11 Mayıs 2017 Perşembe

"Dilin kemiği yok" nereden doğdu?

Böyle bir sayfaya ihtiyaç var mıydı? Ya da niye ihtiyaç duyuldu? Nereden doğdu?

2009 yılında bir lisede görev yaparken bir face furyasıdır gidiyor. Öğrencinin biri geliyor, diğeri çıkıyor: "Hocam bana facede falan şunu yazmış, bunu yazmış” diye. Bazen de kavgalara, atışmalara sebebiyet veriyordu.  Bu nedir ne değildir diye bilişim formatörüme sordum: “Sanal alemde yazışma ve paylaşımların yapıldığı, uzun süre vaktin harcandığı yer” diye  bahsetti. İsminden de hiç haz almamıştım bu Facebook'un zaten. Çoğu zaman da yazıldığı gibi okudum.

Öğrencileri bu alemden uzak tutmak, derslerine yoğunlaşmalarını sağlamak amacıyla zaman zaman tören esnasında zararlarından bahsederdim.

O liseden ayrıldıktan sonra bir topluluk ile otururken "Eski arkadaşlarıma ulaştım Facebook vasıtasıyla" şeklinde konuşmalarına şahit oldum. Bir gün nedir diyerekten bu alemden bir adres aldım. Neyi, nasıl yapacağımı bilmeden zaman zaman girip çıkıyordum evdeki masaüstü bilgisayarımdan. Karşı olduğum yerin bir üyesi de ben olmuştum artık. İnsanın ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş denir ya. Benimki de öyle oldu. Ne de olsa bir faniyim.

2014 yılında  çocuğuma bir tablet aldım. Çocuğum zaman zaman "Baba, al biraz da sen bak" der, kabul etmezdim; “Ben bu dokunmatiklerden anlamam, benimki basmatik olacak” derdim. Çocuk gösterdi şöyle yapacaksın diye. Oturduğum yerden bazı köşe yazılarını okumaya başladım. Buradan faceye girmeye de başladım.

Tableti kullanmaya aşina oldukça kendime güvenim geldi. Gündeme dair duygu ve düşüncelerimi yavaştan çalakalem yazmaya başladım. Yazdığımı paylaşmaya başladım imla kurallarına dikkat etmeden. Zaten imlaya dikkat etmem mümkün değildi, küçücük tabletten sayfanın başını sonunu göremiyordum.

Bir zaman sonra cep telefonumu değiştirmem gerekti. Bu sefer akıllısını aldım, tablet kadar büyük olmasa da. Toplu ulaşım araçlarında iş gereği geliş-gidiş yaparken telefonun not defterine yazıp paylaşmaya başladım. Artık yazdıklarımın dozu iyice artmıştı. Evde çay içerken de telefon yanımdaydı artık. Aklıma geleni yazıp paylaşıyordum.

Bir gün sabah okula geldim Kasım 2015'in sonları. Bilişim öğretmenim yanıma geldi. "Hocam bir web sayfası kuralım, senin bu yazılarını oraya aktaralım istersen" dedi. "Gerek var mı hocam, sonra kim okur" dedim. "Hocam okunmasa da tüm yazılarınızı bu sayfada toplarız" dedi. Yazıların web sayfasında toplanmasına karar verdik. "Adı ne olsun?" dedi. Ağzımdan gayri ihtiyari "Dilin kemiği yok" olsun dedim. Adı da bu şekilde çıkmış oldu. Öğretmenimiz hemen gidip adresi aldı. 1,5 ay kadar geriye doğru benim Facebook'taki paylaşımları kopyalayarak ‘blog’umuza aktardı.

Önceki yazdıklarım ne kadar onu bilmiyorum. Sonraki yazdıklarımı da ona gönderip yayımlanmasını sağladı. Bir gün kendisine "Hocam, seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Bu yazılar sayfada nasıl yayımlanıyor gösterir misin" dedim. Onu da gösterdi. Şimdi kendim yazıp yayımlıyorum. Sayfamızdaki yazıların bir kısmı facede yazdıklarımın  ‘blog’a aktarılmasından ibarettir. Tüm yazdıklarımı bu sayfamda topluyorum. Blog, benim için bir arşiv niteliğinde.

Yazılarımdan bir kısmı; haftada üç gün  "anadoludabugun.com.tr" ve Anadolu'da Bugün gazetesinde, haftada bir gün "kahtasoz.com" web sayfasında, belirli aralıklarla "ladik.biz" sitesinde yayımlanmaktadır.

