11 Nisan 2017 Salı

7/K sınıfından biri yiyip diğerleri bakmadı

"Biri yer, biri bakar. Kıyamet işte ondan kopar" diye bir atasözümüz var. Yeri geldiğinde kullanırım bu güzel sözümüzü. Gerçi sadece bu değil, tüm atasözlerimiz tam yerli yerince söylenmiş veciz sözlerimizdendir. Bugünlerde bu sözü daha sık kullanmaya başladım. Nedeni ise öğrencilerin kantinden aldıklarını sınıf ortamında yemeye çalışmaları.

Sınıf ortamında yeme ve içme işini yaygın bir şekilde Adana'da çalıştığım lisede görmüştüm. Bir gün sınıf ortamında ağzına topitopu alıp soran bir öğrenci gördüm. "Kızım! Amacın kıyameti koparmak mı" dedim. Yüzüme baktı: "Ne alaka" dedi. Açıklama yapmadım. Sınıfa dönüp ne demek istediğimi anladınız mı dercesine. Sınıf sessiz sessiz düşünürken nihayet bir öğrenci: "Ölmez ve eskimez atasözümüzü söyledi. Sonunda zor da olsa anlaşabildik.
***
Zaman mı değişti, yeme kültürü mü  bilmem. Eskiden yiyip içecek olanlar uygun tenha bir yer bulur, ihtiyacını orada giderirdi bir başkasının hakkı kalmasın diye. Belki de kantin kültüründen kaynaklanıyordur. Çocuklar kahvaltı yapmadan geliyorlar, uygun yer ve zaman yok. Mecburen aldıklarını sınıf ortamına getireceklerdir diye düşünebilirsiniz. Açlığı giderecek simit, poğaça, dürüm, tost vb fast-food türü yiyeceklerden geçtim. Bunlar artık olağan gelmeye başladı bana…Çoğu öğrenci sınıf ortamına dondurma ile veya topitop adı verilen şekerleme ile geliyor. Garibime giden de bu zaten. Hem uzun süre ellerinde tutmaları derse başlamayı ve dersin akışını da engelliyor. Önceleri: "Çocuklar bu yedikleriniz artık karın doyurma değil, zevkine yenen şeylere girer. Bakın arkadaşlarınızın çoğu böyle bir şey yemiyor. İçinizde alanı vardır, alamayanı. Böylesi zevkimize hitap eden yiyecekleri sınıf ortamında yememenizde fayda vardır. Yok, eğer illaki yiyecekseniz lütfen kantin bölgesinde yemenizde fayda vardır. Arkadaşlarınızın hakkı kalır. Göz hakkı denen bir şey var. Atalarımız: Biri yer, biri bakar, kıyamet işte ondan kopar" diye boşu boşuna söylememişler" şeklinde nasihat ettimse de pek fayda etmedi. Sonunda: "Bundan sonra geldiğimde kimin elinde dondurma görürsem ertesi hafta tüm sınıfa dondurma ikram edecek" dedim. Ertesi hafta 7/K sınıfına vardığımda yine 5-6 öğrencinin elinde dondurma görünce “haftaya arkadaşlarınıza dondurma ikram etmek ister misiniz” dedim. “Tamam hocam, haftaya alırız” dediler.

Bu hafta sınıfa geldiğimde sınıfta 5-6 öğrenci eksikti. Neredeler dediğimde “Dondurma almaya kantine gittiler” cevabı aldım. Geçen hafta sınıf ortamında dondurma yiyen öğrenciler kendi aralarında organize olmuşlar, sınıf sayısınca dondurma getirdiler. Sağ olsunlar beni de dahil etmişler. Dersin başında tüm sınıf dondurmamızı yedik. Konumuz da infak idi. Artık ikram etme de bir nevi infaktır diyerek sözümüze başladık, ikram eden öğrencilerimize de teşekkür edip keselerine bereket dedik. İlkini gerçekleştirdiğimiz bu ikram olayı öyle zannediyorum diğer öğrencilere ve sınıflara da örnek olacaktır. İnşallah öğrencilerimizin bu konuda bundan sonra daha duyarlı olacağını ümit ediyorum.

