30 Haziran 2017 Cuma

Anlaşıldı. Bu yaz yanacağız **

2016-2017 sezonu kışında son yılların en şiddetli kışını yaşadık, görmediğimiz kadar kar gördük. Yağan kar erimeden üstüne bir daha bir daha kış örtüsü geldi, aylarca karımız kalkmadı yerden. Hava şartlarından okullarımız istemediği kadar tatil yaptı. Gecesinde sıfırın altını gösteren termometreler gündüzünde de eksilerde dolaştı durdu. İliklerimize kadar üşüdük. Doğal gaz faturalarımız cep yaktı.

Kış gitti gidiyor, eli kulağında derken ramazana girdik. Yılın bu uzun ve sıcak günlerinde nasıl oruç tutacağız derken Rabbimizin bir keremi olarak kış, ilkbaharı da içine aldı. Günler uzundu uzun olmaya. Fakat sıcak yüzü görmedik. Çoğumuz mayısta ve haziranın ilk haftalarında kaloriferleri yakmaya devam etti. Balkonlara çıkılmadı, çünkü üşüdük. Dışarı çıktığımız zaman çoğu zaman utanmasak kışlık pardesüleri giyecektik neredeyse. Ramazanın son gününe kadar devam etti yarı soğuk yarı serinlik. Bu yüzden oruç dokunmadı hiç. Son günün sıcağını görünce şükrü unutan bizler bir kez daha teşekkür ettik Rabbül alemine. Çünkü yazın kış orucu tuttuk.  Milletin oruç tutma azmine Rabbim kolaylık üstüne kolaylık verdi. Siz yeter ki tutun, ben yanınızdayım dedi.

Bayram öncesi başlayan çöl sıcakları kendini iyice hissettirmeye başladı. Her geçen gün kavurucu sıcaklar gelmeye devam ediyor. Bu sıcakları görünce orucu serin ve soğuk geçiren Rabbimin dinine ve emrettiği orucun hak olduğuna olan inancım bir kat daha pekişti.

Acizliğini ve zaafını her zaman ortaya koyan biz insanoğlu hikmetinden sual etmesek de dün soğuklardan dert yandık, şimdi ise sıcaklara öf, püf demeye başladık. Şikayetçi miyiz? Asla! Keremine ve verdiğine şükür! Mutlaka bir bildiği vardır. Sebze ve meyvelerin erip olgunlaşması, ekin ve harmanın kaldırılması için bu sıcaklara da ihtiyaç var. Biz her şeyden dertlensek de, bu ne ya deyip ah, vah etsek de Rabbim olması gerekeni olduruyor, vermesi gerekeni veriyor. Biz günlük meşgale ile onu çoğu zaman unutsak da o bizi her daim düşünüyor. Bu kavurucu çöl sıcakları da geçecek elbet. Çünkü Rabbim, her daim mevsimleri döndürüp duruyor.

Bu sıcaklarda dışarıda elinin emeği ile geçinenlere; tarla, bağ-çubuk, ekin-harman demeden çalışacak olanlara, inşaatlarda iş tutanlara Rabbim çalışma azmi, bol kazanç versin, kolaylık versin, sağlık versin. Bizi bizden fazla düşünen Rabbim, altından kalkamayacağımız yük vermesin, belâ ve afetlerden bizi korusun. 30.06.2017

** 07/07/2017 günü kahta.soz' de yayımlanmıştır.



29 Haziran 2017 Perşembe

Gözünü toprak doyursun devlet senin emi!


Yan tarafta doğal gaz, su, elektrik ve GSM operatörüne ait faturalar var. Bu faturaları görünce aman bize ödettirecek falan diye düşünmeyin. Fatura ödetme gibi bir niyetim yok. Kullanan ödemeyi de bilir.



