2 Ağustos 2017 Çarşamba

"Kıyafetime karışma!"**

İstanbul Maçka Parkında görevli bir güvenlik görevlisinin moda tasarımcısı bir kadına, "Parka bu şekilde girmenize izin veremem, burada size bir tecavüz olsa sizi kim koruyacak" demesi Türkiye'nin gündemine oturdu. Kıyafetinden dolayı uyarılan kadının şikayetçi olması üzerine olaya katılan güvenlik görevlisi açığa alındı.

Parkta meydana gelen bu münferit ve nahoş olayı kadınlar burada bırakmadı. 29.07 2017 günü Kadıköy'de toplanarak "Kıyafetime karışma!" yürüyüşü yaptılar. Kimi elinde şort taşıdı, kimi döviz. Yol boyunca "Hayatıma karışma, kıyafetime karışma, yeter artık!" sloganları attılar. Gruba az sayıda başörtülü kadın da destek verdi. "Şortuma ve başörtüme karışma" dövizleri de dikkat çekti. Yapılan basın açıklamasının ardından grup dağıldı. Kadınları hak arama, bir araya gelme, organize olma konusunda tebrik etmek lazım. 

Kılık-kıyafet konusunda düşüncesi, görüşü, fikri, zikri ne olursa olsun bu ülkede yaşayan herkesin istediği kıyafeti giymesinden yanayım. Herkes kendine yakışanı gitsin. Kimse giydiğinden dolayı ayıplanmasın, kınanmasın, dışlanmasın, ötekileştirilmesin. Yeter ki ben serbestim, istediğimi giyerim diyerek toplumun kabul etmediği, garip karşıladığı bir vaziyette çıkmasın. Açığında-kapalısında biraz edep olmalıdır. Toplumun örf ve adedi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Nasıl ki evimize bile misafir alırken giyim ve kuşamımıza dikkat ediyorsak, dışarıya çıkarken de toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmada fayda vardır. Maalesef giyim ve kuşamda yine bir orta yol bulamadık. Kimisi ben özgürüm diyerek sanki plajda geziyormuş gibi meydana çıkıyor, kimisi dinim emrediyor diyerek elini, yüzünü ve gözünü kapatıyor. Bu iki giyim tarzı da sıkıntılıdır. Kadınlarımız noırmalleşmelidir bu konuda. Belki de bu durum daha iyi günlerimizdir. Kadınlarda bu modayı takip rüzgarı olduğu müddetçe daha karşımıza ne şekilde çıkacaklar? Ya da elini ve yüzünü kapatanlar merdiven altı din bilgisi ile karşımıza daha ne şekilde çıkacaklar? Bunu da zaman gösterecektir.
***
Hepimiz biliriz ki Türkiye giyim-kuşamda iyi bir sınav vermemiştir.  Bu ülkenin kılık-kıyafet konusunda sicili bozuktur. Açığı-kapalısı nasibini aldı dönem dönem, özellikle kapalısı. Burada amacım geçmişi kurcalamak değildir. Fakat yakın geçmişe doğru bir gezintiye çıkmak istersek bu ülkede ötekileştirilen, horlanan hep başörtülü kadınlar olmuştur. Üstelik mütedeyyin kadınların özellikle üniversite öğrencilerinin başörtüsünden dolayı başlarına gelmedik kalmadı. Hem de devlet eliyle yapıldı bunlar. Okulundan çıkarılmalar, sınıftan atılmalar, derse almamalar, ikna odaları, kürsüden indirilmeler, kürsüye çıkarılmamalar…Sıkma baş, yobaz, gerici, örümcek kafalı gibi alay ve hakaretler yazılıp çizildi, konuşuldu. Kimi okulunu bıraktı, kimi perukla girdi okuluna.  Devlet krizine sebep oldu hep başörtüsü. Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, meclis başkanı eşiyle toplantılara katılamadı, meclise başörtülü olarak gelen tek milletvekili zamanın başbakanının fişeklemesiyle haddi bildirilerek meclis dışına atıldı. Kamusal alan girdi hayatımıza. Kurumlarda başörtüsü avına çıkıldı, niceleri görevinden atıldı. Cuma çıkışlarında, meydanlarda başörtüsü ile ilgili yapılan protesto eylemlerini, kızların gözyaşlarını sağır sultan duydu da bizim laikçi elitlerimizin kılı bile kıpırdamadı. Sonunda gitti gidecek denilen laikliğimiz kurtarıldı. Kendilerini devletin tek temsilcisi sanan zihniyet zafer kazanmış komutan edasıyla boy gösterdi hep.

