04.06.2017 günü Açık Öğretim Fakültesi sınavında görev yapmak üzere saat sekiz sularında Selçuklu Mesleki ve Teknik Lisesinin bahçesine girdim. Bahçede in-cin top oynuyordu. Çünkü görev yerime bir arkadaşın sayesinde hayatımda hiç olmadığı kadar erken gelmiştim. Benimle beraber cümle kapısından giriş yapan tanımadığım bir görevli daha girdi.
Erkenden gelenlerdendik ikimizde. Yan yana geldik. Nefes almada zorlanıyordu yanımdaki. Güç-bela yürüyordu. Çünkü kısa boylu ve kilolu idi. Ayakları ise ayrık ayrık gidiyordu. Gözünde gözlüğü olmasına rağmen elindeki kağıda bakışından gözlerinde de sorun vardı anlaşılan. Kilo zaten o biçim. Döndü bana: "Çalışıyon mu daha?" dedi. İçimden hoppala! Bir ramazan sabahında gözümden uyku akarken adamın derdi bir başkaydı. Bana bu soruyu sormasa çatlayıp ölecekmiş sanki. Gücün atmış bahçeye kendini. Sabah sabah bu soruda gider miydi hiç? Üstelik hayatımda bir görmüşlüğüm yok, göz aşinalığı ise hiç. Gece boyunca uyumamış, gözlerimden uyku akıyor, kendi derdim kendime yetiyor zaten. Nereden istedim oruç oruç ben bu sınavı, şimdi evde olup iyi bir uyuma zamanı. Üstelik olmayan moralimi bozmak için Rabbim birini göndermişti. Madem soru sorup benimle tanış olmak istiyor, ilk önce bir selam verse, kimsin, necisin, dese hiç gam yemeyeceğim. Çünkü edeptendir, görgü kurallarındandır, örf ve adetlerimizdendir ilk önce selam vermek, hal-hatır sormak ve tanışmak. Neyse kimseye sabah sabah görgü kurallarından bahsedecek değilim. Zaten adam bu zamana kadar öğrenemediyse bu yaştan sonra zinhar öğrenemez zaten. Ben bu haleti ruhiyeyi yaşadım sabah sabah. Buna rağmen kendisine, "65 yaşına kadar çalışacağım" dedim. "Yok ya var mısın o kadar?" dedi.
Siz ne dersiniz benim verdiğim cevaba karşılık adamın sorduğu soruya. Anlaşılan adam ebleh biri. Anlama sorunu da var. Adamı tanımıyordum ama sorduğu sorudan odun gelip odun giden birine benziyor. Zira ben 65 yaşındayım demedim ki "Var mısın o kadar" diye sorsun. Çalışıyorum daha dedim. Ardından "58 var mısın" dedi. 54 yaşındayım, dedim. "Emekliliği hak ettin mi" dedi. "Yeni hak ettim, göreve geç başladım" dedim. O da "Ben de geç başladım" dedi, ardından binanın kapısından içeri girdik. Kapıda düzenini yeni kurmaya çalışan polise, "Burası A blok mu, yoksa B' mi" dedim. "A blok" der demez geri çıktım. Benim görev yerim B blok idi.
Aynı blokta olmadığıma şükrettim. Çünkü içeri girince her ne kadar birbirimizin adını-sanını bilmesek de yan yana oturacağız. Görev yerimize gidinceye adam daha bana ne kadar soru soracaktı kim bilir? Çünkü saat 9.00'a kadar ne yapacaktık? Ben yedek gözetmendim, ya bir de o yedekse işte o zaman yat ağla, kalk ağla olurdum.
Şimdi siz bu yazıyı okurken ben ondan kurtulmanın sevinç ve mutluluğunu yaşıyorum. Zira mübarek günde sabah sabah çekemezdim onun bu kadar sorduğu ve soracağı soruyu. Ya susup içime atacaktım, ya da "Sayın hocam! Sabah sabah rüyanda mı gördün, derdin ne? Susuver artık. İşin yok mu senin? Madem konuşmaya bu kadar heveslisin. Hiç olmazsa ilk önce nezaketen kim olduğumu, nerede çalıştığımı bir öğren, ondan sonra istersen yedi ceddimi sor-soruştur. Ayrıca hayatında ilk gördüğün ve tanımadığın biriyle bu kadar samimiyet doğru mu?..." derdim belki. Eskiden hizmet ne kadar oldu denirdi. Eskilerin sorduğu daha güzelmiş.