O zaman derdin ne derseniz? Burada size devlet yönetmenin ciddiyetini göstermek istiyorum bu faturalar üzerinden. Bunun için tek yapmanız gereken size gelen böyle bir faturayı elinize alıp bir göz gezdirmek ona. Zira resim formatındaki benim faturalardan pek bir şey anlayamayabilirsiniz. Yok ben hala bir şey anlayamadım diyorsanız isterseniz GSM operatörümden gelen mesajlara da bir göz atalım: "01.05.2017 ile 31.05.2017 tarihleri arasinda faturasiz hattiniz uzerinden yaptiginiz internet harcamalariniza iliskin OIV iade tutariniz 1.54 TL hattiniza yuklenmistir. B001" Yine bir şey anlayamadım diyorsanız size bir başka mesaj daha: "Degerli musterimiz Haziran ayina ait mobil hattiniz icin devlete odenen 1,64 TL Telsiz Kullanim Ucreti bakiyenizden tahsil edilmistir. Ayrintili bilgi icin ...'i ucretsiz arayabilirsiniz. B001"


Siz ne anladınız, ya da anladınız mı bilmiyorum ama ben bu faturalara bakarak burada devlet ciddiyetini gördüm. Allah nazardan saklasın, devlet ayrıntının ayrıntısına girmiş.eğer detaya bakarsanız. Mesela: KDV; 4.21, ÇTV Bedeli; 4.48...gibi. Dikkatinizi çekmişse devlet kuruşu kuruşuna hesap yapıyor. Fiyatları yuvarlama yoluna gitmiyor. Ben sadece su faturasına değindim, bunun daha detaylı benzerini diğer faturalarda görebilirsiniz. Sadece faturalara bakarak devletin ne kadar ciddi bir iş yaptığı, kimsenin hakkının kimseye geçmemesi gerektiği konusunda sanırım bir fikir vermiş olmalı size. Hiç yuvarlama yoluna gitmemiş. Sadece en son ödenecek miktarda küsurat oluşmuşsa onu yuvarlama yoluna gidiyor. Onu da diğer aya devretmek suretiyle yine bir hakkı teslim ediyor. 

Devletin bu hassasiyetine hayran kaldım doğrusu. faturasını inceleyen bir vatandaşın bu hesap ve kitap işinden içinden çıkabilmesi mümkün değil. Kul hakkına büyük önem gösteriyor. Aynı zamanda çalışanlarına bu işlemleri yaptırmak suretiyle sürekli iş vermiş oluyor. 
Benim bu faturalarda gördüğüm bir başka incelik daha var. Devlet çingeneliği seviyor, rakamlarla oynamayı, buçuklara yer vermeyi iyi beceriyor. Faturasına göz atanın içinden çıkamayınca "Bırak kalsın" diyeceği cinsten. 
Yine ben bu faturaları görünce devlet demek vergi demek. vatandaştan kırpıp kırpıp nasıl para alırım hesabı yapan bir devlet aklıma geliyor. Maşallah al al bitmiyor.

Devletin niyeti ne olursa olsun, ben böyle bir devlete ancak şapka çıkarırım. Helal olsun demekten başka seçeneğim de yok anlayacağınız.

Şayet siz de işim yok, canım sıkılıyor, bir meşgale arıyorum diyorsanız alın elinize size gelen faturaları...tıpkı devletin yaptığı gibi hesap kitap yapın. Böylece hem zekanızı çalıştırmış, hem matematik işlemleri yapmış, hem de bir güzel vakit geçirmiş olursunuz. 

Dua edin devlet başımızda kalsın. Şayet devlet denen vergi göz kalmazsa bu faturaların hesaplamasını kim yapacak? İşte o zaman iyice birbirimize gireriz maazallah! 29/06/2017

15 Temmuz'un seneyi devriyesinde *

Bugün günlerden 15 Temmuz. Bu tarih bir taraftan hatırlamak istemediğimiz menfur bir gün, diğer yönüyle göğsümüzü gere gere konuşacağımız bir milletin şanlı direniş günüdür. İçimizdeki hainler gerçek yüzünü bugün gösterdi, uyur sandıkları bir millet de bugün gözünü açıp kendini gösterdi, ölümüne savundu ülkesini.

Hainlerin çoğu arkasına bakmadan kaçarken uğruna yüzlerce şehit ve binlerce gazi verdiğimiz bir gün bu gün. Verilmiş sadakamızın olduğu gün yani. Zira pişmiş tavuğun başına gelmeyen günü yaşadı bu millet bu günün akşamında.