Başörtülü kızlarımıza az sayıdaki başı açık kadın ve kızımız “Bu haksızlık” diye destek verdi. Bugün de açık giyinen kadınlara az sayıdaki başörtülü kızımız destek veriyor. Halbuki dün başörtülülere yapılan haksızlıklara açık-kapalı tüm kadınlarımız destek verseydi, bugün başı açık olanların yaptığı eyleme tüm kapalılar destek vermiş olsaydı Türkiye giyim-kuşam ve kılık-kıyafette çoktan mesafe alırdı. Yukarıda söylediğim gibi açık giyinenlere yapılanlar bireysel sapık hareketleridir; devletin, siyasi iradenin, normal vatandaşın yaptığı bir şey değildir. Türkiye’de sapıktan çok ne var. Üstelik sapıklar sadece açık olanlara saldırmıyor, sadece onları taciz etmiyor. Sapığın uçkuru beynine bağlı. Onun için hayvani isteklerini tatmin önemli. Bahtına ne çıkarsa artık. Kadını görmedim ama Sakarya’da bir çocuk annesi, dokuz aylık hamile Suriyeli kadın öyle zannediyorum, çarşaflı bir kadındı. Bu ülkede öyle sapıklar var ki bırakın açığını, kapalısını…kadının adını duydu mu orgazm olanlar var. Toplumsal infiale sebep olan sapıklık olaylarında azalma olacağı yerde değişik saiklerle kadınlarımız tacize uğruyor. Çünkü tacizin, rahatsız etmenin, tekme sallamanın bu ülkede maalesef cezası yoktur. Bir taciz olayı günlerce basının gündeminde kalır, polis güç-bela sapığı yakalar, ifadesi alınan sapık –şikayetçi daha içeride iken- elini kolunu sallayarak dışarı çıkıyor. Adam sapıklığına niye devam etmesin. Bir defa cezalar caydırıcı olmazsa biz bu tür bireysel olaylarla çok karşılaşırız. Hele ki son zamanlarda hadım etme konuşuluyor. Öyle zannediyorum bu bile caydırıcı olacaktır. Ayrıca biz az bir ceza vermek için tacizcinin illaki tecavüz etmesini bekliyoruz, tacize genelde ceza vermiyoruz, ifadesini aldıktan sonra “Becerememişsin, git adam gibi yap gel” deyip salıyoruz.

Evet, kimse kimsenin kıyafetine karışmasın. Açığı kapalısına, kapalısı açığına. geçmişe oranla açığı-kapalısı arasında bir konsensüs sağlanmışa benziyor. Artık kimse başı örtülüye öcü gibi bakmıyor. Kendisini dindar ve mütedeyyin görenler de edep abidesi kesilip başkasına giyim-kuşam dersi vermesin. Bir saldırıya karşı hep birlikte tepki gösterelim. Yalnız şunu bilelim ki meydanlarda tacize son, kıyafetime karışma sloganları atarak sapıkları yola getiremeyiz, onlar nasihatten, tehditten falan anlamazlar. Hep birlikte bu tiplerin hadım edilmesi için kamuoyu oluşturalım. 02/08/2017

** 11/08/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.



30 Temmuz 2017 Pazar

Bil ki, kibir üzeresin!

Parmak uçları bile birbirine benzemeyen insanın ruhen ve bedenen öyle farklı olanları vardır. Bunları say say bitmez. Burada sadece bir insan tipinden bahsedeceğim. Bakalım bu tip size tanıdık gelecek mi?

Yaralı parmağa işediği hiç görülmese de her şeye maydanoz olmaya çalışır. Makam ve mevkice kendinden büyük olanlara saygıda kusur etmezken her yönüyle aşağısında olanları kendisine bağlamak,  saygı ve iltifat görmek için kesenin ağzını biraz açar. Eksikliklerini parayla kapatır. Kendisine rakip gördüklerini ise ezmeye çalışır, onları hep rencide eder, yaptıkları işi beğenmez, küçümser. Hep burun büker. Fırsat kollar onlara hayat hakkı tanımamak için. Her şeyden nem kapar, alındığı bir şeyi içine atar, belli etmez, arı gibi ne zaman sokacağı belli olmaz. Hiçbir şey yapamasa da burun büker, bakışıyla ezmeye çalışır. 

İçi kan ağlasa da dışına kibir olarak yansır. Boyu-postu, kalkışı, oturuşu hep kibir kokar. Bir yürüyüşü vardır, dağları ben yarattım gibidir. Yaptığı işi büyütür, dağ gibi yapar. İnsanlara tepeden bakmayı iyi bilir. Kendisini dağ gibi görünce insanları da ezilecek karınca gibi görür. Sendelemenle beraber salvo atışlar yapar, yaptığın şeyin içerisinden bir müfettiş edasıyla bir hata ve yanlış arar. Bulamazsa kahrolur. Bulduğu zaman dünya onundur. Ağzı tavana değer.

Kimsenin baktığı pencereden bakmaz. Rakibinin eleştirilebilecek yönünü tespit eder etmez -sevincinden olsa gerek- ne söylediğini, ne konuştuğunu, ne yazacağını bilemez. Çünkü gün doğmuştur. Dam başında saksağan misali  vurur da vurur. Kimse ne olduğunu anlayamaz bile. Konuşmasını ve yazmasını gören herkes denge sorunu olduğunu anlar. Sadece dengesiz olduğunu kendisi bilemez.

Baştan sona hayatını kibir üzere bina eden bu tip kendisine yazık ettiği gibi etrafına da ışık vermez. İnsanlara tepeden bakarak hem dünyasını hem de ahiretini heba eder. Keşke farkına varabilse. İnsanlara karşı nice potlar kırdığını bir bilebilse. Halbuki kendisine ne de güzel yakışır tevazuluk. Değer mi kaprisi için insanları ezmesi? Değer mi daha da yükselmek için insanlara tepeden bakması? 30.07.2017

Ekranlarda din adına konuşanlar!