***
Emekliliği hak ettim şubat ayı itibariyle. Anlaşılan bundan sonra "Daha çalışın mı, emekli olmadın mı" diyenin sayısı eksik olmayacak. Devlet ne kadar geç emekli olursa benim için iyi gözüyle bakıyor bize. Üzerine vazife olmayan birileri de ne zaman ayrılacaksın diye gözümüze bakıp duracak. Ölmedin mi daha, ölmeyecek misin, niye yaşıyorsun, demek gibi bir şey bu.
Merak edenler için söyleyeyim, dört-beş yıl daha çalışmayı düşünüyorum. Faydalı olduğuma kanaat getirdiğim müddetçe çalışmaktan yanayım. Ama göz görmez, kulak duymaz, yürümekte zorlanır, ne dediğimi bilmez, ipe un sermeye başlar, işimi aksatır, idareye yük olduğumu hisseder, sınıfa hakim olamaz, sorulan bir soruya ne şekilde cevap vereceğimi bilemez bir duruma düşersem bir gün bile beklemez, emeklilik dilekçesini veririm.
Şimdi düşünüyorum da daha bana soru soracak olan sabahki adam acaba ben ondan kurtulduktan sonra kimi buldu gönül eğlendirecek? Kimi bulduysa Allah onun yardımcısı olsun.
Siz siz olun! Görev yerinize çok erken gitmeyin. Zira orada beklerken cins biriyle karşılaşır; ulu orta, olur olmaz soru sorar, moraliniz bozulur. 04.06.2017
4 Haziran 2017 Pazar
Kabe'nin örtüsü niçin siyahtır?
Baştan söyleyeyim Kabe'nin örtüsünün niçin siyah olduğunu bilmiyorum. Siyaha boyayanların ve bu konuyu bilen uzmanlarının mutlaka makul bir izahı vardır. Rengin siyah olmasına herhangi bir diyeceğim ve eleştirim yok. Zira güzel de görünüyor siyah olması. Gözümüz de alıştı bu renge. Rengin niçin siyah olduğunu ele almaya çalışacağım izninizle. Yapacağım açıklamanın hiç ilmi bir gerekçesi yok. Indî bir analiz olacaktır. Çok makul da görmeyebilirsiniz. Hatta eleştirebilirsiniz.
Kültürümüzde İslam'ın rengi denince akla hemen yeşil renk gelir. Aslında İslam'da haki renk yeşil değildir, mavidir. Zaten camilerimizde yapılan tezyinata bakılırsa orada çoğunlukla mavi rengi görebiliriz. O halde Kabe'nin örtüsü niçin siyaha boyanmıştır? Acaba günahlarımızı orada döküp geldiğimizden midir? Zira hadiste peygamberimiz, "Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir," buyurur. Yine bir başka hadisi şerifte mealen, "Usulüne uygun hac eden kimse anasından doğmuş gibi tertemiz olur," buyrulmaktadır. Acaba hayatının herhangi bir safhasında günaha gark olmuş insanoğlu hac veya umreye gidince bilerek veya bilmeyerek yaptıklarından dolayı Kabe'nin etrafında tövbe edip orada bol bol dua edince kendisi temizlenip kirini orada yani Kabe'de bırakıp da mı geliyor. Bırakılan günahlardan dolayı mı Kabe siyahlaşmaktadır?
Kabe'nin örtüsünü siyaha boyayanlar insanın bu günahkar yönünü düşünerek yapmış olabilirler mi? Beyaza boyasalar nasıl ki beyaz kir götürmez hemen görünürse bundan dolayı beyaz düşünülmemiş olabilir. Mavi ve yeşil renk de açık renk sayılır. Siyah renk ise kir götürür. Bundan dolayı belli olmasın diye siyaha boyanmış olabilir.
Biliyorum bu analizimi garip gördünüz ve bıyık altından gülümsediniz. Dedim ya benimki sadece bir görüş. İsteyen katılır, isteyen katılmaz. Allah usulüne uygun hac ve umre yapanlardan eylesin. 04/06/2017
Bir teknik direktörün futbolcu olarak sahaya gönderildiğini gördünüz mü hiç?
Futbol seyir zevki veren bir oyundur. Çoğumuz mahalle
aralarında oynamışızdır. Son yüzyılda profesyonelleşti iyice. Artık parayla
oynanıyor, parayla seyrediliyor. Futbolcuların transfer ücretleri kimileri için
bir servet mesabesinde.