Yazılarımı yazarken  kimseyi üzme, herkese şirin görünme gibi bir düşüncem hiç olmadı. Kendimce dert edindiklerimi kendi küçük penceremden aktarmaktır derdim. Yazdıklarımın doğru olduğu iddiasında hiç değilim. Sayfam ve yazılarımla ilgili görüş, öneri ve yorumlarınız benim cahil cesaretimi artıracaktır.

Sayfamı ve yazılarımı takip edenler imla ve yazım hatalarını hemen fark edebilirler. Bunun sebebi de tablet ve cep telefonu marifetiyle çabucak yazılarak face'ye aktarılmasından dolayıdır. Sayfamdan sonra yeni gönderdiğim yazılarımda imla kurallarına daha dikkat etmeye çalışıyorum. Ne kadar dikkat edersem edeyim Türkçe imla kurallarının içinden çıkmak gerçekten mümkün değil. 

Bu vesileyle yazım ve imla kurallarından dolayı eksikliklerimiz için takipçilerimizin affına sığınırım. Bu vesileyle bana cesaret verip yol gösteren “dilinkemigiyok.blogspot.com.tr” adresini açıveren ve yazılarımı aktaran Bilişim Teknolojileri Öğretmeni Sayın Mustafa YILDIRIM’a çok teşekkür ederim. 07/02/2016




10 Mayıs 2017 Çarşamba

Öğretmenliğimin 25.yılında diplomamın sahte olmadığını ispatlamama ramak kaldı

Yazımın başlığına "MEB peşimde, diploma serüvenim" adlarını koymak da mümkün. Bu iş başka bir işe benzemez. Tamamen diplomamın sahte olmadığını ispatlamak üzerinedir.

Baştan söyleyeyim, diplomanın sahte olup olmadığı konusunda devleti hep ciddi gördüm. Eksik olmasın, bana kapısında iş verdi vermeye. Ama 25 yıldır da diplomamın sahteliği ve hakikiliği konusunda ne elimdeki belgeye güvendi, ne de bana. Sürekli değişik yöntemlerle test etmeye devam ediyor. Devlet ciddiyeti dedikleri bu olsa gerek. Emekli olmadan önce devlet diplomamın sahte olduğunu ispatlarsa mutluluğuna diyecek yok.
 ***
1992 yılının ilk ayında atamamın yapılabilmesi için içerisinde lisans diplomamın aslı ve noter onaylı fotokopisi de olmak üzere Ankara’ya giderek istenen belgeleri elden teslim ettim. Görevli kişi,  verdiğim evrakı tek tek inceleyerek aldı. Nice sonra gelen tebliğat ile birlikte göreve başladım. Okulda göreve başlarken de kararname ile birlikte yine diplomamın fotokopisini memura verdim.