Sosyal medya, yazılı ve görsel medya, birden fazla insanın toplandığı yerler din adına konuşanlarla dolu. Önem ve aciliyet durumuna göre zaman zaman gündem değişse de din gündemimiz hiç bitmiyor. Konuşulan konular ısıtılıp ısıtılıp yine önümüze konuyor. Ehil olanı da konuşup yazıp-çiziyor, zırcahil olanı da. Herkes birbirini sapık olarak lanse ediyor. Kimi diğerine daha doğrusu savunduğu fikre saldırıyor, kimi de kendisi veya bağlı bulunduğu grup adına bir sataşma varsa cevap vermek suretiyle sürekli savunmada kalıyor.

Din adına yetkili-yetkisiz, ehil veya değil herkesin konuştuğu dönemleri yaşıyoruz. Bu konuda konuşanların ne kadarı gerçeği bulmak için çabalıyor? Ne kadarı samimi? Allah bilir. Çünkü kalbini yarıp bakma imkanımız yok. Farz edelim ki din adına konuşanların hepsi samimi, bu yüzden eteklerindeki taşı döküyorlar, niyetleri de gerçeğin ortaya çıkması olsun. Din alanında tartışmalı bir konunun işinin ehli ve bu konuda mürekkep yalamış olanlar arasında enine-boyuna tartışılıp vuzuha kavuşturulması gerekmez mi? Bunun yeri mi meydanlarda halkın gözünün önünde insanların kafasını karıştırmak? Kendisini işinin ehli görenler bir konuyu görüşmek için eğer bir araya gelemiyorlarsa bu tiplerin din adına konuşmadan önce biraz iletişim dersi ve ilmi siyaset öğrenmesinde fayda vardır. Yani daha çok ekmek yemeleri gerekir din adına söz söylemeden önce. Bilmelidirler ki bunların anlattığı dinden hayır gelmez. Savundukları görüşler ve anlattıkları din kendilerinin olsun. Çünkü bunlar gerçeği öğrenmekten ziyade karşı tarafı mat etmek için cenge çıkmış görüntüsü veriyorlar. Bu kafa, kafası karışan insanımızı dinden ve dini değerlerden soğutmaktan başka bir işe yaramaz. Eğer amaçları bu ise zaten başarılı oluyorlar demektir, devam etsinler.

Bunların durumu çocuklarının gözünün önünde durmadan tartışan ve kavga eden anne ve babanın durumuna benzer. Bu tür kavgalardan aile büyük yara alır, aile parçalanmaya gider, çocuklar da sağlıklı yetişmemiş olurlar. Ekranlardaki din adına söz söyleyenlerin durumunu ben aile kavgalarına benzetiyorum. Nasıl ki aile kavgaları aileyi bir arada tutmuyorsa ekran kavgaları da farklı fikirdeki insanları birleştiremez. Din adına söz söyleyenlerin iyi bir dini bilgiye sahip olmasından önce muhatabına saygılı olmayı, onu ön yargısız dinlemeyi, hakaret etmemeyi bilmesi gerekir. Yani önce edep öğrenmelidir. Bunu yapamayacak olan lütfen din adına bir şey söylemesin. Öncelikle kendini düzeltmesinde fayda vardır. Onun bu topluma din adına verebileceği bir şey yoktur. Konuşacağı konunun yerini, zamanını seçemeyen, konuştuğu konunun, yaptığı ithamın kimleri üzeceğini, kimleri bıyık altından güldüreceğini hesaba katmayan kişinin de yine din adına konuşmaması lazımdır. Bu tiplere “Allah’tan korkmuyorsunuz, bari kuldan utanın” demek düşer belki de.

Türkiye artık Kütübü Sitte’de geçiyor diye her hadisin savunulması gerektiğini düşünenler ile hadislerin içerisinde şöyle şöyle mevzu hadisler var diyenlerin tartışmasını görmek istemiyor. Bu durumda biri vuruyor, diğeri darbe yememek için kendini savunmaya alıyor. Bu tartışmalar daha ne kadar devam edecektir? Diyanet İşleri Başkanlığı -bu konuda yetkisi var mı yok mu bilmiyorum ama- ne zaman inisiyatif alacaktır? Testi kırılmadan tedbir alınmalıdır. İllaki testinin kırılması mı gerekiyor? Siyasi partilerde bile ekrana çıkacak olan vekil partisinden izin alıyor, gerekirse partisi izin vermiyor. Din alanında niçin böyle bir yola başvurulmaz. Az bir mürekkep yalayan kendisini ekranda alıyor. Vurmak, kırmak, itham etmek, saldırmak ve savunmak prim yapıyor. Nasılsa iki tarafın da fanatik taraftarları var.
Kanaatimce din adına konuşmadan önce usul, adap, yol ve yöntem belirlememizde fayda vardır. Yoksa kaybeden Müslümanlar olacaktır. Ekranlarda din adına söz söylenecekse tarafları aynı anda ekrana çıkarmaktan ziyade muhatapları ayrı ayrı stüdyoya almak daha uygun olacaktır.

