-Kendimi İskoçyalı gibi hissettim bu akşam-
İskoçyalılar cimri olarak bilinir denir. Ne derece doğru bilmem. Toptancı bir yargı var burada. Böylesi anlayışı tasvip etmesem de cimriliği anlatması bakımından yıllar önce okuduğum bir fıkrayı paylaşmak istiyorum sizinle.
Bir İskoçyalı akşam bir diğer İskoçyalı'ya misafir olur. Otururlarken ev sahibi "Arkadaş, biz zaten birbirimizi tanıyoruz. Işığı boşu boşuna yakmayalım, söndürüp karanlıkta oturalım" der ve ışığı söndürür. Birlikte koyu karanlıkta koyu bir sohbete dalarlar. Arkadaşı, "Arkadaş, vakit geç oldu, ışığı yak da ben gideyim artık. Ama dur, ışığı yakmadan önce eskimesin diye pantolonumu çıkarmıştım, önce giyeyim, sonra yak ışığı" der. Misafir İskoçyalı pantolonunu giyer, ardından ev sahibi İskoçyalı ışığı yakar, misafirini uğurlar.
Fıkra burada biter. Ev sahibi misafirine herhangi bir ikramda bulundu mu bilmem. Ama gördüğünüz gibi tasarruf konusunda misafiri de, ev sahibi de çok duyarlı. Tencere-kapak gibiler. Hani ben de onları aratmadım bugün. Başıma geleni görünce ister istemez kendimi İskoçyalı gibi hissettim.
Akşam namazını kılmak için terasa çıkan odada namaza durdum. Odanın ışığını yakmamıştım, karanlıkta namaz kılmaya başladım. Terasa evden biri geçer mi diye düşünmedim, namaz kılarken secde mahalli görülür şekilde olacak ilmihal bilgisi de aklıma gelmedi. Aklıma gelen tek şey tasarruftu belki de. Namaz kılarken alt merdivenden birinin geldiğini hissettim. Gelen ses iyice yaklaştı, bulunduğum odaya girdi. Bu esnada secdeyeyim. Beni görmüyor gayri belli. Görmesi de mümkün değil. Zira alt katın sensörlü lambası sönmüş, ortam zifiri karanlık olmuştu. Gelen de göz kararı geliyor. Bana çarpmaması mümkün değil. Ben ona çelme takmış gibi olacağım. Ben varım diyemiyorum, zira namaz bozulur. Öksürsem, mekruh olur namazım. Her zaman eksik olmayan öksürük oruca niyetlenmiş belli... Allah vere de üzerime düşmese diye geçirdim içimden. Hızlı bir şekilde kıyama kalkmak için davrandım, olur ya her zaman gıcırtı yapan tahta bu akşam da yapar diye. O da tınlamadı benim bu isteğimi. Gelen çarptı bana hafifçe. Söylenmesinden hanım olduğunu anladım. Elindeki ocaktan yeni indirdiği çaydanlığı dökmemek için epey bir manevra yaptı, ben namaz kılmaya devam ederken.
Bereket çay dökülmedi. Ya bir de dökülseydi halim nice olurdu? Üstelik dökülseydi başımdan aşağı vücudumun tamamı çay içmiş olacaktı. Çayı içerdim içmesine de kaçıncı derece yanık oluşurdu bende kestiremiyorum. Görünmez kaza mı desem, bile bile kazaya davetiye çıkarmak mı desem bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var İskoçyalılar'ın tasarruf anlayışı bana çok pahalıya patlayacaktı. Ben ucuz atlattım. Siz, siz olun İskoçyalılar'a özenmeyin. Sabah, akşam ve yatsı namazlarını aydınlık bir ortamda kılın. Sonra söylemedi demeyin. 06.09.2017
6 Eylül 2017 Çarşamba
5 Eylül 2017 Salı
"Referansım Allah'tır" veya Allah Ne Der, Diyebiliyor muyuz?
Bugün karşınıza bir dostumun whatsapp aracılığıyla gönderdiği bir hikâyeyle çıkmak istiyorum. Hikayemiz, kıssadan hisse içeriyor.