Birinci yıl dönümünü yaşadığımız bugünden geriye dönüp baktığımız zaman ülkemiz hâlâ normalleşmedi, OHAL devam ediyor, ülke hem içeriden hem de dışarıdan kıskaç halinde, açığa alma ve ihraçlar devam ediyor, ihraç edilenler içerisinden mağdur ve masumları ayırt etmek için kurulan OHAL komisyonu hâlâ görevine başlayamadı, darbeye kalkışanların yargılamaları devam ediyor, ne kadar süreceği bilinmiyor. Esas hain tabakası denilen lider kadro dışarıya kaçtı, dışarıda Batılıların şemsiyesi altına girerek ülke aleyhine propaganda yapmaya devam ediyorlar. Yakalanıp içeriye atılanlar doğruyu söylemiyor, ucu kime dokunacağı belli değil.

Gözümüzün önünde cereyan eden menfur 15 Temmuz kalkışmasının gerçekliği konusunda bu milletin kahir ekseriyetinin bir şüphesi yokken  içimizden bazıları bir yıldır sulandırmaya çalışıyor. Yurt dışı, özellikle Batı ve FETÖ ağzıyla konuşmaya devam ediyor. Batı’nın düşmanca tavrı yetmediği gibi başını Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez ülkeleri Katar üzerinden vurmaya çalışıyor.

Güneydoğu’muz durulmadı hala. Devlet tüm imkanlarıyla terörü bitirmek için operasyon üzerine operasyon düzenlemesine rağmen terör günlük canlarımızı almaya/yakmaya devam ediyor. İçimizde üç milyonu geçmiş Suriyeli mültecilerin durumu ne olacak, belli değil.

Hasılı, dünya karşımızda. Ülke olarak sendelememizi bekliyorlar, fırsat kolluyorlar. Düşüversek üzerimize akbabalar gibi çullanacaklar. Sonunda “Türkiye'nin Türkiye'den başka dostu yoktur” noktasına geldik. Gidişatımız nereye…nerede durulacak bu günler…hepsi bir muamma. İşin garibi içimiz de karışık.

Ne yapmamız lazım? Dışarıyla diplomatik ilişkileri devam ettirirken içeriyi sağlama almak lazım. İçeride çürüklük olmazsa dışarı hiçbir şey yapamaz. Zira sinek veya kurt yara olmayan yere gelmez/gelemez. Bizde yara varsa sinekler gelmeye devam eder. Bu yüzden aramızda birlik ve beraberliği sağlamak için önce yaralarımızı sarıp toplumsal barışı sağlamamız lazım. Yoksa bizim bu parçalanmışlık halimizden birileri faydalanma yoluna gider. Safları sık tutmalıyız. Fikrimiz, zikrimiz, düşüncemiz ne olursa olsun birbirimize karşı güven vermeliyiz, adaleti tesis etmeliyiz. 

Mehmet Akif'in "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!" dediği gibi Allah bu millete bir daha 15 Temmuzlar yaşatmasın; birlik, dirlik ve huzurumuzu bozmak isteyenlere fırsat vermesin, uyanık olmayı nasip etsin bize inşallah! Ülke olarak 15 Temmuz kulağımıza küpe olsun hepimizin. 29/06/2017

* 15/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Tam size göre bir eş buldum

Messenger'i kullanmayı pek bilmem. Bu yüzden çok göz atmam o aleme. Bazen de bana bir vesile ulaşmak isteyenleri de böylece görmemiş olurum. Haberim olduğu zaman da iş işten geçmiş olur çoğu zaman. Şu ana kadar sene sonu olunca nota ihtiyacı olan öğrencilerden birkaç mesaj gördüm, "Hocam ben falan sınıftan filan. Şu kadar nota ihtiyacım var, lütfen yardımcı olur musun" şeklinde. Bu şekil istekleri bu aleme bakmadığım için sonradan görüyorum. Messenger çıkalı şimdi anlıyorum öğrencilerin öğretmenler odasını aşındırmamasını. Demek ki bu alem vasıtasıyla öğretmene ulaşıyorlar.