2002 yılında memleketim Konya’ya alanım kapalı olduğundan tayin isteyemedim. Son çare Adana’ya nakil geldim. Bir gün okulumuz müdür başyardımcısı toplantıda, “Arkadaşlar, bilgilerinizi kontrol etmek için “ilsis.meb.gov.tr” ye girmeniz gerekli, dedi.  Nedir bu ‘ilsis’ dedikleri diyerek istenilen adrese girdim. Bilgilerimi kontrol ettim. Deve gibiydim. Hangi bir tarafım düzeltilecekti. Bir tane yanlışını söyle derseniz, atama branşım Mobilya Dekorasyon Öğretmenliği yazıyordu, desem sanırım diğer yanlışları saymaya gerek yok. Hazır görev yaptığım branşım olan İHL Meslek Dersleri Konya'ya kapalıyken acaba yeni branşımla tayin mi istesem mi diye düşünmedim  değil. Tek tek yanlışlarımı not ederek il milli eğitim müdürlüğündeki ilsis’ten sorumlu memurun yanına gittim. Görevliye durumumu izah ettim. "Gel, otur yanıma, düzeltelim," dedi. İlk göreve başlama tarihimden, nakil gittiğim yerlere ait başlama ve ayrılma bilgisini, ardından ilgi ve alakamın olmadığı atama branşımı, aile ve çocuk bilgisi artık o günün şartlarında yeni ortaya çıkan bu il sicil ortamı adı verilen elektronik ortama bilgilerimi vererek düzelttirdim. Bilgilerimi giren memura, "Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim, size zahmet oldu" dedim. "Önemli değil, bu zaten bizim görevimiz, keşke herkes senin gibi tüm bilgilerini bilerek gelse" dedi. Tekrar teşekkür ederek ayrıldım. İçimden madem göreviniz idi, be kardeşim! Ben buraya gelmeden niye düzeltmediniz, dedim yolda. Yine de içim içime sığmıyordu, evrak istenmeden bilgilerimi beyanıma dayalı olarak düzelttikleri için.
 ***
2010 yılından sonra SGK'nın "Hizmet Takip Programı" adını verdiği 'HİTAP' gündemimize oturdu. O zamanlarda önceleri ilsis olan elektronik ortamın adı artık MEBBİS idi. Mebbis'teki diploma bilgilerinin kontrol edilmesini istiyordu Bakanlık. Okul müdürlerine bilgileri düzeltme imkanı verdiler. Çoğu öğretmenin diploma bilgileri yanlıştı. Öğretmenlerden diplomalarını istedik. Bilgilerini girmeye çalıştık. Fakat çoğu öğretmenin mezun olduğu okulun adı değiştirildiği için bilgilerini düzeltemedik. Sonunda öğretmenlerin diplomalarını aslı gibidir şeklinde onaylayarak tarayıp Bakanlığın düzeltilmesi için göndermemizi istediği adrese e-posta yoluyla gönderdik. Bugün yarın derken 'HİTAP'tan bir gelişme olmadı. 
 ***
2015-2016 yılında Bakanlık personelin diploma bilgileriyle MEBBİS kayıtlarını karşılaştırmamızı istedi. Personelden diplomalarının hem asıllarını hem de fotokopilerini istedik. Bilgileri doğru olan öğretmen ve personelin diploma fotokopilerinin arkasına "Diploma bilgilerimde bir yanlışlık yoktur" şerhi yazdırarak imzalarını aldık. Bilgilerinde yanlışlık olan varsa ilçe milli eğitim müdürlüklerinde kurulan komisyona gönderdik personeli. Tüm bilgiler düzeltildikten sonra arkası personel tarafından “Bilgilerim doğrudur” şerhli ve imzalı diploma fotokopilerini bir dosya içerisine koyarak personel listesiyle birlikte kontrol edilmek üzere ilçelerde kurulan komisyona teslim ettik. Süresi içerisinde komisyon üniversiteden gelen yetkili ile birlikte diplomalarımızı didik didik inceledi. Sonunda diploma bilgilerimizin test edilmiş ve onaylanmış şekli MEBBİS ortamında yerini aldı. Bir şükür çektik sonunda.

Sıkıldınız biliyorum, yeter artık! Nedir bu senin diploma serüveninizden dediğinizi işitir gibiyim. Ben de tamam bitti diyecektim ki maalesef bitmemiş. Şimdi de KBS sistemine yeni öğrenim bilgileri ekranı işlenmiş. Sistem bunu YÖK’ün yeni kurduğu YÖKSİS sisteminden alması gerekiyormuş. “Ne var bunda görevliler girer” diyebilirsiniz. Okulun müdür yardımcısı KBS’de diploma bilgileri görünmeyen bir liste göndermiş. Kambersiz düğün olur mu 50’den fazla personel isminin bulunduğu listede ben de vardım. E-devlet’e girerek diploma bilgilerimi kontrol ettim, orada da yok. İş başa düştü. Son çare bir dilekçenin ekinde nüfus cüzdan fotokopisi ve diplomamın fotokopisini ekleyerek mezun olduğum okuluma müracaat edeceğim. Onlar da YÖKSİS’e girerek KBS’den ve e-devlet’ten görünecekmiş. Diploma bilgileri görünmeyen öğretmenlerin hepsi mezun olduğu üniversitesinin ismi değişenlerden oluşuyor. Yani sorunun kaynağı, değişen üniversitelerin isimleri. Yetkililer oturdukları yerden isim değişikliği yapıyorlar, sen de o değişen isimlerin hatırına o kapıdan bu kapıya giderek yorul. Diploma bilgilerini girdirmeye çalış. 