Bu konuyu yazmama sebep olan 7/K sınıfımızdan biraz bahsetmesem olmaz. Öğretmenler arasında okulun en yaramaz ve gürültülü sınıfı olarak bilinir. İfrat ve tefrit sınıfı da denebilir. Normal şartlarda sınıfları ve öğrencileri kıyaslamayı sevmem ama 7/K sınıfı eksilerinin yanında artıları çok fazla olan bir sınıf. Hem yaramazı çok hem efendi ve hanımefendisi. Hedefi olan öğrencileri de çok, hedefi olmayanı da. Derse katılımı da iyi. Leb demeden leblebiyi anlayanların sayısı fazla. Konuları derinlemesine incelerken analitik düşünebiliyor. Farklı ve güzel soru sorabiliyor, mantıklı cevaplar da verebiliyorlar. Fırsat verirlerse anlattığım dersten de zevk alıyorum. Sınavımdan da en yüksek puanı bu sınıftan bir öğrenci almıştı. Gördüğünüz gibi ikramda da öncü bir sınıf oldu. Diğer bazı sınıfları dondurma konusunda uyardıktan sonra yine elinde yiyeni gördüğümde haftaya arkadaşlarına da alır mısın dediğimde sessiz kalırlarken bu sınıf maşallah hemen pamuk ellerini ceplerine attı.  Bu arada elime çay döküp parmağımda ikinci derece yanık oluşmasına sebep olan öğrenci de bu sınıftan bir öğrencimizdi. 

Her ne kadar yaramaz olsalar da yaramazlıkları kendilerine. Hepsi dışta. İçleri tertemiz, pırlanta gibi çocuklar. Allah yollarını açık etsin, sayılarını artırsın. Sınıflarında ders çalışmayan ve yüksek puan almayan öğrencilere de Rabbim feraset versin. Hepsini bir hedef sahibi yapsın. Allah cömertliklerini daim eylesin. Rabbim! Bol bol versin, hepsini infak sahibi yapsın. Tebrikler 7/K sınıfı! 

Diğer sınıflar kendilerine dua etmemi isterlerse pamuk ellerini ceplerine atmaları gerekiyor. Tabii beni de unutmadan...11/04/2017


10 Nisan 2017 Pazartesi

Evet mi kötü, yoksa hayır mı?

Bugünlerde ağzımızdan çıkan her evet veya hayır birilerince tu kaka yapılıyor. Neredeyse evet/hayır linç edilecek. Hiç olmadığı kadar insanlar evete ve hayıra bu kadar düşman oldular. Kimi ağzını gere gere evet/hayır derken kimi bu iki kelimeyi kullanmaktan kaçınıyor. Çünkü ağzından çıktığı anda dışlanma ve ötekileştirilme durumu söz konusu.

Halbuki hem evet, hem hayır gündelik hayatta kendimize sorulan sorulara kısa yoldan verdiğimiz bir cevaptır. Ne evetsiz yapabiliriz, ne de hayırsız. Çünkü her şey zıddıyla kaimdir. Hayatımızda evete de yer var, hayıra da. Hayatın bir parçası yani. 80'li yıllarda Erkan Yolaç'ın sunduğu bir yarışma program vardı. Yarışmaya katılan, kendisine sorulan sorulara evet/hayır demeden cevap veriyordu aklımda kaldığı kadarıyla. Kendisine güvenen çıkardı ekrana. Erkan Yolaç, yarışmacının ağzından evet/hayır çıkartabilmek için didinir dururdu. Çoğunda da başarılı olurdu. Çünkü yarışmacıların çoğunun ağzından gayri ihtiyari de olsa evet veya hayır çıkardı. Ekranda ve stüdyoda bu programı izleyenler zevkli ve eğlenceli vakitler geçirirdi bu sayede.

Referandum dolayısıyla evetçiler ağızlarına hayırı, hayırcılar da eveti alamaz oldular. Hayatımızı kolaylaştıran , birbirimizle iletişim ve anlaşmayı sağlayan bu iki kısa kelimeyle ne alıp veremediğimiz var? Evet ve hayırsız hayatın bir anlamı olur mu? Ne evetten ne de hayırdan vazgeçebiliriz. Evet hayrın, hayır da evetin panzehiridir.