29/06/2017 günü yani okulların kapanmasından nice sonra öğrencilerden gelen not isteklerini görmüş oldum. Burada bir çağrı daha gördüm. Biri bana 04/04/2017 günü  "merhaba" diyerek bir çağrı atmış. Çağrı atalı iki buçuk ay olmuş ama "Kimdir, necidir, bunun talebi nedir" diye ben de "merhaba" dedim tanımadığım bu kişiye. Tanımadığımı belli etmemeye çalışıyorum, eğer tanıdık biri ise tanıyamadık demek ayıp olur diye. Bereket tanışmıyor muşuz. Bunun derdi bir başkaymış. Kopyalıyorum ki belki çözümü sizdedir.
-Merhaba
-Merhaba
-Merhaba, günaydın!
-Tanıyamadım.
-Tanismiyoruz
-Siz tanımadığınıza yazar mısınız böyle
-Can sikisindan...Ben aksaraydan
-Ne iş yaparsınız
-Ailemle yasiyorum...43 yaşındayım.
-İstanbul aksaray mı
-Ol olan (İl olan demek istedi sanırım)
-Tamam, İşin yok mu
-Isim yok
-Evli değilsiniz o zaman
-Degilim
-Bence evlenin, kendinize de bir iş bulun sıkılmazsınız
-Hayırlı bi es bulmak isterim abdestli namazli
-Böyle tanımadığınıza yazarak yanlış yapıyorsunuz...Size iyi günler
diyerek engelledim kendisini.

Okudunuz yazışmayı. Umarım derdini anlamışsınızdır. Bu misafirimin derdi not istemek değilmiş, evlenmek gibi bir derdi varmış. Sıkılıyor, çalışmıyor, evde bulmuş eline bir telefon, yazıyor, tanıdığına ve tanımadığına. Can sıkıntısını giderecek bir eş arıyor. Üstelik öyle kelli felli bir isteği de yok. Aradığı, “hayırlı bir eş, şöyle abdestli, namazlı.” olacak.
Anladığım kadarıyla eş arama yöntemleri de değişmiş, millet sanaldan arıyor artık aradığı ideal eşini. Eğer eş arıyorsanız ya nasibinizi bu şekil bekleyeceksiniz, çünkü bir gün sizin de kapınızı çalabilir, ya siz de Messenger vasıtasıyla tanımadıklarınıza yazıp şansınızı deneyeceksiniz. Yok ben böyle yapamam derseniz, hazır bana gelmiş biri var, ismini verebilirim size. Karşımdaki bayan mı erkek mi bilmem. Ama görünen ismi bayan ismi. Ailesiyle yaşadığına göre kuvvetle muhtemel bayan. Artık bahtınıza. Nasibinize bayan görünümlü erkek de çıkabilir, bayan görünümlü bayan da olabilir. Bence elinizi çabuk tutun. Şartını tekrar söylüyorum, sadece abdestli namazlı olmanız yeterli. Bu iyiliğimi de unutmayın.  
Messenger kullanmıyor musun? O zaman hiç şansın yok be kardeş!.. 29/06/2017

28 Haziran 2017 Çarşamba

Eğer bir suç toplumun çoğuna sirayet etmişse tavrımız ne olmalıdır?

İslam’da  işlenen suçlara karşı verilecek cezalar bellidir. Çünkü toplumun huzur ve refahı için mutlaka işlenen suça ceza verilmelidir.  Ceza uygularken de amaç suçluyu cezalandırarak diğer insanların o suçu yapmalarını önlemektir. İbreti alem dedikleri de bu olsa gerek.

İslam tarihinde bazı örnekleri incelersek işlenen suçlara bazı zamanlarda ceza verilmediğini görmekteyiz. Bunun nedenine gelince toplumda insanları suça iten illetler olduğunu görürüz.  Mesela, Hz Ömer zamanında hırsızlık yapan kimselere el kesme cezasının uygulanmadığını görürüz. Çünkü toplumda kıtlık vardır, devletin görevi de kıtlığa çözüm bulmaktır.  Devletin çözüm bulamadığı bir ortamda açlıkla karşı karşıya kalan insanların yaptığı hırsızlık cezaları ertelenmiştir.  Doğru da yapmıştır Hz Ömer. Çünkü sosyal adaletin sağlanamadığı zamanlarda hırsızlık olaylarının artmış olması Hz Ömer’i had cezalarını uygulamamaya itmiş olmalı. Hz Ömer’in haddi uygulamaması ayeti inkar anlamına gelmiyor. Burada toplumu hırsızlığa iten sebep açlık illetidir. Bir devletin öncelikli görevi de bu illeti ortadan kaldırmak olmalı diye düşünmüş olmalıdır.