Bugün öğrendim. Dilekçe ile mezun olduğumuz üniversiteye müracaat ediyormuşuz. Onlar dilekçeyi alıp mezun olduğumuz önceki üniversiteye gönderip onlar gireceklermiş bu bilgileri. Okul 12 Mayıs’a kadar bilgilerinizi sisteme girdirin desin. Üniversite ise verdiğimiz/vereceğimiz dilekçeleri toplayıp göndermek için evrak istifi yapsın. Anlamadığım, birilerinin yapmakla görevli olduğu mezuniyet bilgilerimin ben niçin peşinden koşayım? Niye birileri, görevini yapmayan YÖK’e sormaz bunu? Niçin YÖK, doğru ve test edilmiş, tek tek kontrol edilerek MEBBİS ortamına girilen öğretmen bilgilerini MEB’in sistemine girerek almaz? Sorulacak soru çok. Ama hepsi cevapsız. Ayrıca öğretmenin işi ne? Zaten ne iş yapıyor ki? Atlayıp eski üniversitesine gitsin, sisteme tıpkı benim Adana MEB’de memura söyleyip düzelttirdiğim gibi girdirsin.

Allah vere de emekli olmadan önce diplomanın bana ait olduğu ve bu üniversiteden mezun olduğum anlaşılır. Anlaşılmazsa bunca yıl çalıştıktan sonra kapının önüne konmakta var. Haydi, kapının önüne konduk, diyelim. Ya devlet, diplomamın gerçekliği ispatlanamadığı için işime son verdikten sonra 25 yıl boyunca aldığımız maaşları geriye almaya kalkarsa… Biliyorsunuz devlet verdiğini geriye alırken yasal faiziyle birlikte ister. İnşallah verdiklerini geriye alırken 5 Nisan veya 2001 ekonomik krizinden kaynaklanan gecelik faiz üzerinden hesaplamaz.

Diploma bilgilerimi YÖK sistemine işletmekle işimiz biter mi? Sanmıyorum. Öyle zannediyorum devlet daha güvenilir olsun diye bu işin başka sağlama yollarını da bulacaktır ve bulmalıdır. Mesela bilgilerimiz YÖKSİS’e girdirildikten sonra ayrı bir pencere açıp mezun olduğumuz yıl sınıfımızda ve dönemimizde hangi kişiler vardı? Umarım bu bilgileri istemez. Aslında istese fena olmaz. En azından birbirimize, “Bu adam gerçekten sizin sınıfta mıydı” diye sorar.

Gördüğünüz gibi öğretmenin mezun olması yetmiyor. Göreve başladıktan sonra da zaman zaman diplomasının sahte olup olmadığını ispatlaması gerekiyor. Umarım emekli oluncaya kadar bu iş hitama erer. Eğer ermezse bu demektir ki, öğretmenin diploma çilesi bitmez. Aha size bir başlık daha: Öğretmenin diploma çilesi… İsterseniz başlığı siz koyun. Hepsi olur.

Sahi, yetkililerimiz oturdukları yerden okul ve üniversitelerin adını değiştirip yeni problemler açtıklarına göre biraz da kendi isimlerini değiştirseler nasıl olur? Bence fena olmaz. Bu şekilde biraz da onlar uğraşmış olur. 10/05/2017


9 Mayıs 2017 Salı

Memurların toplu sözleşme öncesi öneriler

Memurların 2018-2019 yılına ait zam ve özlük haklarıyla ilgili görüşmeler hükümet ve yetkili konfederasyon arasında Ağustos ayında yapılacak. Hükümetin ne vereceğini, yetkili sendikaların ne isteyeceğini bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, toplu görüşmelerde hükümetin dediğinin olduğu.

Toplu görüşme sonucunda yetkili sendika, "Alabileceğimizin en iyisini aldık" derken yetkili olmayan sendikaların, "Memurun enflasyona ezdirildiği, alınan zammın beklentilerin altında olduğu..."şeklinde övgü ve eleştiriler yapacağını bilmek için geleceği bilmeye gerek yok. Çünkü Türkiye'nin şartları belli, hükümetin memura ve işçiye uyguladığı toplu görüşme politikası da belli. Çok büyük sürpriz olmazsa, hükümet politikasını değiştirmezse sonuç, malumun ilanı, ve önceki yılların tekrarı olacaktır.