Hala bir araya gelip anlaşamıyorsanız anlattığınız din sizin olsun, bize “Koca karı imanı yeter.” Gölge etmeyin lütfen! 30/07/2017

İnsanlara Bakış Açımız

Normal zamanlarda çoğumuz, "Yaratılanı severiz yaratılandan ötürü" desek de hayatın akışı içerisinde insanlara bu gözlükle bakmıyoruz. Gördüğümüz, birlikte çalıştığımız insanı tanıma ve araştırma yoluna gideriz çoğu zaman. Bu da doğaldır. Bunun için de o kimseyle daha önce çalışmış, ya da tanıyan insanlara başvururuz. Kişi hakkında tanıdığımızın verdiği bilgiyle o insan hakkında bir kanaat sahibi olabiliyoruz. Bu yöntem bazen faydalı olabildiği gibi zararları da beraberinde getirebiliyor. Niçin mi?

Hakkında bilgi aldığımız kişi ile ilgili olumsuz bilgi verilmişse o kimseye uzun süre belki de sürekli ön yargılı bakabiliyoruz çalışırken. O kimseye kolay kolay güvenemeyiz, mesafe koymaya çalışırız. Yıllarca bir ve beraber çalışsak da, hiç kötülüğünü görmesek de ‘Şimdi yapacak, yarın yapacak, kokusu bir müddet sonra çıkar’ beklentisi içerisine gireriz. Çünkü referansı kötüdür. Ya da bu kişi hakkında tanıdığımız olumlu kanaat belirtmişse daha tanımadan o kimseye güven duymaya, her şeyimizi paylaşmaya, kırk yıllık dost gibi görmeye başlarız. Yaptığı olumsuz bir şey varsa görmemeye, görmezden gelmeye çalışırız. Zira referansı sağlamdır.

Nice sonra kendisine iyi denilenin kötü, kötü denilenin de iyi olabildiği örnekler vardır. Böyle durumlar için öz eleştiri yapanlar “Tanımadan ön yargıyla yaklaşmışım…tanıdığım bana yanlış bilgi vermiştir” dediğini de şahit oluruz. Çünkü insanlar olaylara hep kendi penceresinden bakıp öyle değerlendirmektedir. Bir insanla ilgili görüş sorulduğunda o kişiyle ilgili olumlu-olumsuz yönlerin objektif bir şekilde açıklanması daha uygundur. Adamın kötü olması neye göre, kime göredir. Çoğu zaman buralarda sübjektif değerlendirmeler yapabiliyoruz. Değerlendirdiğimiz kişi kötü ise biz ne kadar iyiyiz? Bize göre kötü olan biri bir başkasına göre iyi olabiliyor. Pekala bize sorulan kişi ile daha önce olumsuz bir durumumuz olmuş olabilir. Ayrıca anlaşamadığımız bir insanın kötü olduğu kanaatine nereden varıyoruz? Belki de anlaşamadığımız konuda karşı taraf haklıdır. Zira biz hepimiz olaylara kendi penceremizden, tek taraflı bakıyoruz. Bu yüzden  çoğu zaman insanları tek taraflı asıp kesiyoruz.

Aslında hakkında iyidir veya kötüdür kanaati verilenlerin hepsi ön yargıdır. Bu ön yargıdan kurtulabildiğimiz oranda insanlarla daha iyi bir diyalog kurabildiğimiz gibi verimli de çalışabiliriz. İlk çalışacağımız kişileri sıfır km kabul edersek, insanları çalışarak tanımayı kafamıza koyarsak kolay kolay yanılmayız. Yöneticilik yaptığım dönemlerde kendisinden koltuğu devraldığım veya o okulda çalışan yardımcılardan birinin “Hocam, personel hakkında bilgi vereyim, gelmeden önce haklarında kanaat sahibi olun ki çalışırken zorlanmayasınız” dediklerinde “Hocam! Teşekkür ederim, izin verirseniz personel hakkındaki kanaatleriniz sizde kalsın. Ben personelimi çalışarak tanımak isterim. Zira bu şekilde bazı insanlara hoşgörülü yaklaşıp bazılarına acımasız olabilirim,” dedim. Bu açıklamamdan sonra ‘Siz bilirsiniz’ diyen de oldu, cevabımdan hoşnut olmayan da.