Bu hikaye, günümüzde bir işe girmek için mülakata katılmak isteyenlere, torpil listesi hazırlayanlara, komisyonlarda görev yapan komisyon üyelerine gelsin. Yine bu hikaye ehliyet ve liyakatı bir tarafa bırakarak devlet kadrolarını ahbap-çavuş ilişkisine döndürenlere, referans olanlara gelsin. Her birimizin kulağına küpe olsun. Zira kimimiz işe girmek istiyoruz, kimimiz makam ve mevkimizi kullanıyoruz, kimimiz de komisyonlarda görev yaparak devlete eleman ve yönetici seçiyoruz. Çağın en büyük hastalığı olan torpil ve iltimasa, adam kayırmacılığına inşallah bir son veririz de "Emanetleri ehline veririz." Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum:
"Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde personel almak üzere görevlendirdi.
Biz dört arkadaş birleşerek sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı, hak edeni kazandırmak. Biliyorduk ki katılım yoğun olacak ve herkes, maalesef bir referansla, bizi rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir güzellik katıyor çevreye.
Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle;
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe gireceğim."
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
*Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, " … Müdürlüğü’nde sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!" demez mi?
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık, Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.) hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur?
Benim referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk?
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim. Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o kadar meydanda idi ki kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak"
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
*"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım."
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki sanki sınavı kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş müdür?”
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki Allah bizi kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal dilekçesini en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim, içim titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin. ‘Bu zamanda namazında niyazında damat nerede bulunur, hem rızkı veren Allah'tır’ dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan, seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa gerek.”
“ Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili anneciğim bana hiç haram lokma yedirmediğini söyler.”
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin arasına girdi. Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın referansını en öne aldık.
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi, zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk, o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet!"
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle dokunmak mümkündü adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den, başkasından istememeyi istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle Allah'ım” dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle;
"Ne olur, izin verin çıkayım" dedi.
"Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git. Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilaller'e hizmetçi yapar (Bizi yapmadı mı?)
Fakat Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
"Referansım Allah'tır" diyenlerden olabilmek duasıyla... Ömrümüz mübarek olsun. Gününüz bereketli olsun. Torpillerimizin Yaradan'dan olmasi duası ile."
Allah helalinden yemeyi ve yedirmeyi nasip etsin, boğazımızdan haram lokma geçirmesin, referansı Allah olan Bilaller'in sayısını çoğaltsın, komisyonlarda görev yapanların görevlerini tıpkı bu hikayedeki üyeler gibi yapmasını nasip etsin. 05.09.2017
Bu hikaye, günümüzde bir işe girmek için mülakata katılmak isteyenlere, torpil listesi hazırlayanlara, komisyonlarda görev yapan komisyon üyelerine gelsin. Yine bu hikaye ehliyet ve liyakatı bir tarafa bırakarak devlet kadrolarını ahbap-çavuş ilişkisine döndürenlere, referans olanlara gelsin. Her birimizin kulağına küpe olsun. Zira kimimiz işe girmek istiyoruz, kimimiz makam ve mevkimizi kullanıyoruz, kimimiz de komisyonlarda görev yaparak devlete eleman ve yönetici seçiyoruz. Çağın en büyük hastalığı olan torpil ve iltimasa, adam kayırmacılığına inşallah bir son veririz de "Emanetleri ehline veririz." Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum:
"Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde personel almak üzere görevlendirdi.
Biz dört arkadaş birleşerek sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı, hak edeni kazandırmak. Biliyorduk ki katılım yoğun olacak ve herkes, maalesef bir referansla, bizi rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir güzellik katıyor çevreye.
Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle;
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe gireceğim."
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
*Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, " … Müdürlüğü’nde sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!" demez mi?
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık, Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.) hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur?
Benim referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk?
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim. Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o kadar meydanda idi ki kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak"
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
*"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım."
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki sanki sınavı kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş müdür?”
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki Allah bizi kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal dilekçesini en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim, içim titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin. ‘Bu zamanda namazında niyazında damat nerede bulunur, hem rızkı veren Allah'tır’ dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan, seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa gerek.”
“ Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili anneciğim bana hiç haram lokma yedirmediğini söyler.”
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin arasına girdi. Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın referansını en öne aldık.
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi, zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk, o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet!"
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle dokunmak mümkündü adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den, başkasından istememeyi istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle Allah'ım” dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle;
"Ne olur, izin verin çıkayım" dedi.
"Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git. Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilaller'e hizmetçi yapar (Bizi yapmadı mı?)