Bir memur olarak yapılacak görüşmelerde neyin masaya yatırılmasını dile getirmek istiyorum. Yapacağım önerilerden ne kadarı bu görüşmenin konusu onu da açıkça bilmiyorum. Ama cahil cesurdur misali birkaç kelam etmek istiyorum. Memurları temsil edecek sendika, "Şu şu hakları elde ettik" gibi küçük iyileştirmelerle uğraşmaktansa;
1.Memurların 3600 katsayısından emekli maaşı almasını masaya getirmelidir.
2.Memurlardan kesilen yüzde 15 gelir vergisi ile yüzde yirmi-yirmi beş vergi kesintisi için aradaki makas açılmalıdır. Birçok memur daha yılın 6.7.ayında iken yüzde 20'lik vergi dilimine girmektedir. Yılın ikinci dönemindeki alacağı zam vergiye gitmektedir. Devlet bu yöntemle sağ eliyle verdiğini sol eliyle almaktadır.
3.Kamuya memur ve öğretmen alımında veya yönetici seçiminde  sözlü mülakat yerine mutlaka KPSS sınavını şart koşmalıdır. Sözlü mülakatlar sadece bir ilde veya ilçede devleti ilk elden temsil edebilecek kişiler için uygulanmalıdır. KPSS'den yeterli puanı alan kişi, atanmadan önce güvenlik soruşturmasından geçirilmelidir. İstediği yere puanı ile atanan kişinin işini yapıp yapmadığı objektif denetimlerle takip edilmelidir.

Yetkili sendika yukarıda yazdığım önerileri toplu sözleşmede almak için elinden gelen gayreti göstersin. İnan zam falan istemiyorum. 09/05/2017

Darbenin baş aktörü Türkiye'ye iade edilsin mi?

Baştan söyleyeyim, iade edilmesin. Hatta iade için girişimlerde bulunulmasın. Zaten istediğin kadar delil sun, vermeyeceklerse vermezler. Haydi, karşı tarafı ikna edip suçluyu aldık diyelim. Sonrası ne olacak? Bunu da düşünmek lazım.

Şeytana pabucunu ters giydirecek şekilde yetişmiş/yetiştirilmiş elebaşı bize yaptığı her haltı anlatacak mı? Doğru konuşacak mı bir defa? Ya da konuşacak mı? Haydi, o konuşsa da konuşmasa da kesin suç delillerini ortaya koyarak yargıladık diyelim. Örgütü çözebilecek miyiz? Örgütü çökertebilecek miyiz? Örgütün ağa babalarına ulaşabilecek miyiz? Örgütün arkasındaki devletleri ortaya çıkardık. O devletlere gereken yaptırımı yapabilecek miyiz? Örgütün başını yargıladıktan sonra cezasını nasıl vereceğiz? Öldürdükleri, hayatını söndürdükleri insanlar adına ona idam cezasını uygulayacabilecek miyiz? 

Malumunuz; idam cezasını kaldırdık, onun yerine suçlulara müebbet cezası veriliyor. İdam cezasını geri getirsek bile anayasamıza göre cezalar geriye doğru uygulanamıyor. Geriye ne kalıyor o zaman? Suçluyu hapse gönderip orada bakmak. Başına bir şey gelmemesi için etrafında dört dönmek, her türlü tedbiri almak. Neler yapacağımızı tek tek anlatmaya gerek yok. Bu konuda bizim bir tecrübemiz var, biliyorsunuz. Bugün biz 40 bin kişinin katili olarak yargıladığımız kişi için bir adayı ona tahsis ettik. Sağlığına, başına bir şey gelmemesi için her türlü imkanı seferber ediyoruz. Günlük devlete maliyeti 130 bin lira imiş. Öyle zannediyorum, FETÖ lideri getirildiği takdirde farklı bir muamele yapılmayacaktır. O zaman ne yapalım? 

Elimizdeki kötü tecrübeden hareketle FETÖ liderini istemeyelim. ABD yetkilileri ile onu, orada yargılamak için görüşmeler yapalım. 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olayın azmettiricisi, planlayıcısı, elebaşısı olarak hazırlanan iddianame gereğince bizim mahkeme heyetimiz ABD'ye giderek o zatı orada yargılasın. Mahkememizin verdiği cezayı ABD yetkililerine tebliğ edip suçluyu hapse koymalarını isteyelim. Görüşüm size garip gelebilir ama bir delikten ikinci defa girmeyelim. Birini yıllar yılı İmralı'da beslediğimiz gibi onu da getirip burada beslemeyelim. Hatta size bir ilerisini daha söyleyeyim. Ben olsam cezasını veremeyeceğim, içeride beslediğim bu tip suçluları serbest bırakırım. İnanın, içerideki rahatlarını bulamazlar dışarıda. Hem PKK liderinin hem FETÖ liderinin mağdur ettiği insanların sayısı az değil bu ülkede. Dışarıda rahat gezemezler, nefes bile alamazlar, insan içerisine çıkamazlar. Haydi, taraftarlarının himayesinde dışarı çıktılar diyelim, inanın bir kör kurşuna maruz kalırlar. Üstelik kim vurduya gider. Ya da ben yaptım diye gelir kendisi teslim olur.