Evet ve hayırın kendisinde bir sorun yok. Sorun her iki kelimeye bu günlerde yüklediğimiz anlamda. Bırakın insanlar sandıkta ister evet desin, ister hayır. Sandıkta çıkacak olan evet ve hayrın bir sonucu vardır. Biz yine gündelik hayatta bu iki kelimeyi kullanmaya devam edelim. Kimse da farklı anlamlar çıkarmasın. Bizde sap ile samanı karıştırma geleneği çok yaygındır. Sandıktaki evet ve hayırla gündelik hayattaki evet ve hayrı  karıştırmamak lazım. Eğer karışıyor deniyorsa sandıktaki evet ve hayır kelimelerini isterseniz başka bir dil ile ifade edelim. Mesela: Evet yerine yes, hayır yerine no gibi. İngilizce olmasın deniyorsa evet yerine neam, hayır yerine ‘la’ diyelim. Halkımız başka dilden anlamaz deniyorsa gerekirse tercih olarak sandığa  evet için belirlenen beyaz atılabilir, hayır için kırmızı renk. Gerçi o zaman da beyaz ve kırmızıya düşman kesiliriz. Renklere düşmanlık konusunda da garanti veririm.  Pazar günü sandığa gittiğimizde tercih mühründe eğer ‘tercih’ değil de evet yazarsa bak sen o zaman curcunaya. “Vay efendim, niçin evet yazılıyor, bu evetler seçmeni etkilemeye yönelik” serzenişleri de ortaya çıkarsa hiç şaşırmam.

Üzülüyorum ağlanacak halimize. Üzüldüğüm bir başka konu daha var. Adı referandum da olsa siyaset, seçim ve sandıklar aylarımızı ve yıllarımızı almaktadır. İktidarı, muhalefeti, genci, yaşlısı, yetkili ve yetkisizi işi-gücü bırakıp siyasetle yatıp siyasetle kalkıyoruz. Zamanımız boşa gidiyor. Esas görevlerimizi ihmal ediyoruz. Hiçbir ülkede inanın bizim kadar politika insanların ömrünü almaz. Yazımı daha önce ifade ettiğim bir cümle ile bitirmek istiyorum:

Her gün siyaset yapmak, siyaset konuşmak aslında gelişmişlik düzeyimizi ve çapımızı da göstermektedir. Nietzsche: ‘‘Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’’ demektedir. Bu sözden sonra fazla söze ne hacet! Durumumuz ortada maalesef.” 10/04/2017



Bahar ve öğrenciler*

Mevsimler, Allah'ın insanlığa bahşettiği nimetlerdendir. Her mevsimin kendine göre güzellikleri vardır. Malumunuz bu sene kış çetin geçti, büyüklerimizin anlattığı eski kışlardan birini yaşadık. Kışın sembolü olan beyaz örtü aylarca cadde, sokak ve çatılarımızı  süsledi. Milletçe baharın gelmesini bekledik. İnsanoğlu olarak aciz ve aceleci bir varlığız. Yazın sıcaktan bunalır, kışı isteriz; kışın donunca da baharı iple çekeriz.

Bahar her birimizin arzu ettiği mevsim. Nihayet baharı da gördük. Halen baharı yaşıyoruz. Baharı gördük görmesine ama bu mevsim de kendisinde riskler barındırıyor. Keremine şükür! Mutlaka bir bildiği vardır. Birkaç gündür kendisini iyiden iyiye hissettiren soğuklar inşallah çiçek açan meyve ağaçlarını üşütüp nasibimizi götürmez. Meyve ağaçlarının üşüme riski yanında Güneş’i görünce sıkı giyinmeyi bırakan bizler de üşümekten nasibimizi alıp hastalanabiliyoruz.

Baharla birlikte ÖSYM ve MEB’in sınav maratonu da başlar. Malumunuz geceler kısalmaya başladı. Çoğumuzda bir uyku problemi baş gösterdi. Çünkü uzun kış geceleri geride kalmaya başladı. YGS sınavına girip barajı aşanları -üniversiteye girebilmek için- şimdi de haziran ayında girecekleri LYS’ler bekliyor. Liseye gidecek ortaokul öğrencilerinin gireceği TEOG sınavı ise 26-27 Nisan’da yapılacak. Yaklaşan bu sınavlara öğrencilerin daha çok çalışması, sınava odaklanması beklenir. Ama nedense sınav yaklaştıkça öğrencilerde bir rehavet havası, bir boş verme baş göstermektedir. Anne-baba ve öğretmenler “haydi son bir gayret” diye çabalarken sınava girecek öğrenciler ise su koyuveriyor. Öğrenciler sınavın önemli olduğunu, bu yüzden bilinçli çalışmaları gerektiğini bilmelerine rağmen ders çalışma, derse odaklanma sorunu yaşamaktadırlar. Çocuğunun boş vermişliğini gören veli: “Çalışmayı bırakıverdi” serzenişlerinde bulunmaya başlıyor. Aslında bu da baharın getirdiği bir rehavet olsa gerek.