Fakat Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
"Referansım Allah'tır" diyenlerden olabilmek duasıyla... Ömrümüz mübarek olsun. Gününüz bereketli olsun. Torpillerimizin Yaradan'dan olmasi duası ile."
Allah helalinden yemeyi ve yedirmeyi nasip etsin, boğazımızdan haram lokma geçirmesin, referansı Allah olan Bilaller'in sayısını çoğaltsın, komisyonlarda görev yapanların görevlerini tıpkı bu hikayedeki üyeler gibi yapmasını nasip etsin. 05.09.2017
DKAB Öğretmenlerinden Ne İsteniyor?
Malumunuz haziranın son iki haftası ile eylül ayının ilk iki haftası öğretmenlerin mesleki çalışma dönemleridir. Tüm öğretmenler 09.00-13.00 arasında okullarında yapılan seminer çalışmasına katılırlar. Yapılan bu çalışmalar ne kadar verimli ya da değil tartışmasına girmeyeceğim. Değineceğim husus başka.
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Emeklilik İstenmesi Gereken Bir Şey midir?
Ah bir göreve başlasam, ah bir emekli olsam der dururuz çoğu zaman. Son emeklilik düzenlemesiyle birlikte bir de yaş vurmuşsa "Üç yıl vurdu, beş yıl vurdu, yaşa takıldım." pişmanlığını yaşarız. Çevremizde emekliliği hak ettiği halde emekli olmayı düşünmeyenleri görünce "Keşke bana vursaydı bu. Ben bir gün durmazdım" deriz.
Emeklilik gelir çatar bir gün. Emekliliği hayal edenlerin çoğu emekliliği telaffuz etmemeye başlarlar. Hatta daha da çalışmak için çabalarlar. "Ne zaman emekli olacaksın" diyenlere de bozuk çalmaya başlarlar. Çünkü ayakları yere basmaya başlamıştır. Emekli olunca maaşı iyice düşecek. Bu durumda aldığı kendine bile zor yeter. Çocuk var okuyan, daha baş göz edilecek, önünde işi yok. Daha fazla para lazım. Hasılı emeklilik askıya alınır böylece.
Emekli olan olursa, yapacak işi ve meşgalesi yoksa kendini boşlukta hissetmeye başlıyor, ikinci iş arayışına giriyor. hem madden sıkıntıya giriyor, hem de yalnızlaşıp yalnızlara oynamaya başlıyor. Kendini durmadan dinleyip duruyor, ya evinde ya da çarşıda sürekli uğradığı bir yerde.
Emeklilik yaşında yaş ve çalıştığı hizmet yılına göre halihazırda bir kademe varsa da sanırım 2030'dan itibaren göreve başlayanlar 65 yaşında emekli olabilecekler. Kimi mezarda emeklilik olarak kabul etse de, bu yaşa kadar insan nasıl çalışır dese de Türkiye'de emeklilik halihazırda bu şekilde.
İnsanlar niçin emekli olmak isterler, ya da emeklilik nedir, insanlar emekli olması gerekiyor mu? Sorduğum sorulara mutlaka farklı cevap verecekler vardır. Burada kanaatimi arz etmek istiyorum. Kişinin sağlığı ve verimi devam ettiği müddetçe çalışmasından yanayım, yaşı kaç olursa olsun. Devlet veya özel sektörde çalışan kişilerden başka emekliliği düşünen var mı? Kendi işini yapan nice kimse resmen emekli olmasına rağmen hala işinin başında çalışmaya devam ediyor. Emekli olduğu halde başka bir alanda çalışmaya devam eden insanımızın sayısı da az değildir.
Verimli olduğu, sağlığı elverişli olduğu müddetçe emekliliği düşünmemek lazım diye düşünüyorum. Nerede emekli olan birini görsem emekli olduğuna, olacağına bin pişman olmuş gördüm. Emeklilikle beraber yalnızlaşan kişi aynı zamanda işe yaramıyorum diye düşünmeye başlıyor. Bir meşgalesi de yoksa yatsın ağlasın, kalksın ağlasın artık. İşleyen demir ışıldar misali insanımız çalışabildiği, gücünün yettiği kadar çalışmasında fayda vardır. Çünkü çalışmayan vücut tökezlemeye başlıyor. 05/09/2017
Bu Hareket Kimin Emrinde?
