ne kendi kazandı, ne de etrafına ışık verdi. Çizdiği tablo hep karamsarlık üzerine.
Aslında bu davranış biçimi işinde yorulmadığından ve kendini işine vermemesindendir. Çalışıp yorulanın başkasının işinde gözü olmaz. Kendi işine yoğunlaşır, geçene de üzülmez. Çünkü hayatta çektiklerimiz veya çekmedilerimiz kendi tercihlerimizdir.
Allah herkese helalinden kazanmayı, helalinden yemeyi, kazancımızla yetinmeyi, başkasını hazmetmeyi, kendi işimizi sevmeyi, ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı nasip etsin. 06.09.2017
Hayatta en kolay iş yemek yemedir. Bunun için de bölüp-parçalama-çiğneme-yutma-hazmetme ve vücudun dışına atma görevi vardır. Yine gezip dolaşma, bomboş oturma, kaldırım mühendisliği yapma işi vardır ki bilfiil çalışmaktan daha yorucudur. Üstelik ne yediğinden zevk alırsın, ne de içtiğinden. Yatması-kalkması bile zevk vermez insana. Eğer derdimiz bazı meslek ve işlerin getirisi fazla denirse ona bir şey demem. Sorumluluk ve barındırdığı riske göre veya aranan eleman olma durumuna göre maaşlar farklı olabilir.
Gördüğüm bir şey var. Kim nerede çalışırsa çalışsın dünyanın en zor işinin kendi yaptığı iş veya çalıştığı sektör olduğunu, başka iş kolunda çalışanların yorulmadığını, hatta yattığını söyler. "Ne iş yapıyor ki!" der. Bence zorluk beyinde başlıyor, beyinde bitiyor. Kişi kendini nasıl şartlandırırsa yaşadığı, gördüğü, göreceği odur. Yatar kalkar başka iş kolunda çalışanlarla uğraşır. Bir türlü hazmedemez bu tipler. Çekememezlik derecesine ulaşır. Bu sendromdan kurtulamadığı müddetçe kendi halinde debelenir durur. Kimseye de ışık vermez, çünkü düşman beller onları, özellikle yüksek maaş alanları.
Bu tipler kendini ikna ettikten sonra başkasını da etkilemeye çalışır, uzanamadığı ciğere bayat diyen kedi gibi. Böyle biriyle karşılaştım bayram münasebetiyle. Mimarmış kendisi. "Aslında benim puanım yüksekti, onların okuduğu okulu tercih etseydim kazanırdım. Ama ben yazmadım. 08.00-17.00 arası çalışıyorlar, dünyanın parasını alıyorlar, ben daha bir tanesinin saçının döküldüğünü, saçının ağardığını görmedim. Bizim yaptığımızın kıymeti bilinmiyor, yeterince karşılığını alamıyoruz..." şeklinde anlattı durdu bir teşehhüt miktarı oturduğumuz esnada. Doktorları rakip olarak seçmiş kendisine belli. "Sen doktorları savunmaya devam et" dedi bana. O, beni ikna edememenin ezikliğini yaşarken kendimi gücün attım dışarı. Birkaç yıl önce görüştüğümüzde de yine konu doktorlar ve kendi alanı idi. Kendi meslektaşlarına da kızıyor, "5-6 bin lira paraya gidip belediyede çalışıyorlar" diye. İşin garibi çoğu insanın havada kapacağı parayı da beğenmiyor.
Bayram ziyaretinden sonra bir başka ahbabın evine girdim. Konu döndü dolaştı bu ortak tanıdığımıza. Konuyu açtım ona. Çünkü garibime gitti başka meslek erbabını hazmedememesine ve çok kazanma hırsına. Onu benden iyi tanıyan akrabasının çok garibime gitmedi. Zira benden daha iyi tanıyormuş onu. "Çocukluğunda bir köftecide çalışıyordu. Akşam patronuna 'Sabahtan beri şu kadar köfte sattın, şu kadar kazandın, bize verdiğin ise şu kadar. Senin yaptığın doğru mu? Emeğin karşılığı bu mu olacak' demiş. Ta çocukluğundan beri böyleydi bu" dedi bana. Böylece çocukluğuna indik bu zavallının. Çok okumuş ama görünen hala çocukluğunda taşıdığı psikolojiyi atamamış. Garibime gitse de istikrarına hayran kaldım.
İşin garibi yıllar geçse de fikrini değiştirmedi. Kendi bürosunu açtı, yüklü bir borçla kapattı. Başka yere girdi, çoğu yerde de dikiş tutturmadı. Ne kendi kazandı, ne de etrafına ışık verdi. Çizdiği tablo hep karamsarlık üzerine.
Aslında bu davranış biçimi işinde yorulmadığından ve kendini işine vermemesindendir. Çalışıp yorulanın başkasının işinde gözü olmaz. Kendi işine yoğunlaşır, geçene de üzülmez. Çünkü hayatta çektiklerimiz veya çekmedilerimiz kendi tercihlerimizdir.
Allah herkese helalinden kazanmayı, helalinden yemeyi, kazancımızla yetinmeyi, başkasını hazmetmeyi, kendi işimizi sevmeyi, ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı nasip etsin. 06.09.2017
"İslam dünyasının o kadar derdi varken..."
