24 Ağustos 2017 Perşembe

"Şimdi sen bana şitsen de sonra da ben sana şitsem"

Nelere kadir Türkçemizdeki 'şey'

Yan tarafta gördüğünüz kitap siparişi. Yayınevi ve firma adı belli olmasın diye kırptım da kırptım. Konyalı olmayanlar için başlığın açılımı ise: "Şimdi sen bana şey etsen de sonra  ben sana şey etsem= Sen şimdi bana bu istediğimi alıp gönder de ben bir ara sana parasını veririm" demektir. Sipariş-ısmarlama veya borç isteme yani. Gördüğünüz gibi her yerde kullandığımız 'şey' her şeye kadir, neleri çözüyor.

Bizde borç, sipariş veya herhangi bir yük için utana-sıkıla böyle bir yol izlenir. Hele bu iş sürme işini bir başkasının yanındayken yaparsak alabildiğine 'şi'lerin sayısını artırırız. Bu tip istenen borç genelde geri gelmez, verilen sipariş ödenmez. Zira 'Yaz tahtaya al haftaya!" demek gibi bir şey. Buradaki hafta ömürlüktür. Hangi hafta olduğu belli değildir. Çünkü verilen ya da yapılanın fazla bir ehemmiyeti yoktur. Sen bekler durursun; bugün, yarın, hatta yarından da yakın bir zaman diliminde, "Yahu sen bir zaman bize bir yardım etmiştin, bunun hediyesi ne kadar" diye. Sen bekleye dur, sorulmaz artık. Nihayet bir müddet sonra unutulur gider, üzerine bulursan bir bardak su içersin.

Yaptığın bir iyilik, bunu da başa kakma, üç-beş kuruşun lafı mı olur diye düşünebilirsiniz.  Niyetim başa kakma, bu işlerden kaçınma değil. Eşin-dostun ihtiyacını gideririz gidermeye. Ama bir zaman diliminde "Borcumuz ne kadardı, verdik, vereceğiz, veremedik" denmesi. Üstelik bu tip sipariş öyle sadece cebinizden para çıkmakla bitmiyor. Telefonla siparişi alıyorsun, fırsatını bulup çarşıya gidiyor, kitapçığı buluyorsun, orada aradığın sipariş yoksa başka kitapçıya gidiyorsun. Paranın olup olmaması önemli değil, nasılsa ceplerde ay başında ödemek üzere çektireceğimiz kredi kartımız var. Ödemeyi yaptıktan sonra göndereceğin yerin otobüsünün kalktığı yeri öğreniyor, oraya doğru yollanıyorsun. Sonra emaneti verebileceğin bir tanıdık çıkar mı diye garajda beklemeye koyuluyorsun. Bir de otobüsün kalkacağı saati bilmez de erken varmışsan emaneti vereceğim tanıdık bulacağım diye bekle dur. Kimseyi bulamayıp şoför veya muavine vermeye kalksan emanet almaya yanaşmazlar. Nihayet uzak-yakın tanıdık birini bulur da verirsen bir işi daha ağzına-yüzüne bulaştırmadığına şükredersin.

Emaneti birine emanet ettikten sonra sana sipariş vereni arıyorsun bu sefer, "Emaneti falan kimseye verdim" diye. Bunca hengameden sonra telefonda borcumuz ne kadar" denmez, ardından "Abi, yav bizim şu şi vardı ya, onu ne zaman şideriz" diye üzerine bir yük daha yükleyiverir. İşim ne zaten! Böylece üzerime bir yük daha yükleyiverir. Şükür, işin birini bitirdim ya, öbürüne Allah kerim! Bize de bunun mutluluğu yeter. Allah bana güç-kuvvet versin, böyle dostları da eksik etmesin. Allah onlara ellerini cebine atmayı da nasip etsin...

Eğer siz de benim bu yaptığım işten hoşlanır, homurdanmaz; keşke bize de böyle yük ve yükler sürülse diyorsanız bilin ki size bir telefon kadar yakınım. İsterseniz beni bu vesileyle arayanları size şidebilirim. 24.08.2017

Ahmet BAYDAR'a Tüyolar! *

-Süper Kupaya Süper Ceza-
Trabzonspor-Atiker Konyaspor maçından sonra Konyaspor Basın Sözcüsü Ahmet Baydar, “Trabzon’da resmen katledildik. TS’nin maçı 11 kişi tamamlaması büyük bir hakem başarısıdır.(!) Topsuz alanda üç kez rakibine kasti müdahalede bulunan Pereira ve hakemin gözü önünde Traore’yi hastaneye gönderen, ayağını kıran Durica’nın pozisyona yakın olmalarına rağmen, maça devam etmesine göz yumanlar puanlarımızı resmen gasp etmiştir.