ABD, elebaşını yalvarsa götürün diye; biz, "Sizin olsun, alın turşusunu kurun" dememiz lazım. Bundan sonra bu tür ihanet şebekelerinin bir daha bu topraklarda neşvünema bulmaması için gözümüzü dört açalım. Biliyorum, yaptığım öneriler size garip gelebilir. Fakat kökten çözüm olacağını düşünüyorum. Denenmesinde fayda vardır. Üstelik devlete masrafı da olmaz.  09/05/2017


Sosyal medya etiği **

Sosyal medya hayatımıza hızlı bir şekilde girdi. Çoğumuz da kendini orada buldu. Kimi izleyici, kimi paylaşımcı durumunda. Kiminin de adresi var ama pasif durumda. Kimi de işin içinde ama iz bırakmadan kaçak güreşiyor.

Sosyal medyaya magazin  dense yeridir. Türkiye veya dünya gündemi aynen oraya yansır. Her türlü paylaşımı orada bulabilirsiniz. Kimin, nerede, ne zaman, ne işle uğraştığı; kimin hobi ve fobilerinin ne olduğu, kimin nelerden zevk aldığı, fikir ve zikrinin ne olduğu hakkında birinci elden kanaat sahibi olabilirsiniz. Kimlerin bir yerlere gelmek için kimlere göz kırptığını görürsünüz. Hiç paylaşımda bulunmayanla ilgili bir  kanaate ihtiyaç olursa neyi ve kimleri beğendiği bile kendisi hakkında bir fikir verebilir.

Türkiye ve dünya gündemini takip etmek için sanal medyaya göz atmak yeterli olmaya yeterli. Ama doğru haber ile yanlış haberin karıştığı bir haber merkezi. Çoğu kimse gördüğü haberin doğruluğunu araştırmadan paylaşma yoluna gidebiliyor, yeter ki kendi fikrini desteklesin. Sevmediği görüşü, ya da kişileri eleştirsin.

Sosyal medya hayatımızın bir parçası oldu iyice. Hiç girmem diyen günde en az bir defa göz atar bu aleme. Kimi de kendini kaptırdı mı sabah akşam orada artık. Herkesin elinden cep telefonunun düşmemesinin nedeni bu olsa gerek. Paylaşımların sayısı günde öyle zannediyorum milyonları geçiyor. Bu alem sayesinde insanlar çok şeffaflaştı. Neyi paylaşacağını şaşırıyor. Çoğu paylaşımları çok yerinde görmekle beraber bazı paylaşımlar için çoğunuz "Bu da paylaşılır mı" demeden edemiyor. Yemek paylaşımı konusunda bir kısım insanımız gerekli itinayı göstermekle beraber hala yediğini, içtiğini paylaşan insanımızın sayısı da az değil. Öyle paylaşımlar görmeye başladık ki garipsediğimiz yemek görüntüleri, yanında çok masum kalır. Geçen gün birisi zekerat halindeki bir büyüğü adına takipçilerinden Kur’an okumalarını ve dua etmelerini istiyordu. “Ne var bunda?” diyebilirsiniz. Doğru. Bunda bir sakınca yok. Pekiyi, bu paylaşımın altında ölmek üzere olan kimsenin fotoğrafı da paylaşılmış desem ne dersiniz? Öyle zannediyorum, tepki gösterirsiniz. Ben de görünce el insaf, bu kadar da olmaz, dedim. Ömrüm kifayet eder de istemeden girdiğim ve aktif bir şekilde kullanmaya başladığım bu alemde daha ne paylaşımlara şahit olacağım, bunu da zaman gösterecek.