Çiçek açan meyveler üşürse demek ki nasibimiz yokmuş, bu sene de az yiyelim, deriz. Hastalanırsak vücudumuzun sadakasıdır. Ortalık hastalığı der, atlatırız. Sınava girecek öğrencilerin ise telafisi yok. Özellikle eleme usulüne dayalı, sınav odaklı eğitim sistemimizde boş vermenin maliyeti ağır olur maalesef. Sınav sistemini eleştirsek de, yanlış olduğunu bilsek de bir yere tutunabilmek için yanlışı yanlışla telafi etmek zorundayız. Bu yüzden baharın rehavetine kapılarak ders çalışmayı es geçen öğrenciler kendilerine yazık ederler. TEOG’a girecek 8.sınıf öğrencileri geriye kalan son iki haftayı iyi değerlendirmeleri gerekir. Hiçbir anne-baba ve öğretmen, çocuklarından/öğrencilerinden kapasitelerinin üzerinde bir efor istemiyor. Herkesin istediği öğrencilerin kapasitelerini tam kullanmalarıdır. Kendisindeki cevherin farkına varamadan eldeki imkanları çok iyi değerlendirmeyen öğrenciler mutlaka bu boşa geçirdikleri günlerin pişmanlığını duyacaklardır. Dört yıl boyunca hedefi olmayan öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir okulda okumak pişmanlıklarını daha da artıracak, keşke biraz daha bakıp iki net daha fazla yapsaydım diye hayıflanıp duracaklardır. İşte o zaman son pişmanlık fayda vermeyecektir.

Eğitim ve öğretim özellikle sınavlarımız boşluk kabul etmez. Şakayı hiç götürmez. Bu yüzden öğrenciler kötü bir sonla karşılaşmamak için hedefleri doğrultusunda kendilerine bir plan ve program yapmalıdır. Çok çalışsınlar demiyorum. Bilinçli çalışsınlar. Bir sorunun, bir konunun mantığını kavramaya yönelsinler. Ellerinden gelen gayreti göstersinler. Çalışmak onlardan başarı ise Allah’tandır. 10/04/2017

* 12/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Nisan 2017 Cumartesi

Suçlu avına çıkmak

İslam’da korunması gereken beş temel esas vardır. Bunlar: dinin, aklın, malın, canın ve neslin korunmasıdır. İnsanlığın temel hak ve hürriyetleri de denebilir. İnsanların sağlıklı ve güven içerisinde yaşayabilmesi için insanlığın olmazsa olmazıdır.

Bu beş temel esası korumak için İslam bu suçu işleyenlere ağır müeyyideler koymuştur, caydırıcı olsun diye. Bazıları bu cezaları duyunca hemen İslam dininin ceza anlayışını eleştiri konusu yapmaktadır. Cezalardan amaç caydırıcı olmasıdır. Geride kalanlara ibret olsun demektir. İslam’ın ceza anlayışındaki hikmeti anlayabilmek için devletlerin ceza yasasında gerekli düzenlemeleri yapmasına rağmen suçların bir türlü önüne geçemediği, insanların suç makinesi gibi olduğu göz önüne getirilirse İslam’ın ceza vermedeki mantığı daha iyi kavranılmış olur. Nesli fesada uğratan, aile yapısını bozan ve neslin sağlıklı bir şekilde gelmesinin önüne geçen zinayı da neslin korunması için  İslam dini yasaklar. Hatta bırakın zina etmeyi, “Zinaya yaklaşmayın” diyerek işin ciddiyetine işaret etmektedir. Zina edenlere yüz sopa vurma ayeti gelmeden önce Tevrat’ın hükmüne göre peygamberin recim cezasını uyguladığına dair hadis kaynaklarımızda rivayetler vardır. Aşağıda peygamberin uyguladığı iki recim cezası uygulaması okuyacaksınız.

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22)
*
Mâiz'in recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd kabilesinin Gâmid kolundan bir kadın geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber "Yazıklar olsun sana. Çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Kadın dedi: "Beni, Mâiz'i çevirdiğin gibi geri çevirmek istiyorsun" Hz. Peygamber, "Sana ne oldu?" diye sordu. Kadın kendisinin zinadan gebe olduğunu söyledi. Bunun üzerine "Sen mi?" buyurdu. Kadın "Evet" dedi. Hz. Peygamber "Doğuruncaya kadar git" buyurdu. Kadının bu arada geçimini Ensar'dan bir adam üstlendi. Daha sonra Hz. Peygamber'e gelerek; "Gâmidli kadın doğurdu" dedi. Çocuğun bakımını da Ensar'dan birisi üzerine aldı ve kadın recmedildi" (Müslim, Hudûd, 22, 23, 24; Ibn Mâc'e, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta', Hudûd, II). Başka bir rivâyette, çocuk sütten kesilinceye kadar emzirmesine izin verildiği, nakledilir. (Enfal.de)

Hadisleri dikkatlice okursak beş temel ilkeden biri olan neslin korunmasıyla ilgili cezayı uygulamamak için peygamberimizin -tabir yerinde ise- ipe un sermeye çalıştığını görüyoruz.