Hz Ömer’in bu uygulaması pekala günümüzde bize ışık tutar diye düşünüyorum. Eğer bir suç toplumun büyük bir kesimini kapsamışsa suç işleyenlere ceza vermekten ziyade suça giden yolların kapatılması gerekir. İlletler ortadan kaldırmadan verilen cezalar insanları yine yeni suçlara itecektir. İslam’da ‘Seddü zerai’ adı verilen bir kavram vardır. Bu, ‘harama giden yolların kapatılması’ demektir. Eğer bir toplumda belli bir suçu işleyen insanların sayısı bir değil, iki değil, üç değil… yüz binleri bulmuşsa devleti yönetenler suçluyla mücadele etmek için önce suça iten illetleri yok etmeli, yani suça giden yolları tıkamalıdır. Ardından hala suç işlemek isteyenler olursa yakasına yapışmalıdır. Devleti yönetenlerin ‘Niçin bu kadar çok sayıda bir insanımız bu suça katıldı? Burada bizim hiç suçumuz yok mu’ diye düşünmelidir. Hatta ilk cezayı kendisine vermelidir. Nitekim yine Hz Ömer zamanında ‘Hatıb b. Ebi Belta’nın oğlunun iki kölesi, Muzeyne kabilesinden bir adamın devesini çaldıklarında efendileri onların ellerini kesmek istemişti. Fakat Hz Ömer, kölelerin efendisinin onları aç bıraktığını öğrenince onların ellerini kesmedi. Bilakis onların efendisini terbiye etmek için, ona çalınan devenin değerinin iki mislini ödeme cezası verdi.’ (islam.tr.net)

Örnekte görüleceği gibi burada Hz Ömer, hırsızlık yapanlara ceza vermekten ziyade onları aç bırakan efendilerini cezalandırma yoluna gitmiştir. Geçmişte ve günümüzde ülkeyi yönetenlerin ‘Tabiat boşluk kabul etmez’ sözünde olduğu gibi ortamı boş bıraktıklarından, sıkı tedbir almadıklarından, ihmal ettiklerinden dolayı eğer toplumun ekseriyeti suça karışmışsa, töhmet altındaysa önce görevini yapmadığı için devleti yönetenler kendi kendilerine bir öz eleştiri yapmalıdır. Suç işleyenler, suça karışanlar görmezden gelinsin demek istemiyorum. Mutlaka suç işleyenlerin yaptıkları yanlarına kar kalmamalı ama başkasının gözündeki çöpü görmeden önce kendi gözündeki merteği görmelidir devleti yönetenler.


Suça karışanlara ceza uygulamayan kişi alelade bir kişi değil, İslam’ın ikinci halifesi olmuş; basireti ve feraseti ile ön plana çıkmış ve devleti huzur ve mutluluk içerisinde on yıl yönetmiş ve adaletiyle ün yapmış bir kişiden bahsediyoruz. Allah Ömer’den razı olsun ve sayılarını artırsın. Sözde Ömer’i konuşan kimseler değil, özde Ömer olmamız dileklerimle. 28/06/2017

27 Haziran 2017 Salı

Çok mu Sitemkarım? *

Bayramda ziyaretime gelen bir dostum bana, neyin var dercesine "Sosyal medyadan takip ediyorum, çok sitemkâr yazıyorsun" dedi. Bayram ziyaretleri hasta ziyaretleri gibi olduğu için dostumun sorusuna sessiz kaldım. Çünkü bazı konular vardır ki meramını anlatabilmek için uzun zaman dilimine ihtiyaç olur. Misafirimi uğurladıktan sonra elim nedense bildiğim bir kelime olan sitem kelimesine gitti. Neymiş bir bakalım sitem?