Daha sezonun ilk maçında ortamdan etkilenip düdükleri ev sahibi takımdan yana çalan ve Trabzonsporlu futbolcuların sportmenlik dışı mücadelesini ödüllendirenlerle bu ligin bitmeyeceği ilk maçtan ortaya çıkmıştır. Hakemin gözü önünde gerçekleşen direkt kırmızı kartlık hareketi sarı kartla ödüllendirenlerin bir başka takımın canını daha yakmadan bir an önce tedbir alınması gerektiğini altını çizerek ifade ediyoruz. Bizim bazı kulüpler gibi kolay ve hesapsız gelirimiz yok. Bütçemize göre futbolcu transfer yapıyoruz. Kaybedilen maçın yanı sıra maçın hakeminin sebep olduğu sertlikten dolayı en gözde oyuncumuzu uzun süreliğine kaybettik. Maçın devre arasında hakemler teknik heyetimiz tarafından sertlikten dolayı uyarılmasına rağmen ikinci yarıda bu tutumlarını artırarak devam etmişlerdir. Maddi manevi büyük zarara uğratıldık. Bunun hesabını kim verecek” (konyaspor.org.tr) şeklinde açıklamalarda bulundu. Bu açıklamasını sportmenliğe aykırı bulan PFDK,  Ahmet Baydar'a 45 gün hak mahrumiyeti ve 30 bin lira para cezası verdi.

Az bile ceza vermiş Disiplin Kurulumuz Baydar’a cezayı. Ebediyen mahrum bırakabilirdi aslında. Ucuz kurtulmuş Sayın Baydar. Merhametlerinden olsa gerek. Bu, onun kulağına küpe olmalı, bir daha sınırı aşmamalı. Tamam, Ziraat Türkiye Kupasını aldınız, ardından Süper Kupaya da kondunuz. Anlaşılan Süper Lig şampiyonluğunu gözünüze kestirdiniz. Olacak şey değil bu! Ne kadar başarılı olursanız olun, sonuçta siz bir Anadolu takımısınız. İlk günden kedinin ayağını ayırmalı ki görün Hanya’yı, Konya’yı. Bir defa sizden istenen ligden düşmeme üzerine oyun oynamaktır. Haydi yerinizi, yurdunuzu bilmeden mütevazı kadronuzla şampiyonluğa cüret ettiniz, hakemleri eleştirmek de neyin nesi? Size gereken maçın katledilmesini, en iyi futbolcunuzun ayağının kırılması değildi bir defa. Acılı da olsanız, futbolcunuzun ayağı da kırılsa, hakem rakip takımı koruyup kollasa da maçtan sonra “Hakemlerimiz iyi bir maç yönetti, ayağı kırılan futbolcumuz bunu hak etti, bedelini ayağıyla ödedi, çünkü burada TS’li futbolcu değil, kendi futbolcumuz suçludur, aslında orada bulunması bile hataydı, bereket hakem bu futbolcumuza kırmızı kart göstermedi, biz bu futbolcumuzu ebediyen kadro dışı bırakacağız. Bu hakemlerimizin de bundan sonraki tüm maçlarımızın vazgeçilmez hakemi olmalarını Federasyonumuza önereceğiz” şeklinde bir açıklama yapması daha uygun olurdu. Ama ne edersin ki irticalen konuşmada bunlar aklına gelmedi anlaşılan. Acemilik işte!

Düşene bir tekmede biz vurmayalım. Nezaketen de olsa Sayın Baydar’a geçmiş olsun diyelim ve bir daha başına bir ceza gelmemesi için bazı tüyolar verelim:
·         Takımı –ekibiyle birlikte- küme düşme üzerine yeniden kurmalıdır.
·         Hakem, federasyon vb kişi ve kurumları asla eleştirmemelidir.
·         Kupa, şampiyonluk gibi plan ve program yapmamalıdır.
·         Futbolcusu kırmızı kart görse de, ayağı kırılsa da “Yol kazasıdır, kalan sağlar bizimdir” şeklinde demeç vermelidir. Sportmenliği hiç elden bırakmamalıdır. 23/08/2017

* 26/08/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde "Süper Kupaya Süper Ceza" başlığıyla yayımlanmıştır.