Her anını düşünmeden paylaşan insanlar acaba her şeyin depolandığı bir arşiv olarak mı görüyor bu alemi? Bunun başka bir izahı yok gerçekten. Yoksa bu insanlar yalnızlara oynuyor da paylaşımlara yorum ve beğeni geldikçe bir nebze de olsa yalnızlığını mı gideriyor? Merak ediyorum, her anını paylaşanlar ölünce ölüm anlarını kim çekip paylaşacak? Herhalde şu anda çözümsüz kalan problemleri bu olsa gerek.

İnsanın girdiği her alanda mutlaka bir etik değerler olmalıdır. Eskiden, şimdilerde görgü kuralları denilen bu kurallara adabı muaşerat denirdi ve okullarda ders olarak okutulurdu. Nedir görgü kuralları? İnsanların günlük hayatta birbirleriyle olan ilişkilerinde uymaları gereken kurallar demektir. Çoğumuzun kullandığı sosyal medyada da mutlaka bir adabı muaşerat olmalıdır. Neyin paylaşılıp neyin paylaşılamayacağının bilindiği kriterler konmalıdır. Herkes bir şey paylaşmadan önce iki defa düşünmek durumunda kalmalıdır. Yoksa bu gidişle içimizi dışımıza çıkaracak şekilde, hiçbir mahremiyetimiz kalmayacak. 09/05/2017

** 13/05/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.



8 Mayıs 2017 Pazartesi

Bu Dünyada Bir Derdim Olmasın İstiyorsan...

Bu dünyada bir derdim olmasın, herkesle iyi geçineyim ve keyfime bakayım, diyorsan:

1.Asla doğru bildiğini söyleme!
2.Hayatı, insanları, kurulu düzeni akışına bırak, asla eleştirme!
3.Herkese gülücükler dağıt, tebessüm et!
4.Fazla konuşma, mümkünse hiç konuşma!
5.Amirlerinin her yaptıklarında hatta yanlışlarında bile hep bir hikmet ara!
6.Suyun akıntısına git, suyu temizlemeye çalışma, rüzgara doğru işeme!
7.Burnun iyi koku alsın, devamlı etrafı kokla, gelecek nerede ve kimde ise kendine orada rol biç. Asla kendin olma. Birileri ne istiyorsa, nasıl olmanı istiyorsa o şekilde başkası ol. Kraldan fazla kralcı ol. Bir tehlike anında da gemiyi ilk terk eden ol ve diğer gemiye bin!
8.Her doğruyu her yerde söyleme, hep maslahatı gözet.
9.Devlet malını yetim malı olarak görme, deniz olarak gör.
10.Yoluna devam ederken geriye dönüp bakma, hep ileriye bak. Düne tenezzül etme, düşene hiç acıma. Merhametli olduğunu göstermek istiyorsan -ki prim yapar- dilden üzüldüm, de. Hatta vurabilirsen vur tekmeyi, gitsin.
11.Yaptığın işin reklamını öyle iyi yap ki balık bilsin, yer ve itibar edinmen daha kolay olsun. Ehliyet isteyeni gerekirse sürücü kurslarına gönder.
12.Büyüklerinle hep iyi geçin, kaşın üstünde gözün vardır, deme.
13.Hiçbir şeyi dert edinme, karnın daima geniş olsun. Düğün evinde oyna, cenaze evinde ağla.
14.Hiç düşünme, deneni ve verileni yap. Özgüven sahibi, onurlu özgür bir birey olmaktansa kolektif aklın güdülen ya da gütme görevi verilen bir bireyi ol.
15.Hiç için olma, hep dışın ol. Yani olmanı istedikleri gibi ol. "Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün" sözüne hiç itibar etme. 08.05.2015

7 Mayıs 2017 Pazar

Estetik furyasına kapılmayalım!

Yan taraftaki resmi sanırım haberlerde çok miktarda görmüş olmalısınız. Resmin sol tarafındaki görüntü kızımızın orijinal hali. Sağ taraftaki ise estetik sonucu geldiği durum.  Güzelleşme uğruna içine düştüğümüz ahvali resim ayan beyan göstermekte. Çok bir şey söylemeye gerek yok.