Hepimiz kendimizi mükemmel gördüğümüz için karşı tarafı da hep mükemmel görmek isteriz. Sonra biz ne kadar mükemmeliz? Halbuki bizim mükemmelliğimiz kendi kanaatimizdir, sübjektiftir. Karşı tarafı olduğu gibi kabul edip durumu ve kapasitesi oranında ondan faydalanma yoluna gitsek aslında sorun çözülür. Biz insanlarla çalışmadan önce çalışacağımız kişilerle ilgili bir ön araştırma yapalım. Ama bu araştırmanın kesin olmayan bilgiler içerdiğini, yanılma payının olduğunu göz ardı etmeyelim. İnsanları çalışarak tanıma yoluna gidelim. Zaten Hz Ömer kişiyi tanıma yollarını açıklarken ‘Komşuluk yapmak, alış veriş yapmak ve yolculuk yapmak’ olarak tavsiye etmektedir. Bizler de bu yollarla o kişiyi tanıma yoluna gidelim. Sadece başkasından duyumlarla kişi hakkında bilgi sahibi olmak bizi çoğu zaman yanıltabilir, bu yöntem dedikodu ve iftiraya açıktır. Sahi birini sorduğumuz tanıdığımız ne kadar iyi? Bence bunu da düşünmek lazımdır. 30/07/2017

657'yi Kaldırmayı Düşünmeden Önce

657 Sayılı Kanun memurların özlük haklarını, ödül ve cezasını, memur alınma şartlarını vb düzenleyen bir kanundur. Kapağı devlete atma demektir, garantili iştir. Çalışsan da çalışmasan da sırtını terletmeden 65 yaşına kadar çalışmak demektir. Kaytarmak isteyenler için yatma yeridir. Aynı zamanda bu kanuna göre atanan ne uzar, ne de kısalır. Yine kanuna göre memur alımında ehliyet ve liyakat gerektiği de yazılıdır.

1965 yılında kabul edilen ve sonradan çokça değişiklik yapılan Kanun kör-topal bugüne kadar gelmiş, nice nesli emekli etmiştir. Son günlerde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun kaldırılması gerektiğiyle ilgili görüşler serdedilmeye başlandı. Görev Meclisindir, istediği zaman değiştirir. Yalnız 657'yi kaldırmayı düşünmeden önce  kafa yapımızın değişmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bir defa sorun 657'nin kendisinde değil, bizim kafa yapımızda. Biz dünyanın en iyi devlet memurları kanununu çıkarsak bu kafa yapısını değiştirmediğimiz müddetçe çok bir şey değişeceğine inanmıyorum. 657,  üzerinde iyi düşünülerek hazırlanmış ve kabul edilmiş bir kanundur. Hem iyi hem de kötü bir yönü vardır.  Memurun çalışmasını garanti altına almaktadır.   İnsan iyi niyetli, çalışma azminde ise kanuna bile gerek yoktur. Kendisine tevdi edilen işini yapmakla yükümlü olduğunu bilir, amme adına hizmet eder. Bu açıdan Kanun memurunu koruyucudur. Diğer taraftan iyi bir denetim mekanizması kurulamadığı için Kanun çalışmayıp yatanı da korumaktadır. Sonunda iş insanda bitmektedir. Suç kanundan ziyade uygulayıcılardadır.

Eleştirilen bu Kanunu kaldıralım kaldırmasına. Yerine yenisini koymadan önce 657'de işe eleman alımında ehliyet ve liyakat esas olmasına rağmen geçmişten günümüze eleman alımında siyasiler, zamanın hükümetleri ne kadar bu esaslara uymuşlardır? Kamuya eleman alımında torpili sıfıra indirebilmişler midir? Ülkeyi yönetenler hakkaniyet ilkesine ne kadar uydular? Bu sorulara çoğunluk kamuya eleman alımında torpil her devirde geçer akçedir cevabı verecektir. O zaman biz baştan sınıfta kalmışız demektir. Kanunun eleştirilen bir diğer yönü devlet memurluğundan çıkarma zorluğudur. İş garantisi olan bir yerde asla verim olamaz. Allah Cenneti garanti etse dünyanın en kötü insanı oluruz. Zamanında işini yapmayan bir insanı kayırmayıp adam gibi denetimini yapsaydık kamudan ihraç edeceğimiz birkaç insan tüm memurların korkulu rüyası olur, herkes işini düzgün bir şekilde yapardı. O zaman burada Kanunu ve işini yapmayan memuru suçlamadan önce denetim görevini bihakkın yerine getirmeyenler bu işte baş sorumludur.

Kamuda çalışan insanların önünü göremeyecek şekilde iş garantisi olmazsa, ne zaman kapı dışarı edileceğim endişesi taşırsa yine verim alınamaz. Zira eğer çalışma işverenin veya patronun iki dudağının arasında olacaksa korku içerisinde yaşayan hiçbir insanın verimli ve başarılı olması mümkün değildir. Burada “Efendim yerine getirilecek kanunda objektif kriterler konacak, öyle insanlar hemen kapı dışarı edilmeyecek” denebilir. Bizde her şeyde mutlaka kriterler vardır. Ama minareyi çalan nasıl ki kılıfını uyduruyorsa kanunu uygulayacak olan da insandır. Biz toplum olarak düşüncesi, fikri ne olursa olsun yanımda her kesimden insan çalışabilir, herkese ekmek vardır, zira önemli olan işten verim almaktır demediğimiz ve uygulamadığımız müddetçe kanunları kendimize benzetiriz.
Bir rektörü kurucu olarak atıyorsunuz. Adam hizmetlisinden memuruna, öğretim görevlisinden dekanına varıncaya kadar kendi zihniyetindeki adamlarla dolduruyor. Bu demektir ki bu üniversitede başka kesime ekmek yoktur. Geçmişimiz birilerinin ayağını kaydırarak o makama gelme ile doludur. Bir defa kamuya eleman alımında önce samimi olmalıyız. Devletin verdiği hakkı kötüye kullanmamalıyız. Kurumumuzu arpalık olarak görmemeliyiz, düşmanımız bile olsa onunla çalışmayı içimize sindirmeliyiz. Vatandaşın gözünde ‘Kendi yandaşlarını aldı’ imajının ve algısının olmaması lazımdır. Çalışmayana devletin hiçbir kurumunda iş olmamalıdır, çalışana devletin her kurumu açık olmalıdır. Biz bugüne kadar devletin inisiyatif verdiği her alanı hoyratça kullandık, bu konuda karnemiz iyi değildir.