23 Ağustos 2017 Çarşamba

Lut Kavmine Rahmet Okutur Günümüz *

Allah Kur'an'da şehvet ve cinselliğin envaiçeşidini yaşamış Lut Kavminden bahseder. Öyle ileri gitmişlerdir ki karşıt cinslerin birbirleriyle ilişkisi bir müddet sonra onları tatmin etmemeye başlamış, hemcinsler birbirine yönelmiş, üstelik bu melaneti alenen herkesin gözünün önünde yapmak suretiyle arsızlıkları su yüzüne çıkmış, Lut peygamberin hanımı bile erkek pazarlama yoluna gitmiş ve evlerine gelen erkek suretli melekleri halkına haber vermiştir. Bu kavim Lutilik ve homoseksüellik dediğimiz sapık ilişki şekliyle tanınmıştır. Lut'un nasihat ve uyarılarını kulak ardı etmişlerdir. Sonunda Rabbin azabı Lut  Kavminin üzerine yağmur yağar gibi taş yağmış, taş üstünde taş kalmamış, yerin altı üstüne getirilerek yerle bir olmuşlardır, helak olmuşlardır. Tarihe lanetli kavim olarak geçmişler. Asırlar geçse de bu ibretlik sapık hareketinin izlerine halen Ürdün-İsrail yakınlarında Lut Gölü civarında rastlanmaktadır.

Kur'an'da detaya girmeden bahsedilen bu kavmi okur, ne kadar da ileri gitmişler, ne de melun insanlarmış derdim. Yatar kalkar onları anlatır, onlara kızardım, hala da kızıyorum. Allah niye anlatıyor bunu? Çeşitlilik olsun diye mi? İbret alınsın, tarih tekerrür etmesin diye değil mi? Ama gel gör ki ibret alındığı falan yok, günümüzde Lut Kavminin yolundan gitme maalesef hız kesmeden devam ediyor. Özellikle kimsenin kimseye karışmadığı/karışamadığı günümüzde kimin eli, kimin cebinde belli değil. Tarih boyunca gizli-kapaklı olarak yürüyen bu şehvet hastalığı dijital ortam, yazılı ve görsel basın sayesinde iyice ayyuka çıkmaya başladı. Açık saçık giyinmeden, eşlerin birbirini aldatmasından; kız-erkeğin el ele, göz göze gelip gezip dolaşmasından, insanların nikahlı-nikahsız yaşamasından, evlenmesiyle boşanmasından, çocukların büyükler tarafından iğfal edilmesinden, kadın ve erkeğin bedenini satarak geçinmesinden geçtim. Zira şimdi kızını satan, evini genel evine çeviren aileleri, yeğeniyle yakalanan amcaları okuyoruz basında. Ensest ilişkinin her türlüsünü görüyoruz videolarda. Karşıt cinslerle ilişkiden bıkıp usandıktan sonra macera aramak için hemcinslerine yönelen Lut Kavminin ortamından farklı değil günümüz. Üzerimize taş yağsa yeridir. Lut'un Kavmi bu iffetsizlik ve şirretliği alenen meydanlarda yaparken  kimse bir şey söyleyemez noktaya gelmiş, en cesaretlisi, "Keşke bu işi az ötede yapsalar" diyebilmiş sadece.

Gün, Lut'un Kavminin günüdür. Şimdi de şehvet ve cinselliğin her türlüsünün yapıldığı günümüzde uçkurunu tatmin edemeyenler bir maceraya atılarak ensest ilişkilere yönelmiştir. Biz ise devletiyle-milletiyle sadece seyrediyoruz, "Bu işi az ötede yapın" bile diyemiyoruz. Önüne gelen "Hayat benim hayatım, kim ne karışır" diyor. Kazara bir şey söylesen basın ordusuyla çıkıyor karşına.