Bir kimseye, bir davranışından ya da bir sözünden dolayı, üzüldüğünü, alındığını ve kırıldığını öfkelenmeden yumuşak bir biçimde söylemek” demekmiş sitem.  Gördüğünüz gibi çok da kötü anlama gelmiyormuş sitemli yazmak. Yaklaşık iki yıldır yazmaya çalışıyorum kendime ait olan ‘dilinkemigiyok.blogspot.com’ isimli bloğumda. Genelde değinmediğim bir konu kalmadı. Hatta aynı konuda birden fazla yazı kaleme aldım. Yazmaya başlarken hiç hesap kitap yapmadan öylesine yazdım. Sadece bir prensip edinmiştim kendime. O da dert edindiğim her konuyu ele almak şeklinde. Zaman zaman gündemi takip ettim, zaman zaman gündemin dışında kalan, fakat sorun olarak gördüğüm konuları ele almaya çalıştım. Şu konuda yazarsam şu kesim alınır diye bir endişe taşımadım. Falan kesim sevinir de demedim. Yazılarımda kendi bildiğim doğru ve yanlışlara yer verdim. Bir konu hakkında başkaları ne diyecek diyerek ‘bekle-gör’ politikası izlemedim. Genel itibariyle olayları değerlendirirken kişileştirmelere yer vermedim. Çünkü derdim kişiler olmadı hiçbir zaman. Hakaret zaten olmaz.

Niyetimde yazılarıma değinmek yoktu. Ama iş beni yazılarıma sürükledi. Tekrar sitemli yazılara gelirsek doğrusu dostum iyi tespit etmiş, yazılarımda hep sitemlere yer var. Olaylara, kişilere karşı sitemim var. Ama bu karamsar olduğum, olaylara olumsuz baktığım ve her şeye karşı geldiğim anlamına gelmez. Değindiğim konular aynı zamanda sadece benim meselem değildir. Toplum içerisinde yaşayan bir kimse olarak çoğu zaman gözlemlerimi aktarıyorum, görüştüğüm insanların hassasiyetlerini dile getirmeye çalışıyorum. Cepheleşme ve kutuplaşmalarda yer almamaya özen gösteriyorum. Olaylara eleştirel yaklaşmaya çabalıyorum. Eleştiri dedimse yapıcı eleştiri benimkisi. Yalakalığı hiç sevmedim, şirin görünmeyi beceremedim bir türlü.

Pekiyi, yaranabildim mi kimseye? Maalesef kimseye yaranamadım. Çünkü kapalı kapılar ardında görüşlerimi benimseyenlerin kapı önünde görmezlere geldiğine şahit oluyorum. Çoğu kimse renk vermemeye çalışıyor, acaba başıma bir şey gelir mi endişesini taşıyor. İnsanların çoğu ortamı koklamaya çalışıyor, nabza göre şerbet vermeyi de iyi beceriyor. Çünkü fincancı katırlarını ürkütmenin başına iş açacağına inandırmıştır kendisini.

Sitemkâr yazılar yazmaktan pişman mıyım? Asla. Hatta zevk alıyorum böylesi yazılarımdan. Çünkü hayat bazılarının göstermeye çalıştığı gibi toz pembe, bazılarının göstermeye çalıştığı gibi felaket değildir. Zira sosyal olaylarda tek doğru yoktur, doğruya giden birden fazla yol vardır. Doğru düşünülen her sosyal olayın mutlaka eksileri de olur. Bunlara dikkat çekmeye çalışıyorum.

Hasılı, sitemkâr yazmaya devam inşallah! Birilerinin işine gelse de gelmese de…En azından derdimi, dert edindiklerimi yazıya dökerek içimi boşaltıyorum. Yetmez mi bu! 27/06/2017

*21. 11. 2022 günü Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

 

 

Dilimde tüy bitti be Konyalılar! *

Düğün sezonumuz ramazan öncesinde başladı, ramazanda ara verildi, bayram sonrası hız kesmeden devam edecek görünüyor. Benim derdim düğünlerle değil, düğünlerde takdim edilen hediyeler. Aslında bu, tüm Konya'nın derdi. Sesli dillendirilmese de kapalı kapılar ardında konuşulan, kimsenin memnun olmadığı bir durum bu. Bu konuda birkaç yazı kaleme aldım. Dilim de tüy bitti dense yeridir. Ama nafile. Kellim kellim ya yenfeu.