Sürekli kendi kurduğu televizyonlarda arzı endam eden bir kişi var. Hem siyasetçi, hem tarikat lideri, hem iş adamı, hem de medya patronu. Dergi, gazete ve televizyonları var. Kendisi Yüksek İslam Enstitüsünü bitirmiş. Yüksek lisans ve doktorasını Türkî Cumhuriyetlerinden birinde yapmış, kullandığı Prof'luk unvanının aslı astarı olmadığı konusunda görsel ve yazılı basında zaman zaman haber konusu olur.
ABD menşeli Amerikan Biyografi Enstitüsü tarafından sekiz defa ödül verilen bu kişi kurduğu siyasi parti ile her seçime de katılır. Vaatlerine hiçbir siyasi yetişemez. Uçuk-kaçık vaatlerine rağmen girdiği her seçimde binde dokuz oydan fazla oy alamamasına rağmen her seçime de katılır.
Kurban Bayramı öncesi 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla kendi televizyonunda canlı yayımlanan bir programları gözüme çarptı. Program baştan sonra siyasal İslam'ı eleştirme üzerine kurulmuş, siyasal İslam'ın temsilcisi olarak bilinen Necmettin Erbakan'ı yerden yere vuruyorlardı. Erbakan'a partisini kimlerin kurdurduğunu anlattı durdu kendisine hukukçu diyen biri. Birkaç tane de kariyer yapmış, Prof'luk unvanı almış konuşmacı vardı. Baştan sonra iş gelip dayanıyor kendi liderlerini övmeye. Erbakan, Özal, Erdoğan kim varsa hepsi nasibini aldı bu konuşmada.
Övgüyü hak edenlerin başında Atatürk vardı. Bir de kendisi. Dinlediğim bölümde liderlerini yere göğe sığdıramadı önünde unvanı yazılı olan kişiler. Vıcık vıcık yağ çektiler durmadan.
İş adamı, sanayici, medya patronu, ilahiyatçı, tarikat lideri ve bir siyasi partinin başkanlığını yapan bu zat 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Atatürk'ün 'seyyit' olduğunu iddia etmiş, onun soyunu Hasan ve Hüseyin'e dayandırmıştır.
Edindiği serveti nasıl elde etti, ailesi mi çok zengindi, birileri tarafından maddi olarak destekleniyor mu bilmiyorum. Uçuk-kaçık fikirlerine ve sataştığı kesime bakarak bu adamı kim besliyor, kimin emrinde, amacı nedir diye düşünmeden edemiyorum.
Sahi bu adamı, sayısı fazla olmayan bu camiayı tanıdınız ise gerçekten bu adamın amacı nedir? Kime hizmet ediyor? Biliyorsanız beni sevindirirsiniz. 05/09/2017
4 Eylül 2017 Pazartesi
Evli Evine Köylü Köyüne! *
Yaz dönemi bazı meslek sahipleri, öğrenci ve öğretmenler
için uzun tatil demek. Meclis, yargı mensupları da tatilden nasibini
alanlardan. Zafer ve Kurban Bayram tatillerinin birleştirilmesiyle tatilden
hemen hemen payını almayan kalmadı.
Kimimiz tatilde gezdi dolaştı, kimimiz asli görevi dışında
başka işler yaptı. Sonunda tatiller bitti. Bundan sonra evli evine, köylü de
köyüne artık. Öğretmenler hemen Bayram ertesi iş başı yapacak, öğrencilerse iki
hafta sonra. Ardından yargı ve Meclis bitirecek tatilini. İşine bayram arası
verenler ise yeniden işlerine koyulacak. Aşağı yukarı herkesi mesai ve iş yükü
bekliyor. Maraton koşusu başlıyor artık.
Uzun tatil rehavet, tembellik demektir, insanı paslandırır.
Hedefi kaybetmektir, insanı asli işinden uzaklaştırmak demektir, zamanı hor
kullanmak, israf etmek demektir. Herkes hamlaştı iyice. Hamlaşan insan kolay
ısınamaz, işine kendisini veremez.