Böyle bir ortamda yaşıyoruz eğer buna yaşama denirse. Günümüz insanını daha kötü günler bekliyor, zira gidişatımız hiç hayra alamet değil. Beynin uçkura bağlandığı günümüzde daha da beterini göreceğiz bu gidişle. Kendimizi, ailemizi bu çirkef bataklığının içinden ne kadar uzak tutarsak halimize şükredelim. Namus ve aile kavramımız, değer yargılarımız sözüm ona bazı sanatçılar eliyle yok ediliyor. İşin garibi her türlü iffetsizliği yapan bu tipler yine sanatlarına devam ediyor, televizyonlara çıkıp programlar yapabiliyor, kasetleri satılıyor ve biz o tipleri izliyor, seyrediyor, kasetlerini alıyoruz. Bana göre bu ne demektir biliyor musunuz? "Aferin sana, ben yapamıyorum bu işleri, sen yap bari. Sana desteğimi ancak böyle sürdürebilirim, başka da bir şey yapamıyorum, kusuruma bakma" demektir.

Boş verelim bu olup bitenleri. Biz yolumuza devam edelim. Arada bir Lut'un kavmine kızmayı ihmal etmeyelim bari!.. 23.08.2017

*05/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Önceliğimiz Zam mı yoksa İtibar mı?

Memur zammı ile yatıp kalkanlar, verilen zammı yeterli görmeyenler, hükümetle zam pazarlığına oturan yetkili konfederasyonu yerden yere vuranlar,  memuru sattı diyenler, büyüyen ekonomiden paylarına düşeni isteyenler! Yüksek zam verilseydi iyi olurdu. Amenna! Bunu sizin gibi ben de isterdim. Ama olmadı, olması da mümkün değildi zaten. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olmasına rağmen bu kadar vaveyla koparmak da neyin nesi? Kaç kişi ümit ederdi hükümetin yüksek zam vereceğini? Anladığım umut eden çok olmalı ki şimdi karabasanlar bastı bizi.

Hani hükümet değişse de bir umut beklenti içerisine girilse diyeceğim. 2002’den beri aynı hükümet, aynı politika devam ediyor. Bu hükümet ne zaman çalışanına verdi de şimdi verecek? Bu durumdaki hükümetin karşısında imza yetkili olarak Memur Sen değil, diğer hangi konfederasyon olursa olsun hükümetin bu ekonomi politikasıyla zaten fazla zam alması mümkün değildir. Sorumluluk sahibi kişilere halihazırda sorumluluk taşımayanların acımasızca eleştiri getirmeleri bekara avrat boşamak gibi bir şeydir. Hal bu iken ileri-geri konuşmanın kime ne yararı var? Birbirimizi yıpratmaktan başka...

Kamu çalışanı için evet artış güzel bir şeydir. Zira parasız olmaz. Para bir şey ise itibar çok şeydir. Hükümet niye vermez? Zam politikası bu olduğu için olabilir, ya da değer vermediği için olabilir. Zam politikasını yanlış  bulsam da anlamaya çalışırım. Ama eğer değer vermediği için vermiyorsa hepimiz oturup bu konuyu irdelememiz lazım. İçinizden biri olarak memurun itibarı konusunda devletin, vatandaşın bakış açısını yansıtmaya çalışacağım. Bir defa sayımız o kadar çok ki, herkes bize zam yapmayı düşünürken kılı kırk yarıyor. Hepimizin yaptığı devletin hizmet sektöründe çalışmak. Kamuoyunun bakışı, memur bir şey üretmiyor, mevcut aldığı bile fazla anlayışı hakim. Kimse bizim iş yaptığımıza inanmıyor. Herkes bizi yan gelip yatan, devletin sırtında bir kambur olarak görüyor. Bu demektir ki memurun itibar sorunu var. Bence paradan önce bunu düşünmemiz lazım. Devlet ve vatandaşın gözünde oluşan bu algıyı değiştirmediğimiz müddetçe bize sahip çıkan da olmaz, destek veren de. Bu algı, yerinde veya değil iddiasında değilim. Ama değer ve itibarımız başkasının bizi gördüğü kadardır.