Futbola merakı olanlar küçük yaştan
itibaren futbol kulüplerinin alt yapılarında başlarlar futbola. Kendisini
ispatladıkça lisans almak suretiyle küçük takımdan büyük takımlara doğru
transfer olurlar. Transfer olduğu takımla 2+1, 3+1, 4+1 şeklinde sözleşme
imzalarlar. Her bir futbolcunun da sahanın içinde oynadığı mevkisi vardır.
Kulüpler futbolcu transferi yaparken takımında hangi alana ihtiyaç varsa
öncelikli olarak o mevkiye futbolcu alır. Başka mevkide oynaması söz
konusu olmaz. Çok az futbolcu birkaç mevkide birden oynayabiliyor. Takımıyla
sözleşmesi biten ya yeniden sözleşme imzalar ya da bir başka takıma transfer
olur.
Genelde futbolcular 30-35 yaşlarına kadar takımları adına
ter dökerler. Takımına bir katma değer veren futbolcu için takımı bir vefa olsun
diye onun adına jübile yapar. Jübilesini yapan emektar futbolcular antrenör,
teknik direktör olmak için belgelerini de alır. Kimi kulüp çalıştırmaya başlar,
kimi boş bekler, kimi televizyonlarda maç sonrası futbol kritiği
yapar, kimi gazetelerde futbol ile ilgili köşe yazarlığı yapar, kimi de bir
başka alanda iş yeri açar, geri kalan ömrünü bu şekilde tamamlar...Teknik
direktörlük yapanlar kulüplerle tıpkı futbolcu iken olduğu gibi birkaç yıllık
sözleşme yaparlar, takımında başarılı olduğu müddetçe sözleşmesi uzatılır,
başarılı olamazsa ya süresi bitince ya da daha önceden sözleşmesi ya tek
taraflı ya da karşılıklı feshedilir.
Futbolu bıraktıktan sonra hangi
ister teknik heyet olarak çalışsın, ister kendi iş yerini açmış olsun,
çalıştığı alanda ister başarılı ister başarısız olsun asla futbol oynamaya geri
dönmez/döndürülmez. Bu durum hem futbolda hem de diğer kamu kurum ve
kuruluşlarında ister müdür, ister şef, ister müdür yardımcısı olarak
çalışsın değişmez. Mesela malmüdürlüğünde göreve başlayan bir memur, yeterince
çalıştıktan sonra görevde yükselmeye girer, başarılı olursa şef olarak atanır,
o mevkide de belli bir süre çalıştıktan sonra müdür yardımcılığı, ardından
müdürlük sınavına girer. Her statüsü değiştikçe görev yeri de değişir. Türkiye'de
bunun tek istisnası var: okul müdür ve müdür yardımcılığı. Okullarda görev
yapan okul müdürü ve yardımcısı bir bakmışsın tekrar öğretmenliğe döndürülür.
Daha öğretmenlikte yeterince çalışmadan bir bakmışsın birileri hemen müdür
olur, ya da yardımcı olur.
Teknik heyet olarak görev yapan bir antrenörün yeniden
futbolculuğa döndürülmesi asla verim getirmez. Zaten bunun da hiç uygulaması
yoktur. Düşünün ki yıllar yılı okullarda yöneticilik yapan birisinin tekrar
öğretmenliğe döndürüldüğünü. Bu kimsenin yeterince öğretmenlik yapabilmesi,
öğretmenlikte başarılı olabilmesi çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Hangi akla
hizmetle bu yapılıyorsa doğru yapılmıyor. Öncelikle bunun kabul edilmesi
gerekiyor.
Anlatmak istediğim her kurumun iç işleyişinde bir düzen ve
ahenk vardır. Oturmuş gelenekleri vardır. Maalesef okullarda bu konuda
yerleşmiş bir düzen yoktur. Bütün işler deneme yanılma yöntemiyle halledilmeye
çalışılmaktadır. Aslında okullarda yapılması gereken tıpkı futbolculara uygulanan
sistem olmalıdır. Bir öğretmen yeterince çalıştıktan sonra öncelikle müdür
yardımcılığı sınavına girer, burada yeterince çalıştıktan sonra okul müdürü
olmak için yine açılan sınava girer, okul müdürlüğünde başarılı oldukça
görevine devam eder. Buradan şube müdürü veya ilçe milli eğitim müdürü olur, bu
şekilde emekliliği hak eder. Yöneticilik görevini üstlenen öğretmen görevini
ihmal ederse, görevini savsaklarsa, idarenin direktifi çerçevesinde hareket
etmezse nasıl ki futbolcu iyi oynamadığı takdirde ceza alabiliyorsa okulda
yöneticilik yapan da ceza alabilmelidir. Ama düşünülmemesi gereken tek şey o
kimseyi yeniden öğretmenliğe döndürmek olmamalıdır. Biz yaptık oldu denirse
söylenecek bir şey yok. Maalesef okulların durumu ortada. Lütfen okullara
idareci atama konusunda değişmez kriterler konmalıdır. Yoksa ceremesini hep
okullar çekecek. Harcanan insan kaynağıdır. Mutlaka her insandan azami ölçüde
faydalanma yoluna gidilmelidir. Yoksa insan onuru zedelenirse ne kendine
hayreder, ne de okullara. Olan küçük dimağlara olur. 04/06/2017
3 Haziran 2017 Cumartesi
Seni kerhaneci seni!