Kanunu bir otomobile, kanuna tabi olan ve uygulayıcıları da o arabayı süren şoföre benzetelim. Şoför iyiyse araba menziline sağ salim varır. Şoför kötü ise dünyanın en iyi markasını da verseniz adam gider bir duvara toslar. Hasılı önce beynimizi değiştirelim, bu konuda kaç kişi samimiyet testini geçebilir? Eğer geçemiyorsak kanunla falan uğraşmayalım. Önce kendimizi değiştirelim. Zira at sahibine göre kişner…30/07/2017





28 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye'deki Hafızlık Eğitimi Üzerine

Babamın hayalinde  beni hafız yapmak vardı. Küçüklüğümden beri beni yanına çağırırken, severken "Hafızımda, patuzumda, dokuzumda, otuzumda" diye bir tekerleme tuttururdu. Benim hafızlık yaptığım 1976-1979 yıllarında ilkokul beşi bitiren Kur'an Kursuna yazılarak bir yıl yüzünden, iki yıl da hafızlık eğitimi alırdı.  

Üç yıl Kur'an eğitiminden sonra orta birinci sınıfa yazılarak akranlarımdan en az üç yaş büyük bir şekilde okudum. Ortaokul ve lise boyunca sınıf arkadaşlarımın yanında adım hep Ramazan Abi idi. Bazı arkadaşlar üç yıl hafızlık eğitiminden sonra ortaokulu dışarıdan bitirme sınavlarına girerek lise birinci sınıftan okula başladılar. Ama nereden bakılırsa bakılsın her sınıfta emsallerine göre vücudu biraz iri ve yetişkin olan varsa genellikle hafız olduğu anlaşılırdı. Hafızlığımızı da Türk Anadolu Vakfının sağladığı imkanlarla her yaz döneminde sağlamasını yaparak sürekli tekrarladık. Buradan bizlere hem barınma, hem iaşe konusunda tüm imkanlarını seferber eden ve her yıl hafızlık yapmamıza imkan veren TAV yetkililerine şükranlarımı sunmak istiyorum.

Hafızlık eğitimi zaman zaman sekteye uğrasa da geçmişten günümüze Türkiye'de hafız yetiştirme hususunda özel gayretlerin olduğu gözlemlenmektedir. Hatta birçok ailenin çocuğunu hafız yapma hayali var bu ülkede.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin en fazla darbe vurduğu müesseseler hafızlık eğitiminin de yapıldığı Kur'an Kurslarına olmuştur. Bu süreçte Kur'an öğrenmek isteyen veya hafızlık yapmak isteyen öğrencilerin sayısında anormal bir şekilde düşme olmuş, birçok Kur'an Kursu öğrenci yokluğundan kapanmak zorunda kalmış, görevlileri de imam-hatip olarak camilere görevlendirilmiştir. 15 yaşında ilköğretimi bitirdikten sonra hafız olmak için gelen öğrencilerin birçoğunun hafızlık yapabilecek kapasite ve yetenekte olmadığı da görülmüştür. Hafızlığa başlayan ya bitirememiş, ya normalinden fazla uzatmış, hafız olmuşsa da hafızlığı çok sağlam olmamıştır. Üstelik yaş ilerledikçe yapılan hafızlığın çok sağlam olmadığı da uzmanlarınca ifade edilmektedir.

Zorunlu eğitimin 4+4+4 şekline dönüşmesiyle birlikte birkaç yıldır hafız yetiştirme eğitimine Milli Eğitim de el atmaya başladı. Özellikle imam-hatip ortaokulları bünyesinde 'Hafızlık Proje Okulları' açılmaya başlandı. Birçok il Konya'da açılmış olan Hafız İHO'yu örnek almaktadır. Bu tip okullara seçilen öğrenciler yapılan sınavlarda emsallerini geride bırakarak kabul edilmiştir. Projenin uygulanışında müftülüklerden destek alınmaktadır. Öğrenciler resim, müzik, beden eğitimi ve bilişim teknolojileri dersleri dışındaki dersleri de almaktadır. Okulunu bitirinceye kadar da bir yıl okula gitmeyerek hafızlık yapmakta ve yılsonunda yapılan sınavla öğrenci sene kaybetmeden bir üst sınıfa geçebilmektedir. Öğrenci ara verdiği bir yılın dışındaki diğer yıllarda hem hafızlığını yapmakta hem de diğer derslere girmektedir. Genel hatlarıyla hafızlık eğitimi Milli Eğitime bağlı okullarda bu şekilde işlemektedir. Öyle zannediyorum daha mezunlarını vermedi. Projenin başarılı olması için yetkililer ellerinden gelen gayreti göstermektedir. Umarım sarf edilen emekler boşa gitmez. İyi bir proje olur.