Hal bu iken hak mücadelesinde parayı ön plana almak doğruca bir yaklaşım değildir. Mücadelemiz para olsa bile mücadele şeklimiz doğru değildir. Bu hükümet geldiği zaman hükümetin doktorlarla ilgili tasarruflarında hekimler belirli periyotlarla iş bırakma, işi yavaşlatma, basın açıklaması yapma, yürüyüş, protesto gibi eylemler yaptılar. Doktorların mücadelesi de para ve çalışma şartları iken parayı hiç ön planda tutmadılar. Sonunda hükümetin dediği oldu, doktorlara ‘Tam Gün yasası’ geldi, çalışma şekilleri değişti, özel polikliniklerini kapattılar. Doktorlar daha önce kazandıklarından daha az kazanmalarına rağmen itibarları geri geldi. Bizler zamdan önce memurun itibarı nasıl gelir, bunun için ne şekil mücadele edilir hesabı yapmalıyız diye düşünüyorum.

Hiçbir şey yapamıyorsak bile en azından adımıza iş yapan STK’ları yerden yere vurmayalım, onları anlamaya çalışalım, kendimizi bir an için onların yerine koyalım, biz olsak ne yapardık diye. Üç kuruşluk zam için bağlı bulunduğumuz sendikaları da acımasız ve orantısız eleştirerek zaten olmayan itibarlarını iyice sıfırlamayalım. Zira bizim itibarımız kadar sendikalarımızın da itibarı vardır. Yine yukarıda dedim sayımız çok diye. Evet sayımız çok. Alternatifimiz de çok. Biz bu işi yapmazsak elimi sallasam ellisi misali piyasada milyonlarca alternatifimiz var. Alternatifi olanın da itibarı olmaz bir defa. Bence mesele derin. Önce zammı almak isteriz yoksa itibarımızı kazanmayı mı? Karar sizin 23/08/2017

İstifa Müessesesi Bizde Niçin Nadiren İşler?

Belli bir makamda görev yapanlar durduk yerde zevkine istifa etmezler. Deruhte ettiği görevi ya yapamamıştır, ya yıpranmıştır/yıpratılmıştır, ya hata veya yanlış yapmıştır. Bu hata kendisinden kaynaklandığı gibi kurumunda çalışanlardan biri tarafından da işlenmiş olabilir.

Böyle durumlarda özür ve ardından istifa etmek erdemli ve bir o kadar da onurlu bir harekettir, çünkü hatayı kabul etmiştir.  Çoğu kişi hatasını kabullenip özür dilemez. Zira özür çoğu kimseye zor gelir. Küçümsenecek bir davranış değildir. İcra ettiği makamdan feragat etmektir, koltuğu kendisinin boşaltmasıdır, “kazanılmış hakkım zayi olacak” dememektir, koltuğa yapışıp kalmamaktır. Tek taraflı bu istifa müessesesini işletenler gücünü makamdan değil, makamına güç veren kalite ve kalifiye kişilerdir.

Ülkemizde ve Doğu toplumlarında bu tek taraflı müessese pek işlemez ve işletilmez. Gelen kurumunu yerlerde süründürse, hata üstüne hata yapsa bile aklına gelmeyen tek şey, kendisinin istifa etmesi gerektiğidir. Rezil ve rüsva olsa da, toplumda bir itibarı kalmasa da kafalar kuma gömülür ve yola devam edilir. Çünkü kerameti kendinden menkul bilir, kendini vazgeçilmez Hint kumaşı gibi görür. İstifa ederse kurumun daha da kötüye gideceğine, kaçıp gitme gibi değerlendirileceğine, itibar kaybedeceğine, kendisini inandırdığı gibi etrafını da inandırmaya çalışır. Halbuki istifalar  kişiye itibar kazandırır. Çünkü yönetim mekanizmasının en üstüne çıkmış birinin makamından ayrılması “Parada, pulda, makam ve mevkide gözüm yoktur, hata yaparsam tüm bunları terk ederek bedelini öderim. Ne beni getirenleri ne de kendimi yıpratırım, ben anamdan yönetici olarak doğmadım” demesidir.