AVM, hastaneler, park ve bahçelerde çocukların oyun
isteğini karşılamak için kamu kurum ve kuruluşları, ilgili özel firmalar oyun
alanları oluştururlar. Amaç, anne ve baba bir taraftan işini yaparken
yanlarında gelen çocuklarının sıkılmasını önlemek ve onları avutmaktır.
Bu kervana Diyanet İşleri Başkanlığı da katıldı. Başlattığı yeni projeyle
camilerin çocuksuz kalmamasını hedeflemekte. Bunun için camilerde çocuklar için
oyun alanları oluşturmak istiyor. Diyanetin bu projesi Samsun'da altı camide
uygulamaya konuldu bile. Böylece aileler çocuklarıyla beraber camiye
gelebiliyor, ebeveyn namazını kılarken çocuklar da caminin manevi iklimini
teneffüs ederek hem oyun ihtiyacını giderip sıkılmıyor, hem de camiye ısınmış
oluyor.
Baştan
söyleyeyim, çok güzel bir proje. Yıllardır savunduğum bir fikir. Özellikle
çocukların Kur'an öğrenmek için yaz dönemlerinde camiye geldiğinde cami
müştemilatında bu şekil oyun yerleri yapılması gerektiğini dillendiriyordum.
Niyetim camilerin çocuklarımız için cazibe merkezi haline getirilmesiydi.
Diyanet bu uygulamayı sadece yaz dönemleri için değil teravih namazları için
yürürlüğe koydu bile. Kimin aklına geldi de böyle bir projeyi sundu bilmiyorum.
Her kimin aklı ise başta ona ve o akla geçit verip uygulamaya koyan
Diyanet İşleri Başkanına teşekkürü bir borç bilir ve takdirlerimi sunuyorum.
Sayın GÖRMEZ, başkan olarak seçildiğinde yeterince tanımadığım biri idi.
Görüntüsü ile klasik din adamı imajı edinmiş, başkan seçilmesinin isabetli
olmadığını ifade etmiştim. Başkanlığa seçildiği andan itibaren hakkındaki
kanaatimin yanlış olduğunu her geçen gün hissettirdi bana. Kendisiyle gurur
duymaya başladım. Ufku geniş bir insan. Ne yapmak istediğini biliyor. Birçok
alanda dinin daha iyi anlaşılması için çaba sarf ettiğini gözlemlemekteyim.
Sayın BARDAKOĞLU döneminden itibaren başlayan Diyanete olan güven ve itimadım
GÖRMEZ ile birlikte daha da arttı. Allah sayılarını artırsın.
Camilerde
uygulanmaya konan oyun alanları, yaptığımız hareketlerle camilerden uzaklaştırdığımız
ve camiye soğuk bakan çocukları yeniden camiye kazandırma ve eskinin olumsuz
imajını yok etmesi bakımından önemli. Zira geçmişte camiye bir heves gelen
çocuklardan olgun yaştaki insanların sergilediği davranışı bekledik hep
birlikte. Bunun için gülen çocuğa karıştık, koşan çocuğu durdurduk, durmadan
azarladık. Sonucunda da camilerimiz sadece ihtiyarlarımızın ibadet yeri haline
geldi. Bunun baş sorumlusu da maalesef çocuk psikolojisini bilmeyen bizleriz.