Uzun tatiller aynı zamanda iş kaybı, işin aksaması, efor
düşüklüğü, ekonominin zarara uğraması demektir. Sadece tatiller değil bizde
sorun. Tatil yaklaşırken tatil havasına girer, işi rölantiye alırız, tatil
dönüşü de kolay kolay kendimizi işimize veremeyiz. Tatil cennetiyiz dense
yeridir. Lüks tüketimin arttığı günümüzde dünya kaynakları daralmaya devam
ediyor. Bizim uzun tatilden ziyade daha fazla çalışıp daha fazla üretmemiz
gerekir. Türkiye ne yapıp ne edip tatillere bir sınırlama ve düzenleme
getirmelidir. Bazı iş kollarında tatil kaçınılmaz denebilir. Bunun yolu uzun
tatilden ziyade Türkiye şartları göz önünde bulundurularak belli ayların
içerisine serpiştirmektir. Burada öğrenci ve öğretmenler için bir örnek
verirsek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz. Öğretmenin yaz tatili
bir, öğrencininki iki ayla sınırlandırılmalıdır. Diğer tatiller bir
haftayı geçmeyecek şekilde her sekiz haftanın bitiminde yapılan sınavların
ardından verilmelidir. Bir başka örnek de bayram tatilleri için verelim. Bizde
özellikle dini bayramlar hafta içine geldiği zaman çoğu zaman haftayı tümden
tatil ederek tatili dokuz güne çıkarıyoruz. Dokuz gün tatili gören
bayram-seyran demeden soluğu sahil kenarlarında almaktadır. Belki içimizden bu
vesileyle insanımız soluklanıyor, nefes alıyor, kafa dağıtıyor. Tatiller de
olmasa insan çatlar diyebiliriz. Bu düşünce bir yere kadar doğrudur, nefse de
hoş gelir. Ama bu işin bir de aması var. Uzun tatil demek şehir dışına çıkmak
demektir, şehirlerarası trafiğin yoğunlaşması demektir. Bizde bu kural tanımazlık
ve hız tutkunluğu oldukça her uzun tatil, özellikle uzun bayram tatilleri
trafik kazalarına davetiye çıkarır. Kazaların çoğu yaralanma ve ölümlerle
sonuçlanıyor. Sonunda bayram elbisemiz kefenimiz olabiliyor. İç turizmi
canlandırmak amacıyla ihdas edilen Zafer Bayramı ve Kurban Bayramını içine alan
on günlük tatilin dokuz günlük bilançosu ağır mı ağır. Onca uyarıya rağmen
bayramın son günü itibariyle 148 trafik kazası meydana gelmiş, 122 kişi
hayatını kaybederken 640 kişi de yaralanmıştır. Hurdaya çıkan araçları
saymıyorum bile. Terörde bu kadar kişi ölse Türkiye ayağa kalkar, günlerce yas
tutarız. Nedense trafik kazasında kaybettiğimiz bu kadar canı haberlerde
vererek geçiştiriyoruz. Halbuki trafik canavarı terörden daha beter bugün için.
Orta yerde bir katliam var. Bu katliamda uzun tatilin payı büyüktür. Bu son
uydurulmuş uzun tatil olmasa belki bu kadar insanımız ölmeyecekti.
Geçen geçti, yapılan yapıldı, dinlenen dinlendi, ölen de
öldü. Geçmişe ah-vah etmenin bir anlamı yok. Geçmişten ders çıkarıp önümüze
bakmamız ve bir daha elim olaylarla karşılaşmamak için yetkililerin ayakları
yere basan kararlar almasıdır. Yoksa bu gidişle daha çok anamız ağlar. İşleyen
demir pas tutmaz misali zaman iş zamanı. Herkes işinin başına. Evli evine,
köylü köyüne artık. Bu vesileyle bayramınızı kutlar, ölenlere rahmet,
yaralılara acil şifalar diliyorum. Son olarak iki tatil arası mesai saatlerini
tatil yapan zihniyete son diyorum. 04.09.2017
* 06/09/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 06/09/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
3 Eylül 2017 Pazar
Kırıp Döküp Ufalamak
Günlük hayatta türlü türlü insanlarla muhatap oluruz.
Bunların içerisinde ortamı geren tipler vardır. Gerginliğinden çevresinde olan
herkes nasibini alır.
Sinirli
tiplerden bahsediyorum. Kızacağı konunun önemli olması gerekmez. Çok da
ketumdurlar. Ne zaman sinirlenecekleri, neye sinirlenecekleri, kime
sinirlenecekleri belli olmaz. Yeter ki gerilsin. Bundan sonra Allah ne verdiyse
artık. Varsa yoksa sinirleri vardır. Kırıp döküp ufalarlar. Bayram-seyran
dinlemez, dost-düşman gözetmez, sakinleşince konuşayım demez, çevremdeki
olanları ‘üzerim’ diye düşünmezler.