Türkiye’de pek görülmez dedim bu istifa müessesesi. Bireysel istifalar olur, sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Demirbaş gibidir bu ülkede yöneticilik. Attın mı kapağı, ancak emeklilik ve ölüm ayırır bizi oradan. Bu durum kamu kurumlarında böyle olduğu gibi siyasette de böyledir. Girdiği sayısız seçimlerde istenilen başarıyı gösteremeyen, partisini iktidara taşıyamayan parti liderleriyle doludur bu ülke. STK’larımız da böyle, cemaat ve tarikatlarımız da. “Ben partimi ileriye taşıyamadım” deyip ayrılmayı düşünen olsa bile yanındaki bazı kişiler onu bu düşüncesinden vazgeçirir bu ülkede. Günümüzde hala MHP Genel Başkanlığını yürüten Devlet Bahçeli, 2002 seçimlerinde partisi baraj altında kalınca ‘Partimi genel kongreye götürüp bir daha aday olmayacağım’ dedikten sonra yanından birileri, alttan girip üstten çıkarak Sayın Bahçeli’yi bu düşüncesinden vazgeçirdiler.

Sayıları az olsa da istifa edenlerin bazılarını buradan zikredelim: SHP Genel Başkanı Erdal İnönü kendiliğinden siyaseti bıraktı. Halbuki bizde siyasete girenin cenazesi TBMM’den kalkar genelde.  Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez istifa ve emeklilik yolunu seçerek makamlarını bırakanlardandır. Son olarak istifa mekanizmasını işleten bir kişi daha var: ÖSYM Başkanı Ömer DEMİR. Yerleştirmede kurumun yaptığı hatadan dolayı istifasını verdi. Soyadım Demir, ben buraya demir attım demedi. Bastı istifasını, çekip gitti. Üstelik özür de diledi.

İnsan hata yapar, yöneticilerimiz de hata yapabilir. Çünkü insandır. Hatalar hiçten doğar, ama hatalar hiç değildir. Bedeli özür ve istifadır. Allah sayılarını artırsın. 23/08/2017

Ensest İlişkilerde Sicilimiz Nasıl?

29/03/2016 tarihinde Büyükşehir Belediyesine ait Zindankale Otoparkı bünyesinde bulunan salonda ÖĞ-DER tarafından düzenlenen bir etkinliğe katılmıştım.

Dört konuşmacıdan üç tanesi yurt dışından gelen misafirlerdi. Kulaklık marifetiyle kendilerini dinleme imkanı buldum.

Misafirlerden bir tanesi, sonradan Müslüman olmuş bir İngiliz gazeteci idi. Nasıl Müslüman olduğunu bir güzel anlattı.

Daha sonradan İngiliz eski başbakanlarından Tony Blair’in baldızı olduğunu öğrendiğim bu gazeteci Lauren BOOTH hanımefendiye soru faslında, “İngiltere’de Türkiye nasıl tanınıyor” diye bir soru soruldu. Verdiği cevap fazla uzun değildi: “Türkiye İngiltere’de iki yönüyle tanınıyor, biri ensest ilişkiler, diğeri -sanırım- kadına şiddet (veya taciz idi). Buranın imajı bizim oralarda maalesef bu şekilde ” demişti. Abartmış, zaten bize karşı ön yargılılar bu İngilizler dedim içimden.