Çocuk sesi duyulmayan camilerde yeniden çocuk sesi duymak ve ileride yeni
cemaat kazandırma amaçlı bu projenin geleceğimiz adına olumlu ses getireceğine
inanıyorum. Toplumun kahir ekseriyetinin de bu projeye sıcak baktığını
düşünüyorum. Bu projenin Peygamber zamanında çok yönlü işlev görev cami anlayışını
yeniden dirilteceğine inanıyorum. Zira Peygamber zamanında Mescidi Nebevi
sosyal, kültürel vb amaçlı kullanılmıştır. Nedense sonraları camileri sadece
namaz vakti açıp kapatılan ibadet yeri olarak görmeye başladık. Yine bize göre
camilerde dünya kelamı konuşulmaz, şu yapılmaz, bu yapılmaz diyerek yasak
üzerine yasak koyduk. Dini de anlaşılmaz ve yaşanmaz kılan bu koyduğumuz
kurallardı zaten.
Camiye
taze cemaat kazandırmayı amaçlayan bu proje toplumda olumlu ses getirirken
soyadıyla ünlü bir zatın kendi cemaatine ait bir TV kanalında “Yapılan bu
uygulamanın camileri kerhaneye çevireceğini” iddia eden güya eleştirisi
toplumda "ne alaka" dedirtti. Teşbihe bak, hizaya gel. Maalesef bu
örneklemeyi yapan kişi bir ilahiyatçı ve mensubu olduğu cemaati adına böyle bir
konuşma yapıyor. Cami-oyun ve kerhane. Kimin aklına gelirdi böyle bir teşbih.
Edebiyatımızda yeri olmayan bu teşbih çeşidi, bundan sonra kötü teşbih olarak
yerini alacak. Alakası olmayan bu tip örneklemeye bizde "Dam üstünde saksağan,
vur beline kazmayı” denir. Ünlü olmanın yaşı yok. Birden meşhur oldu adam. Öyle
soyadına ünlü adı vermekle bir insan ünlü olamıyor. Yıllardır bir türlü kendini
gösteremeyen hocamız verdiği örnekle Türkiye gündemine oturdu. Bu açıdan
şanslı. Artık herkes onu bundan sonra kerhaneci hoca diye bilecek. İçimden
yaşlı insanların küçük çocuklar için söylediği “Seni kerhaneci seni!” deyimi geldi.
Yaptığıyla alakalı bir terim değil ama onun alakasına ben de bu şekilde bir
tabirle katkıda bulunayım istedim.
Sayın ilahiyatçı,
kerhane sözcüğüyle ne alaka dedirtti dedirtmesine. Fakat niçin bir başka kelime
değil de kerhane kelimesini seçti. Bilinçli bir seçim mi bu kelime? Yoksa
bilinçaltını ele veren gayri ihtiyari bir hezeyanı mı? Bir ilahiyatçı olarak
utandım desem abartmış olmam. Bu kişiye ilahiyatçı demekten ziyade mantık yönünden Aristo mantığına sahip biri olarak görmeli ve bu kişiyi yine Freud'un talebesi saymalı. Ama her şeyde bir hayır var demek lazım.
Devletten ve sayın GÖRMEZ’den bu vesileyle hayırlı bir proje daha beliyorum.
FETÖ kötü örneği bize gösterdi ki din,
bizim yumuşak karnımız. Bize damardan girmek isteyenler hep din kanalından bize
şırınga enjekte ediyor. FETÖ’den sokulduk, tedbir alalım derim. Yeni bir cemaat
paranoya ve hezeyanı ile karşı karşıya gelmemek için cemaatlere mutlaka bir
neşter vurmak gerekiyor. Öyle her önüne gelenin söz söyleyeceği bir alan
olmamalı din alanı. Her diplomalı cahile konuşma hakkı verilmemeli, kimin ne
konuşacağı mutlaka sorgulanmalı. Bazı cemaatler kendilerine göre bidat ve
hurafe içerikli bir din algısı ile halkın karşısına çıkıyor. Bizim milleti
kandırmaya ne var! Birkaç ayet, bir iki hadis okudun mu, Allah-peygamber dedin
mi peşine binlercesini takarsın. Milletimiz bu konuda çok saf. Kendi yeterince
dini bilmese de ağzı Allah-peygamber diyenlerin kendisini aldatmayacağını
düşünür. Hele bir de TV kanalın varsa, gazeten varsa yapacağın programın adını
da “Huzura Doğru” koyarsan; al sana dört dörtlük bir dini program(!)
2 Haziran 2017 Cuma
Camilerde para toplamaya son verilmeli
Camileri sadaka kapısı olmaktan, dilencilik yapmaktan, kısaca para
toplamaktan çıkarmak lazım diye düşünüyorum. Buralarda toplanan paraların,
açılan sergilerin amaca hizmet edecek şekilde sadra şifa olduğunu düşünmüyorum.