Nerede bir konu dert edinilse, bir konu konuşulsa, nerede
bir muhabbet ortamı oluşsa, konu hakkında değerlendirme yapılsa, bir yorum
yapılsa içimize serpiştirilmiş bazıları, "İslam dünyası kan ağlarken bu konunun yeri mi? Bu konu Müslümanların
aslî konusu mu? Bu konu tali bir meseledir, Türkiye'nin daha önemli konuları
var, birileri bu tür gündemlerle bizi uğraştırıyor..." diyerek pişmiş
aşa su katar. Konuyu sulandırır.
Farklı
konu konuşulmasına sıcak bakmayanlar haklı. Zira İslam dünyası kan ağlıyor
elbet. Üstelik bugünden yarına biteceğe de benzemiyor. Bir yerdeki kan ve
gözyaşı bitmeden diğer tarafta başlıyor. Sağa koysak olmuyor, sola koysak
olmuyor. Bağırsak, çağırsak, günlerce konuşsak, yazıp çizsek cürmümüz kadar yer
yakıyoruz. Çünkü vatandaş olarak elimiz, kolumuz bağlı, biçareyiz. Ne
organizemiz var, ne planımız, ne silahımız, ne de tankımız. Çünkü bizler devlet
değiliz. Yapılan katliamlara devletlerin sessiz kaldığı, gücünün yetmediği bir
durumda vatandaş ne yapabilir? Eline silah alıp bir başka devletle
savaşabilmesi mümkün değildir. Sadece yapabileceği, imkânı olanların yardım
yapmak için elini cebine atmasıdır. Elini uzatamasa da zulüm görenlerin acısını
içinde hissedebilmesidir. Kendi devletinin yapabileceği bir şey var da devlet
harekete geçmiyor, ağırdan alıyorsa devlet yetkililerini harekete geçirmek için
yazarak, çizerek, miting yaparak kamuoyu oluşturulabilir. Ötesi ne kaldı? Başka
ne yapılabilir? Sanırım elden başka bir
şey de gelmiyor.
Zulüm görenler, öldürülenler ise ellerinden ne geliyorsa
yaşam mücadelesi vermek için hayatlarını ortaya koyuyor. Kaçan kaçabiliyor,
kaçamayan ya bir kör kurşuna veya bombaya muhatap oluyor, ya da rejimin
hapishanelerinde ölüm-kalım mücadelesi veriyor. Dünyaya nizamat verenler akan
kanın durmasını istemedikleri müddetçe de maalesef buralardaki işkence devam
ediyor. Her gün kan gören, anasını-babasını defneden kişiler onca dert ve
sıkıntılarına rağmen yeme-içme, barınma için uğraş veriyor. Yeri geldi mi
gülüyor, ağlıyor, isyan ediyor, yiyor, içiyor, evleniyor, çocuğu oluyor, oturup
kalkıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, alışveriş yapıyor. Çünkü ne olursa olsun hayat devam ediyor ve
öyle de olmalıdır.
Durum bu iken içimizde yaşayan, bizimle oturup kalkan,
bizimle yiyip içen, muhabbete katılan, yeri geldiği zaman konu hakkında görüş
serdeden bazı kişiler “Biz ne işlerle
uğraşıyoruz, dünya kan ağlıyor, bu konu da önemli ama şimdi sırası mı”
diyerek kendilerine bir rol biçer. Sanırsın ki hiçbir şey yiyip içmiyor, hiçbir
konuyu konuşmuyor, varsa yoksa yurtdışında işkence çeken Müslümanların havarisi
kesilmiş. Bu tipler ne kadar samimi bilmiyorum, çünkü içlerini yarıp bakma
imkanımız yok. Farz edelim ki hepsi samimi. Böyle konuşmanın, ortamı germenin
kime ne faydası var? Bu arkadaşlarca önemli olmayan o kişi için çok önemli olabilir.
Farklı konuyu gündemine alanlar acaba İslam dünyasını hiç mi dert edinmiyor? Tüm
yük sadece bu arkadaşların sırtında mı? Gerçekten anlamak için soruyorum.
Elbette her birimiz Müslümanların derdi ile dertlenmemiz lazım, onların çektiği
sıkıntıları hissetmemiz lazım.
Merakımı gidermek için soruyorum, konuşulan her konunun
içerisine “İslam dünyası kan ağlarken…” diye giren bu arkadaşlar herkesten
farklı olarak ne yapıyorlar? Hangi inisiyatifi almışlar bugüne kadar? Bu
arkadaşlar her konunun içine bu şekilde girmek yerine “Arkadaşlar ele aldığınız konu önemli ama izin verirseniz ben konuyu
değiştirip konuyu şu konuya getirmek istiyorum, acizane ben bu konuda şu şu
işleri yaptım, halen devam ediyorum…” deseler kaç kişi karşı çıkar bu üsluba?
Kaç kişi bu konu bizim meselemiz değil der.
İslam dünyası olması şart değil, nerede bir kan akıyorsa
Müslüman’ın o zulmü sona erdirmesi için gücü yetiyorsa eliyle, yoksa diliyle,
buna da gücüyle kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.
06/09/2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)