Neden bahsettiğimi sanırım anlatabilmişimdir. Malumunuz davet edildiğimiz düğünlere büyük çoğunluğumuzun götürdüğü hediyeler ağırlıklı olarak çaydanlık, çay bayrağı, limonata takımı, borcam vs kap-kacak yani küçük mutfak eşyası. Götürdüğümüz hediyeler düğün sahibinin işine yarar türden değil. Büyük masraflarla yapılan düğünlerde düğün sahibine lazım olan para iken biz adet yerini bulsun, dostlar alışverişte görsün misali hala mutfak düzmeye çalışıyoruz. Düğünlerimizde düğün sahibi mi kazanıyor yoksa züccaciyeciler mi diye düşünmeden edemiyor insan.

Bugünkü götürdüğümüz hediyeler eski zamanın düğünlerinde iş görmüştür. Çünkü eski düğünlerde evlenecek çağa gelmiş birine ailesi 12 duvar yastığı, bir Demirci halısı, bir iki yorgan-yastık ve döşek temin edebilmişse düğüne kalkar, mutfak eşyası ise düğüne gelen davetlilerin getirdiği hediyelerle karşılanırdı. Ayrı ev döşenilmesi, evin içinin her şeyiyle donatılması gibi istekler olmazdı. Eski düğünlerde ihtiyaçtan doğan bu mutfak eşyası hediyeleşmesi uzun yıllar bir ihtiyacı karşılamıştır. Bugünün düğünleri eskinin düğünlerine benzemiyor. Neredeyse mutfak eşyasına varıncaya kadar tepeden tırnağa  bir eve ihtiyaç olan ne varsa düğün sahipleri tarafından alınıyor şimdi. Evlenen çift ve tarafların anne babası düğüne gelen hediyelere yüzünü dönüp bakmıyor. Ambalajı açılmadan gidilecek düğünlere götürülmek üzere varsa evin izbesine veya çatısına konuyor. İşin garibi ne düğün sahibi bu şekil gelen hediyelerden memnun ne de düğüne hediye getiren.

Elimiz boş gitmesin, ayıp olmasın, adet yerini bulsun diye kimimizin evinde olandan kimimizin market veya züccaciyeciden para vererek götürdüğümüz hediyelerin sadra şifa olmadığını hepimiz biliyoruz. Bundan dertliyiz. Ama dertten kurtulmak için silkinmiyoruz. Bunun için ne yapılması gerekir diye kafa yormamıza da gerek yok. Malumun ilamı olsa da eğer amaç düğün sahibinin derdine ortak olmaksa o zaman ne yapılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Bunun yolu imkanlar çerçevesinde az veya çok para vermektir. Bunun için bazıları sandık koymayı teklif etse de zarfın içerisinde para takdim etmek en uygun yöntem gibi geliyor bana. Salonlarda para, altın takılmasını hatta bunu takı töreni haline getirip kameraya çekilmesini uygun görmüyorum. Çünkü takabilen var, takamayan var. Kimi de düğün salonlarına çiçek gönderiyor. Bunu da anlamış değilim. Çünkü bunda da çiçek sektörü kazanıyor. Hatta bazıları çiçekçi ile anlaşmalı olarak geri iade ediyor. Çiçekçi hem satarken hem de alırken kazanıyor. Düğüne çiçek gönderen iş yeri sahibi de bedava reklamını yapmış oluyor, bir faydası da davetliler çiçekleri görünce ’Amma da çiçek gelmiş’ demeleridir.

Çiçekçilik veya zücaciyecilik bir sektördür, yaşaması gerekir. Asla -kazanıyorlarsa- onların kazandıklarında falan gözüm yok. Benim derdim düğün sahibini korumak, kollamaktır; yarasına merhem olmaktır; çam sakızı, çoban armağanı çorbada tuzunun olmasını istemektir. Yok arkadaş! Bana böyle hediye getirildi, ben de böyle götüreceğim, ben yandım, başkası da yansın deniyorsa böyle düşünene sözüm olmaz. O zaman düğünlere yine mutfak eşyası götürmeye devam edelim. Bana da ‘Sana iyi yakmalar’ demek düşer.

Sözün özü, gideceğimiz düğünlere para vermek “Ev alanla, evlenene Allah yardım eder” atasözünün gereğini yerine getirmektir. Konyalıların bu şekil hediyeleşmesi hakkında yazı yazmamdan dolayı gına gelmişse o zaman düğünlerde kap kacak götürmeye son demeliyiz. 27/06/2017

* 01/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.