Haber 7'nin verdiği bilgiye göre "Türkiye'de yılda 50 bin kişi estetik operasyonu yaptırıyormuş. Hollanda, Almanya, Fransa ve Belçika'da yaşayan kadınların gözdesiymiş ülkemiz.  Dünyada estetik yaptırmada 9.sıradaymışız. Bu ameliyatlarda zaman zaman estetik kazaları da olmuyor değilmiş." Bu verilen bilgi öyle zannediyorum, kayıtlara geçen resmi bir bilgidir. Gayri resmi yapılan estetik operasyonları bu istatistiki bilgilere dahil olmasa gerek. Burada Türk insanının hakkını da teslim etmek lazım. Birçok alanda sonlardan birinci olurken insanımızın estetik yaptırmak suretiyle dünya sıralamasının ilk dokuzunda yer almamızdaki katkısı yadsınamaz.

Estetik en fazla yüz, burun, kalça, göğüs vb. yerler için yapılmaktadır. İnsan niçin estetik yaptırır? Herhalde güzel olmak ve güzel görünmek içindir. Değer mi güzelleşme uğruna insanımızın bıçak altına yatmasına? Bu, "Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü" prensibine aykırı bir durumdur. Kişinin kendisini beğenmemesidir, fıtratı zorlamasıdır, doğallığı yok etmesidir. Ustasını beğenmemektir. Kendisini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır. Maskeyle dolaşmasıdır. Canını ve sağlığını tehlikeye atmaktır. 

Din, kişinin toplum içerisine çıkmasını engelleyen, acı çektiren, psikolojisini bozan ve sağlık vb nedenlerle estetiğin yapılmasına izin verir. Güzellik uğruna yapılan estetiklere cevaz vermez. Hoş, estetik yaptıranlardan çoğunun dini kaygı taşıdığını da düşünmüyorum. Şayet böyle bir endişe olsaydı, ülkemizde estetik ameliyatlarının oranı bu kadar fazla olmazdı. İnsanımızın çöplüklerden ekmek topladığı, dünyanın açlıkla boğuştuğu bir dönemde başkasına caka satmak için bir kısmımızın güzelleşme uğruna canını tehlikeye atacak şekilde bıçak altına yatmasının hiç makul bir izahı olamaz. 2009 yılında  oğlumu burun ameliyatı yaptırmak için bir KBB uzmanına götürdüm. Çünkü nefes almada zorlanıyordu. Doktor, ameliyat yapmadan önce estetik de önerdi bize. Doktora, düşünelim diyerek çıktık. Oğluma "Ne dersin evlat! Doktoru dinledin. İstiyorsan olabilirsin" dedim. Daha 18'ine yeni girmiş oğlum: "Olmaya olalım ama din cevaz verir mi buna" dedi bana. "İyi düşündün evlat, din buna izin vermez" dedim. Estetik faslını bu şekilde kapatmış olduk. Bu duyarlılığından dolayı hani gıpta etmedim değil oğlumla.

Giderek artan güzel olma furyası daha başımıza neler açacak? Bunu da zaman gösterecek. Güzelleşme o kadar aklımızı almış olmalı ki, insanımızın gözünü kör, kulağını sağır, basiret ve ferasetini de kapatmış. Sadece açık olan cebi. Güzelleşme budalalığı yüzünden kendisinden servet istense öyle zannediyorum kesenin ağzını açacak. Biz, huyunu, suyunu beğenmediğimiz kişilere "Kendini beğenmiş" deriz. Bu tipler kendini de beğenmiyor olmalılar ki bıçak altına yatıyor. Bu tiplerin aklı bir karış havada. Akıl olmayınca işinin ehli mi değil mi demeden hemen elini cebine atıyor ve ameliyat masasına yatıyor. Kimi berberi buluyor, kimi de kasabı. Yeter ki güzelleşsin. Yukarıdaki resimde göründüğü gibi arayan buluyor. Kimi güzelleşiyor, kimi de organını kaybetmekle karşı karşıya kalıyor. Böylece haberlere konu olup Türkiye gündemine oturabiliyor. 

İnsanımız hiç olmadığı kadar süslenmeye, estetiğe, makyaja, dövme yaptırmaya para harcıyor. Parasını temel ihtiyaçlardan ziyade gereksiz harcıyor. Kimimiz aç yatarken kimimiz de parasıyla keyfini ve sefasını sürmeye çalışıyor. 

Adana'da meydana gelen bu dudak operasyonu bu yolda efor sarf eden özellikle bayanlar için ibretlik bir vakadır, kulaklarına küpe olur. İnşallah kimse böyle bir yola başvurmaz ve yeltenmez, ava giderken avlanmaz, yağmurdan kaçarken doluya tutulmaz, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaz, olanla yetinir, tabiatı zorlamaz. 07/05/2017