Hele bazı camilerde işgüzar görevlilerin başka türlü vermiyorlar diye cami
içinde saftan bazı insanları para toplamak için görevlendirmesi, saftan ayağa
kalkan kişilerin şapkasını ters çevirerek saftaki her kişiye şapkasını
uzatmasını görünce bu kadar da olmaz dedirtiyor insana.
Hayır-hasenat kapısı açık olmalı, insanımızdan istenmeli. İhtiyaç
sahiplerinin veya paraya ihtiyaç duyulan inşaat vb yerlerin ihtiyacını
karşılamak için başka yollara tevessül edilmeli artık diye düşünüyorum. Sürekli
para toplanan yerler için gelir getirecek kaynaklar düşünülebilir. Bunun için
ne yapılabilir?
- Camilerin
ihtiyacını karşılamak için cemaatten vicdani sorumluluk çerçevesinde
aidat toplama yoluna gidilebilir. Aidatlar açılan hesaba kişiler
tarafından rutin olarak yatırılmalıdır.
- Mevcut
camilerin aylık ve yıllık giderlerini karşılamak için geliri camiye
harcanmak üzere vakıf olacak arazi ve bina elde etme/yapma ve vakfetme
yoluna gidilmelidir.
- Cami
lojmanında kalan görevlinin/görevlilerin lojman kirası yıllık güncellenmek
suretiyle kirası caminin ihtiyaçları için harcanmalıdır.
- Geliri
iyi olan cami ile kendi kendine yeter durumda olmayan cami arasında kardeş
cami projesi yürürlüğe konmalıdır. İmkanları iyi olan cami, diğerini
taşımalıdır.
- Geliri
fazla camilerin yıllık harcamasından fazlası ortak havuzda toplanarak
ihtiyaç olan camilerin hesabına aktarılmalıdır.
- Geliri
cami, kurs vb yerleri yerlere harcanmak üzere cami önlerinde veya uygun
görülen yerlerde kermes düzenlenmelidir.
- Herhangi
bir yerde inşaatı devam etmekte olan cami, Kur'an Kursu, İHL vb yerlerin
inşaatını tamamlamak için camilerde para toplamaktan ziyade DİB veya
ilgili yerin müftülüğü tarafından SMS yoluyla verilecek hesaba vicdani
sorumluluk çerçevesinde para yatırılması için mesaj yollanmalıdır.
- Cami
önlerinde ihtiyaç sahiplerinin para toplanmasının önüne geçilmelidir.
Bunun için merkezi camilerin uygun yerine 'Sadaka taşları' yaptırılarak
yardım yapmak isteyenlerin infakını bu sadaka taşlarına koymaları
sağlanmalıdır. Sadaka taşının konduğu yerin bazı insanlar veya hırsızlar
tarafından kötü amaçlı kullanımının önüne geçmek amacıyla problem
olduğunda yetkili kişilerin izlemesi için kör nokta olmayacak şekilde
kamera ile takip ve kontrolü yapılmalıdır.
- Cami veya başka yerlerde dilenen insanlar polis, zabıta vasıtasıyla takip edilerek gerçek ihtiyaç sahibi ise kaymakamlıklar bünyesinde görev yapan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfına bilgisi verilerek iş bulununcaya kadar yardım alması sağlanmalıdır. Gerçek ihtiyaç sahibi değilse caydırıcı tedbirler uygulanmalıdır.
- Herhangi
bir sebeple cami önlerinde devletten izinli sergi açılacaksa cami
cemaatinin verdiği her bir para karşılığında makbuz kesilmelidir.
Çözüm olarak aklıma
gelen önerileri yazmaya çalıştım. İstenirse mutlaka kalıcı çözüm önerileri
bulunabilir. 02/06/2017
Kendimi Anlatamadığım Tipler ***
Rabbim
bu evrende yarattığı hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamış. Hepsini de yerli
yerinde kullansınlar diye insanın emrine vermiştir. İnsana bahşettiği organlar
ise tabir yerinde ise bir fabrikalar zinciridir sanki. Her biri Onun ayetidir
aslında. Verdiği her şeyden de bizi sorumlu tutacaktır mutlaka. Organlarımızın
mükemmelliğini bir organımız işlevini yitirdiği zaman daha iyi anlarız. Dil de
aralarında anlaşsınlar diye Allah'ın verdiği nimetlerden biridir. Zira
hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar ise konuşa konuşa anlaşabilirler.