Burada projenin bazı noktalarına işaret etmek istiyorum. 2016-2017 öğretim yılında İHO’larda okumakta olan öğrenciler arasında yapılan hafızlık yarışmasında jüri olarak görevlendirildim. Ki bu çocuklar bir yıl ara vermek ve diğer yıllarda da hem okul hem de hafızlıklarını yapmak suretiyle ‘Hafız İHO’larda olduğu gibi- hafız olmuş öğrencilerdir. Okullarından birinci olarak ilçe yarışmasına katılan öğrencilerin -belki de heyecandandır- ezberlerinin zayıf olduğunu gördüm. Çocuk ezberlemiş ezberlemesine. Ama bir türlü okuyamadı maalesef. Buradan şunu çıkarıyorum: Bir koltukta iki karpuz gitmez. Çocuk hem okul derslerini hem de diğer dersleri götürmekte zorlanır. Hafızlık öyle bir şeydir ki sürekli okuna okuna hıfzedilen ve bellekte yer edinen bir süreçtir. İkisini bir arada götüren mutlaka yeterince vakit ayıramayacağı için ya ikisini ya da birini ihmal edecektir. Bir de hafızlığın şu yönü var. Bir ezber baştan nasıl ezberlenmişse ilanihaye o şekilde gidiyor. İyice sağlamlaştırılmadan geçilen veya geçirilen sayfalar gevşek olmaktadır. Unutulması da daha kolay olmaktadır. Yine burada hafızlık yapmak için 6.veya 7.sınıfta örgün eğitimine ara veren öğrenci dönem sonunda tüm derslerden sınav yapılmak suretiyle sene kaybetmeden emsalleri ile yine okumaya devam etmektedir. Burada da öğrenci aleyhine bir durum söz konusu. Zira çocuklara telafi kursu verilmiş olsa da bu öğrencilerin matematik, fen, İngilizce vb dersleri görmeden bir üst sınıfa geçtikleri için 8.sınıfta girecekleri TEOG sınavlarında Bakanlığın belirlediği 6 dersten yeterince başarılı olamayabilir. Özellikle temel gerektiren derslerden iyi temel almadığı için bunun ceremesini öğrenci hem 8 hem de lise boyunca çekmek durumunda kalabilecektir. Yine hafızlık eğitimi alan öğrenciler daha fazla Kur’an eğitimi almaları için resim, müzik, beden ve bilişim derslerinden mahrum kalmaktadır. Özellikle beden eğitimi ve bilişim dersleri öğrencileri rahatlatan derslerdir. Belki dışarıdan yaptırılan etkinliklerle telafi yoluna gidilebilir ama özellikle beden eğitimi dersi öğrencilerin göz bebeğidir, olmazsa olmazıdır.

Şu anda 18 okulda uygulanan bu hafizlık projesinin başarılı olmasını temenni ediyorum. Birçok projemiz gibi ölü doğmasın istiyorum. Sene kaybetmeden yapılan hafızlığın belki belgesi olur ama ezberin akılda tutulması zor olabilir. Ki hafızlık sürekli tekrar etmeyi ve onunla hemhal olmayı gerektirir. İnşallah projede çocuklarımız  hem hafızlığıyla hem de akademik başarısıyla göz doldurur, hafızlık müessesesi de bu şekilde devam eder. 28/07/2017

Gece yatamadın mı kardeş?

Millet uyuyor, sen ayaktasın. Anladım sen gece uyuyamıyorsun. Bu hastalığın adını bilmiyorum ama olsa olsa uykusuzluk sendromudur. Senin adına üzülüyorum be kardeş! Bu tutulduğun hastalığın maalesef tedavisi yok. Bu hastalık etrafına sirayet etmez etmeye ama işin garibi başkasını rahatsız etmede üstüne yoktur. Kendin uyumadın, uyuyanı da rahatsız edersin. Zira belli ki sen bu dünyada birilerini rahatsız etmek için yaşıyorsun. Aslında suç senin değil, seninle aynı whatsapp grubunda yer alanda. Ne edersin ki bunda senin suçun yok. Seninle beni aynı okula kazanmamıza sebep olan ÖSYM'indir suç. Ayrıca seni ve beni yani aynı dönem mezun olanları bir araya getirmek amacıyla whatsapp grubuna dahil edende suçun bir kısmı da. Biraz da bende var suç tabi. Kerametim yok ki senin gibi bir tehlikeden habersiz aynı okulu yazmış bulundum.