Saman
alevi gibidir bunlar. Ne zaman tutuşacağı belli olmaz. Alev topuna dönüşür
birden. Parlamasıyla sönmesi bir olur. O esnada yanındaki olanların hepsi kimi
dumanından, kimi alevinden, kimi de ateşinden nasiplenir. Anlık sinirleri
kendisine ışık vermediği gibi çevresine de vermez.
Bir
kanser hücresi gibidir bunlardaki sinir. Gün yüzüne çıkmaması, bulunduğu yerde
kalıp vücudun diğer taraflarına zarar vermemesi için cam bir fanusun içine
hapsetmek gerek. Yoksa bir harekete geçti mi yanardağ patlamasına dönüşür.
Sakinleşip kendine gelmesi, yerine geri gitmesi, başkasına zarar vermemesi için
çok az bir zamana ihtiyaçları vardır böylelerinin. Az sonra harekete geçen
siniri kendiliğinden sakinleşir. Böylesi durumlarda bu tipleri kendi haline
bırakmaktır asıl olan. Sakinleştirmeye çalışmak, cevap vermeye kalkmak beyhude
çabadır. Sinirlerinin tavan yaptığı andır bu an. Sinir boşalması yaşarlar bu
esnada. Söndürmek için dokunan yanar. Dokunanın haklı-haksız olması gerekmez. Alakası
olmayan işler de girer işin içine. Tüm oklar böyle durumlarda üzerine vazife
çıkartanlara döner. Halbuki sinir boşalmasının yaşandığı esnada az sabredip
kendi haline bırakılsa -nasıl ki kızgın sirke küpüne zarar verirse- zararı
sadece kendisiyle sınırlı kalacaktı.
Sinir bir hastalıktır, arızi bir durumdur. Her insanda az
veya çok bulunur. Kimi sinirlerine hakim olur, kimi olamaz. Bu hastalığın
tedavisi kişinin kendine hakim olmasıdır. Başka türlü tedavisi mümkün değildir.
Kendi kendine tedavi edemiyorsa yukarıda bahsettiğim gibi biraz kendi haline
bırakmaktır. Böyle davranılırsa o esnada etrafına ışık vermese de zararı
kendisiyle sınırlı kalacaktır. Sakinleşince attığı okları tek başına
toplayacaktır. Yaptığı eylemin yanlış olduğunu anlayacaktır. Bu sefer başkasına
değil kendi kendine kızacak, öz eleştiri yapacaktır. Kırıp döktüğü varsa telafi
etmek ve ortamı yumuşatmak için gönül de alacaktır. Bu tiplere yapılacak en
büyük iyilik budur. Bu iyiliğin daha ilerisi bu kimse sakinleşince
söyleneceklerin söylenmesidir. Yoksa sinir esnasında müdahale etmek yangına
körükle gitmek gibidir.
İşte size insan tiplerinden bir tip. Kolay kolay
değiştirmek mümkün değildir. Sinir vücudunun tüm organlarına baskındır
böylelerinin. Öyle “Sinirlenmemek lazım, ne var bunda, ben çok sinirli değilim”
demeye gelmez. Allah bunları böyle imtihan eder. İnanın çok sinirli olanlar da
sakinleşince ‘Sinirlenmemem lazım, ne vardı bunda. Bundan sonra bir daha
olur-olmaz sinirlenip başkalarının kalbini kırmayayım’ diye çok söylerler. Hatta
‘Sakin ol, Sakin ol” diye kendilerine emir verip dururlar. Ama iş sinirlenmeye gelince
siniri aklının önüne geçer. Artık akli davranamazlar. Bırakalım böylelerini
kendi imtihanlarıyla baş başa. Onlar vara yoğa sinirlenmeye devam etsinler, biz
de kendi işimize bakalım. Yok ağzımızın tadı bozulmasın, biz onun iyiliğini
istiyoruz deniyorsa o kişinin hassasiyetlerine özen göstermek, onu anlamaya
çalışmak belki bir çıkar yol olur.
Allah nefisimize özellikle sinirlerine hakim olan insanlardan
eylesin. 03/09/2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)