Hayatım
boyunca Rabbimin verdiği bu lisan sayesinde anlaşamadığım, kendimi ifade
edemediğim insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ne onlar beni ne de
ben onları anlarım. Çoğu zaman "Kellim kellim, lâ yenfeu" olur tüm
konuşmam. İstediğim kadar dil dökeyim, istediğim kadar örnek vereyim, maalesef
bir arpa boyu yol alamam. Zira bu nimet, onlara kendimi anlatmada kifayetsiz
kalmaktadır. Kimdir bana kök söktüren bu tipler? Müsaadenizle bunları
irdelemeye çalışayım sayfamın geri kalan kısmında.
*Bana,
düşünceme, fikrime, zikrime ve tipime ön yargılı olanlar… Kendi düşüncesinden
başka bir düşüncenin doğruluğuna inanmayan; kendi zekasına ve kafasına aşık
olduğu için gözleri kör olanlardır bunlar.
*Düz
mantık, düz kontak ve Aristo mantığına sahip olanlar… Espri, mizah, şakadan
anlamaz bu tipler. Kelimelere takılıp kalırlar. Maksadı anlayacak ne
kapasiteleri ne de çapları vardır. Bunların hayatında mecaza yer yoktur. Ne
dediğini anlasalar bile maksuda giden kelimelere takılıp kalırlar. Ahmak
insanın özelliği vardır bunlarda. Parmağın gösterdiği yere değil parmağa
bakarlar hep. Sonucunda da sadece parmağı görürler. İyi niyetli olmaya iyi
niyetliler ama bakış açıları Harici mantık olunca seni bir kâfir ilan
etmedikleri kalır. Kelimeler etrafında döner dururlar. Seni elfazı küfür gördükleri
bir sözcüğünden dolayı kafir ilan ediverseler mutluluklarına diyecek yoktur.
Dünya kadar yazdığın ve söylediğin sözünü görmezler. Cümlelerinin içerisinden
seçtikleri bir kelime ile avlamaya çalışırlar seni. Tek kurtuluşun, “Arkadaş
ben bu kelimeyi kullanmakla hata yaptım, iyi ki uyardın, Allah sizin gibi bir
dostumu gönderdi, sayenizde düzelttim. Allah beni affetsin” desen, tevazu
görünümlü kibirleri tavan yapar.
*Savunmacı
tipler… Konuşmana karşı hep savunma mekanizmasını geliştirdikleri için suçluluk
psikolojisi içerisinde saldırır, suçlar dururlar seni. Beyni akıllarına değil,
midelerine bağlıdır bu tiplerin.
*Seni
dinler gibi görünen tipler… Hayal alemindedirler, sadece karşında kafasını
sallar, ya da put gibi dururlar.
*Kuyruğuna
bastığın tipler…Çünkü menfaatlerine ve beslendikleri damara basmışsındır.
*Alıngan
tipler…Her söylediğinden hiç akla gelmeyecek mana çıkartan ve kendine çeken
aklı evvellerdir. Bunların seni anlamadıklarını, konuşurken yüz hattından veya
sana sordukları alakasız sorulardan anlayabilirsin ya da yanından gidip senden
uzaklaştıkları zaman anlarsın. Bir bakmışsın! Küsüvermiş ya da eskisi gibi
değil: Mesafelidir sana karşı.
*Kinci
tipler…Yıllar geçse de sende gördükleri bir hareketinden dolayı altlarına
kırmızı halı sersen de seni görünce kin moduna geçerler, hep öyle yaşarlar.
*Anlamadığını/anlayamadığını
kabul etmeyen tipler…”Efendim ben şunu kastetmiştim, sanırım anlatamadım” desen,
hemen “Biliyorum, anlamaz olur muyum?” cevabı hazır olanlardır.
Bir
elin parmaklarını geçmez dedim de gördüğüm kadarıyla beni anlayamayan ya da
kendimi anlatamadığım insan tiplerinin sayısı baya da çokmuş. Hasılı,
aklıma gelen bu tipleri görünce yine de bunları suçlamam. Suç, bana bahşedilen
dilde değil, benim anlatamayışımdadır derim çoğu zaman. İmtihanım der, yoluma
devam ederim. Mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım. Ama çoğu zaman burnumda
bitiyor böyleleri.
Allah
beni ve sizi, anlayanlarla karşılaştırsın.