Program bittikten sonra evimin yolunu tuttum, ilk önce fazlaca duymadığım ensest kelimesine baktım. “Aile içi yasak ilişki” diyor TDK kısaca. “Ensest, genellikle bir erkeğin cinsel ilişki yönünden yasaklanmış olan kızı, kız kardeşi, ablası, üvey kız kardeşi, kız yeğeni, teyzesi veya annesi ile cinsel ilişkide bulunmasıdır. Bu davranış şekli çoğu ülkede yasaklanmıştır. Kadın rıza gösterse bile ensest olgusu savunulamaz. Türk Medeni Kanunu’nun 92. maddesine göre, anne, baba, dayı, amca, teyze, hala ve kardeşlerle evlenme yasak olduğu gibi serbest aşk da bir sapıklık sayılmaktadır.” (www.saglikhastalik.com)
*
15/08/2017 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ayşe Arman, “Beni öz annem sattı” başlıklı bir yazı kaleme alarak şimdi 18 yaşında olan kızla yaptığı röportajını köşesine taşıdı. Kız, röportajında “6. sınıfa giderken alkole ve sigaraya alıştırdılar. Beni kendi istediklerini yapmaya zorladılar. Kaçmak istiyordum, deniyordum, her seferinde eve iade ediliyordum. 14 yaşında, çok özür dilerim, regl olduğumu öğrenince, evde bayram havası esti. Annem, “Kadınlığa ilk adımını atıyorsun!” dedi. Çok erkekle yaşamın ne kadar güzel olduğunu anlattı. Başka başka erkeklerle birlikte olmanın ve bu yoldan para kazanmanın hem kolay hem de iyi olduğunu söyledi.” şeklinde açıklama yaparak ailesinin kendisini ve teyzesini defalarca başkalarına sattığını, intihar ettiğini, ama kurtarıldığını, kaçtığını, fakat tekrar yakalandığını, halihazırda devlete ait bir sığınma evinde kaldığını…” anlatıyor.
*
16/08/2017 günkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ertuğrul ÖZKÖK, eşlerin birbirini aldatma oranını veriyor: “Cinsel Sağlık Enstitüsü verilerine göre Türk erkeklerinin yüzde 58’i karısını, kadınların yüzde 40’ı kocalarını aldatıyor. Bu rakam 2000’li yıllarda erkeklerde yüzde 25, kadınlarda ise yüzde 11 civarında iken dünyadaki ve Türkiye’deki seviyesi de birbirine çok yakındı. Şimdi dünyada da Türkiye’de de yükseliyor. Ve size şunu söyleyeyim. Türkiye, eşini veya partnerini aldatma oranı konusunda dünyanın en yüksek oranlı ülkeleri arasında yer alıyor.”
*
23/08/2017 günü ise www.gazeteoku.com sitesinde, İğrençliğin böylesi… Öz yeğeni çıktı! Magazin dünyası çalkalanıyor” başlıklı bir haber yer aldı. İçeriğini okuduğum zaman ’14 yıldır evli olan bir sunucunun Bodrum’da bir tekne içinde öz abisinin evli kızı yani yeğeniyle ilişkileri çekilmiş fotoğrafları yansımış objektiflere.’
*
Yukarıda örneklerini verdiğim yazılar yalanlanmadı maalesef. Hali pürmelalimizi daha fazla anlatmaya gerek var mı? Ebeveynin çocuğunu satması var bizde, eşlerin birbirini aldatması var bizde, baba yarısı amca ile yeğenin alenen görüntülenen yasak aşk ilişkisi var bizde. Kadın ve çocuk taciz olayları vakayiadiyeden oldu, söylemeye gerek yok zaten. Ben yazarken utandım, bu utanmazların arsızlığını. Umarım bu kötü örnekler fazla değildir ülkemizde. Ki bir tanesine bile tahammülümüz olmaz. Bunlar gün yüzüne çıkanlar. Ya bir de çıkmayanları hesaba katarsak, çöktüğümüzün, battığımızın ve kokuştuğumuzun göstergesidir bunlar. Bu haberleri okuyunca Mart 2016’da konuşmasını dinlediğim İngiliz gazetecinin “İngilizlerin bizi ne şekilde tanıdığına” verdiği cevap aklıma geldi. Eğer biz böyleysek İngilizlere falan kızmaya hakkımız yok. Zira adamlar bizi iyi test etmişler. İçimizdeki uçkur beyinlilerin yaptıkları sapıklıklar onların zihinlerine kazınmış iyice. Onların bu algısını değiştirmesi için öncelikle bizim düzelmemiz lazım.

Bu tiplerin dinleri, imanları, insanlıkları, ahlakları varsa yoksa uçkurları olmuş. Bu tip lanetliler iflah olmazlar. Ne yapıp ne edilecekse ne bedel ödenecekse bu toplumsal sorunları yok etme azmimiz olması lazım. Yoksa gidişatımız hayra alamet değil. Böyle giderse ne aile kavramımız kalır ne de insanlığımız. Tedbir almazsak, beyni, kafası, aklı, fikri ve zikri uçkuruna bağlı bu tiplerden daha çok çekeceğimiz var. Herhalde Lut Kavmi bunlar kadar alçalmamıştır.

Artık “O ne karışır, bu ne karışır, bu benim hayatım” özgürlük havariliklerini bir tarafa bırakıp aramızda bir denetim mekanizması oluşturmamız lazım. Bu tipler aramızda hiçbir şey olmamış gibi gezip dolaşacaklarsa, yüzümüze sırıtmaya devam edeceklerse, bunlar yokluğa mahkum edilmeyecekse, devlet bu tür sapıklıklara gün görmedik cezalar vermeyecekse devlet de biz de bunun hesabını zor veririz hem bu dünyada hem de ahirette.