Senin ve senin gibi birkaç kişinin böyle bir halt yiyeceğini bildiğim için grup ilk kurulduğunda bazı hassasiyetleri yazarak göndermiştim, riayet edilsin diye. Orada nezaket kurallarından da bahsetmiştim. Grupta ikili sohbet ortamının olmaması, sabah 09.00, akşam 21.00'den sonra yazışmanın yapılmaması gibi. Ama bunları okuyacak ve uygulayacak adam lazım. Bu yaşına kadar bu sana hiç sirayet etmemişse bundan sonra da yapılacak bir şey yoktur. Bu; senin suçun değil, sana bulaşmayan adamlığın suçu bir defa. Üniversitede öğretim görevlisi olsan ne yazar! Başka bir yerde kariyer yapsan ne yazar! Yarım asrı devirdiğin bu dünyada eğer nezaket, edep nedir öğrenemediysen ne bu dünyanın sana, ne de senin bu dünyaya verebileceğin bir şey vardır. Ölmeni beklesek senin gibi gailesizler kolay kolay ölmezler de. Yine senin gibiler çok ocaklar söndürür, çok kimsenin salına yapışırsınız, avareliği bırakıp da cenazeye giderseniz.

Boş, avaresin gayri, belli. Gece uyumayıp gündüzü uykuyla geçiriyorsun. Aile düzenin de yok anlaşılan. Eşin ve çocukların Allah’ın istirahat diye yarattığı gece uyusun, sen rızkınızı temin edesiniz dediği gündüzü uyuyarak geçiriyorsun. Haydi uyumadın, uykun yok. Gecenin 01.00’inde sonra mevcut ömrün kadar kişinin bulunduğu gruptan birine ‘merhaba’ diye yazıyorsun. O da gecenin 02.00’ine doğru ‘merhaba’ diyor. Sonra da bir yazışma yok. Ya özele geçtiniz –ki hiç ihtimal vermiyorum- zira sen de “başkasını rahatsız etmeyeyim, millet uyumuştur” feraseti yok. Buna kalıbımı basarım. Arkası gelmediğine göre başka da söyleyecek bir şeyin yok anlaşılan. Hiç merak ettin mi ‘merhaba’ ne demek diye? Bilmiyorsan söyleyeyim: “Benden size zarar gelmez, içiniz rahat olsun, ben güvenilir birisiyim, rahatınıza bakın” demektir. Gecenin ilerleyen vaktinde senin merhaba kelimesinin anlamına ters bir şekilde yaptığına herze denir. Demek ki birçoğumuzun anlamını bilmeden konuştuğu gibi konuşuyorsun kelimelerle.

A benim dostum! Millet mışıl mışıl uyuyor. Uyuyamadıysan tam gece vakti zamanındasın. Kalk namaz kıl. Olmadı, yazdığın merhabanın anlamına bak sözlükten. Ya da kitap oku. Veya bir meşgale bul. Bu devirde millet çalar saat kullanmıyor, ölümlü dünya, ne olur, ne olmaz diyerek telefonunu kapatmıyor, senin gibi densizin olabileceğini hesaba katmadan grubu sessize almamış olabilir. Yukarıda söylemiştim, bunları düşünecek kapasiten yok. Bari devlete başvur, “Ben uyuyamıyorum, beni oyalayacak, geceleyin benimle ulu orta yazışacak, eli boş bir adam görevlendir” de. Devletimiz sosyal devlettir. Senin gibi hastalara da mutlaka bir çözüm bulur. Aslında senin yerin tımarhane diyeceğim ama delilere hakaret olur. Çünkü onlar whatsapp falan kullanmazlar, kullansalar da senin gibi gece gece laf olsun diye gruptan yazışmaz. Yanındaki arkadaşlarıyla beraber oynar dururlar.

Şimdi senin gibi densiz merhaba dedi ya. Ben de acaba bu densiz bunun arkasından ne söyleyecek diye düşünmeye başladım. Ama arkası gelmedi. Senin bu durumun şu kadının durumuna benzer: Adamın dairesinin üstünde gazino, pavyon, bar ne ise oralarda çalışan kötü yollu bir kadın kalıyormuş. Kadın gecenin ilerleyen saatinde geliyormuş evine. Her gelişinde de yatağına yatarken ayağındaki terlikleri ‘pat’ diye çıkarışına alttaki komşusu uyanıyormuş. Önce bir pat, üç-beş dakika sonra ikinci pat... Bir böyle, iki böyle. Komşusu bu rahatsızlığını dile getirmiş kadına. “Yatağa yatarken ayağınızdan çıkardığınız terlikler beni uyandırıyor, Terlikleri elinizle çıkarsanız olmaz mı?” Kadın, olur demiş. Kadın komşusunu rahatsız etmemek için elinden gelen çabayı göstermiş. Bir gün unutarak eski alışkanlığı nüksetmiş. Bir ayağındaki terliği ‘pat’ sesiyle bırakır bırakmaz  komşusu aklına gelir. Kadın ‘eyvah’ ne yaptım diyerek diğer terliğini eliyle sessizce çıkarıp koymuş ve mışıl mışıl uyumuş. Aşağıdaki komşu ise ilk terlikten sonra uyanmış, “Haydi diğerini de çıkar, haydi diğerini de çıkar artık” diye kendi kendine mırıldanıp/homurdanıp sabahlamış.

Sahi kardeş! Merhabadan sonra ne diyecektin? Haydi söyle artık, bak! Sabah oldu olacak, beklemekten/uykusuzluktan gözlerim  kan çanağına döndü. 

Ne edersin! Demek ki senin de mutluluğun bu: Baş belalığı. 28/07/2017