***18/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.
Hristiyanlıktaki Aslî Günah Anlayışının Neresindeyiz? *
Biraz mürekkep yalamışlar bilir, Hristiyanlıkta 'Asli
günah' veya 'ilk günah' adını verdikleri bir umde vardır. Güya onlara göre
"Hz Adem, yasaklanmış ağacın meyvesinden yemesinden dolayı yeryüzünde ilk
günahı işleyerek hem kendisi hem de ondan sonra gelen herkes günahkar olarak
dünyaya gelmiştir. İsa-Mesih kendisini çarmıha gerdirmek suretiyle Hz Adem'den
kendisine gelinceye kadar bu günahı işlemiş olan herkesi temizlemiştir. Yani
öncekilerin bedelini ödemiştir. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra doğanlar da
yine ilk günah suçuyla dünyaya geldiklerinden dolayı bu suçtan kurtulmak için
kilisede papaz nezaretinde vaftiz olmaları gerekiyor."
Hristiyanlıktaki bu temel inanca, bu inancı kabul edenler
ne kadar inanıyorlar bilmem. Yalnız bildiğim bir şey var İslam dünyası onların
bu görüşünü gülünç bulur ve eleştirir, babanın işlediği suçtan dolayı evlat
niçin suçlanır diye. Eleştirmekte ve gülünç bulmada yerden göğe kadar haklıyız.
Çünkü kimse kimsenin günahından dolayı kınanmaz ve cezalandırılmaz. Zira bizim
anlayışımıza göre her doğan günahsız ve masum olarak dünyaya gelir. Asla
babanın suçundan dolayı evladı, evladın suçundan dolayı da babası ayıplanmaz ve
töhmet altında bırakılmaz.
Hristiyanlığın bu ‘Aslî günah’ anlayışına teoride bakış
açımız çok doğru ve olması gereken de bu. Fakat pratikte kazın ayağı hiç öyle
değil. Bu konuda İslam dünyası maalesef iyi bir sınav vermemektedir. Bu konuda
hepimizin belleğinde verebileceği sayısız örnekleri vardır. Mesela bizde annesi
babası belli olmayana piç-veledi zina deriz. Ebeveyninin yaptığından dolayı
hiçbir şeyden haberi olmayan kişi hayatı boyunca hep piç damgası yer. Baba,
hırsızlığıyla nam salmışsa çocuklarını da öyle görürüz. Damat ceza almışsa tüm
sülale suçlanır. Evlat kötü ise aileye iyi gözle bakılmaz. Alıp içeriye
tıkmasak bile hep zan, şüphe ve töhmetle yaklaşırız bu tiplere. Nedense suçun
ferdiliğini unutur, tüm aileye toptan ihale ederiz. Anlayacağınız veresiyeyi
sevmiyoruz, çoğumuz toptancıyız toptancı.
Aileden suç işleyen birinin cezasını hayatı boyunca tüm
aile ödemeye devam ediyor. Eğer suçu babadan oğla geçirmeye devam edeceksek
boşu boşuna Hristiyanların ‘ilk günah’ komedisini hiç ayıplamayalım. Zira teori
ve pratik ikilemi yaşıyoruz. Hayatımız çelişkiler yumağı halinde devam ediyor.
Bu çelişkiler zinciri hala uygulamada devam edecekse nasılsa İslam’a girdirmediğimiz
bidat ve hurafe kalmadı. Hristiyanların yaptığı gibi vaftiz olmasak da -ki
olmamalıyız- bize özgü bir yöntem bulalım ki hiç olmazsa aile bireylerinden
birinin işlediği suçtan dolayı tüm aileyi töhmet altında bırakmayalım. Reddi
miras, soyadı değiştirme…vs yolu izlenebilir.
“İşi sulandırma” denirse niyetim su koyuverme falan değil.
O zaman ne yapalım? Aile fertlerinden birinin işlediği suçtan dolayı aksine bir
karine olmadığı müddetçe ailenin diğer fertlerini masum görmeye devam edelim,
onlara hayat hakkı tanıyalım, onların başını öne eğdirmeyelim, onlara suçu
hatırlatacak şekilde imada bile bulanmayalım. Değilse bu yaptığımız bir
bumerang gibi yarın bizi bulmayacağına dair hiçbir garantimiz yoktur. Çünkü
kişinin ayıpladığı başına gelmeden ölmez denir bizim kültürümüzde. Kimimiz
evladıyla, kimimiz anne ve babasıyla, kimimiz damadıyla hiç ummadığı bir anda
imtihan olabilir. O zaman kimseyi yanında bulamaz. Çünkü “Eden bulur,” yine
bizde. 02/06/2017
* 27/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 27/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)