Yazıklar olsun, uçkuru beynine bağlı olanlara! Yazıklar olsun, onlara hiçbir şey yapamayan bizlere! 23/08/2017

22 Ağustos 2017 Salı

Memur Zammına Bir de Bu Açıdan Bakalım! *

Hükümet ile kamu çalışanları adına  21 gündür süren toplu sözleşme görüşmeleri sona erdi. Hükümetin teklif ettiği zam oranları memurlar nezdinde pek makbul görmedi. Verilen zam oranları eleştirilebilir. Bundan doğal olanı da yoktur. Zira kamu adına iş yapanlar eleştirilmeyi de kabul etmiş olurlar.

Hükümeti ve memurları temsilen toplu sözleşmeye katılan yetkilileri eleştirelim eleştirmesine. Fakat sınırları zorlamamak gerek diye düşünüyorum. Yapılacak eleştirilerin seviyesini korumak lazım. Eleştiri yaparken  ülkenin şartlarını, yetkili konfederasyonun yaptırım gücünü de hesaba katmak lazım. Toplu sözleşmede patron devlettir, o ne söylerse o olur, ötesi de mümkün değildir. Yetkili konfederasyonun elinde ne var? Grev-lokavt hakkı var mı? Hayır. 21 gün içerisinde hükümetin teklif ettiğini kabul etti etti. Yoksa Kamu Hakem Kuruluna gidiyor. Daha önce olmadı mı bu? Oldu. Hafızaları yoklayım bir. Uzlaşı çıkmayınca Kamu Hakem Kurulu, hükümetin verdiğinden daha aşağıda bir zam oranını onaylamıştı hatırlarsanız.

2 yıl sonra seçim üstüne seçim yapacak olan hükümet seçim ekonomisi uygulamak yerine enflasyonla mücadele yolunu seçti. Enflasyonla mücadele eden hiçbir hükümet memuruna fazlasını vermez. Mevcut hükümet geldiği andan itibaren ne zaman fazla zam oranını telaffuz etti? Hiçbir zaman. Doğru ya da yanlış planladığı bütçe çerçevesinde hareket ediyor. Kamu çalışanlarının hoşuna gitmese de durum bu. Ülkeyi değil de seçimi düşünse hükümet fırsat bu fırsat deyip pekala memurların beklentisi zammı verebilirdi. Ama vermedi. Ne bu gün, ne  dün, ne de yarın.

Sosyal medyada yapılan yorumlara şöyle bir göz attım. Hem hükümete, hem de yetkili sendikaya vuran vurana. Yetkili konfederasyonun üyeleri de bu kervana katılmış, vuruyor da vuruyor. Kime? Bağlı bulunduğu sendikanın yöneticilerine. Biraz insaf demek lazım. Hangi sendika başkanı bu durumdan memnun olur? Hangi başkan memurlara yüksek zammı talep etmez? Sonra yetkili konfederasyonun yapabileceği bir şey var mı? Haydi diyelim ki masaya yumruğunu vurdu, masayı terk etti. Sonuç? Sonucu daha önce gördük. Öyleyse hükümet ve yetkili sendikayı eleştirirken ülkenin zam politikasını, herkesin yetki ve güç alanlarını hesaba katalım. Ondan sonra ne diyeceksek diyelim.

Bence zammı eleştirmekten ziyade toplu görüşme mantığını masaya yatırmak lazım. Üyelerin sendika aidatının devlet tarafından verildiği bir ülkede sendikaların ağırlığı olmaz. Kendi cebinden bağlı olduğu sendikaya para vermeyen üyenin ağırlığı olmaz. Hükümetlere paralel olarak büyüyen veya küçülen sendikaların ağırlığı olmaz. Grev ve lokavt hakkı olmayan sendikaların ağırlığı olmaz. Bunları konuşalım önce. Bunları değiştirmeye çalışalım, yoksa iki yıl sonra yapılacak toplu görüşme/sözleşme yine bundan farklı olmayacaktır. Hükümetler ve yetkili konfederasyon değişse de durum aynı olur. Yetkin ve ağırlığın kadar yer yakarsın. Gerisi lafı güzaftır. 22/08/2017


* 23/08/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.