Günümüze gelirsek hem devletin hem de çoğu kimsenin suçlu bulmak, suçlu aramak, suçluya cezasını vermek için kılı kırk yardığını görüyoruz. Üstelik çok da iştahlılar. Suçlu yakalandıkça sevinçten dört köşe oluyorlar. Oturduğu yerden suçlu tarifi yapıyor, hatta eliyle gösteriyor; alın götürün, cezasını verin dercesine. Suçlu avına çıkılıyor. Hem hakim, hem savcı rolüne bürünerek. Üstelik peygamberin, uyguladığı recim cezalarından sonra “Onlar için dua edin” dediğini unutarak ya da görmezden gelerek hiç de üzüntü duymuyorlar. Yazık gerçekten, çok yazık! Umarım el ile gösterilen suçlular gerçek suçlulardır...08/04/2017

Mevzuata uygun ölmek ister misin?

“Belli bir konuda yürürlükte bulunan yasal düzenlemeler…bir ülkede yürürlükte bulunan yasa, tüzük, yönetmelik, kararname vb.nin tümü” demektir mevzuat. Bir ülke yönetiminin olmazsa olmazıdır. Bu yüzden mevzuat olmalıdır. Yoksa kaos ve kargaşa eksik olmaz yönetimlerde. Fakat mevzuat hep halkın ve olayların önünden giden olmalıdır. Arkada kalırsa çözüm yerine ayak bağı olur. Hiçbir anlamı kalmaz. Hatta sıkıntı verir. Hele bir de hiç inisiyatif alamayan gölgesinden korkan bir bürokratın elinde olursa böyle bir mevzuat. Ölürsün de ağlayanın olmaz. Çünkü hiçbir yarana merhem olmaz.

Mevzuatın ne olduğunu anlatmaya çalışacağım ama ne kadar da anlatsam aşağıdaki fıkra gibi anlatamam. Birlikte okuyalım. (Fıkrayı sanal alemde paylaşan Mehmet CÖMERT’e teşekkür ederim.)

“Bir bürokrat görevi gereği, emrinde çalışanları yerinde görmek, denetlemek için Şehir'den Kasaba'ya doğru gidiyormuş. Yolda bir köyde, sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş, nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş.
"İmdat" diye bağırmış.
"Boğuluyorum. Kurtarın beni!"
O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.
Bürokrat, "Bataklığa düştüm. Kurtar beni!"
Köylü, "Geçmiş olsun" demiş
Ama kurtarmak için hiç gayret göstermiyor.
Hani neredeyse dönüp gidecek.
Bürokrat paniklemiş ister istemez,
"Lütfen" diye yalvarmış.
"Bir dal uzat. Kurtar beni!"
Köylü, "Olmaz" demiş.
"Sen şu anda Hazine toprakları üzerindesin.
Hazine malından bir şey almak suçtur!"
"Sen, dalga mı geçiyorsun" diye bağırmış
Ağzına dolan çamurlarla bürokrat
"Ölüyorum. Kurtar beni!"
Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş.
"Ben Hazine'den mal alıp suçlu duruma düşemem.
Fakat, seni böyle bırakacak değilim.
Gidip muhtara haber vereceğim.
O kaymakama, kaymakam da valiyi arar mutlaka.
Malmüdürüne talimat verilir.
Şayet, Hazine arazisi değilse,
İtfaiyeye talimat verir ve seni kurtarırlar..."
"Yahu" demiş bürokrat,
"Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm."
Köylü gülmüş.
"Ben ölmezsin demiyorum ki" demiş.
"Ölsen de, mevzuata uygun ölürsün!"...”


Allah kimseyi bu fıkrada olduğu gibi mevzuata uygun ölmeyi nasip etmesin, herkese hayırlı ömürler versin. 08/04/2017

Cuma Mesajları

Haftada bir telefonumdan uyarı gelir: Telefonunuzda güncellenmeyi bekleyen programlar var. Hafızanız dolu olduğu için güncelleme yapılamıyor diye. Kullandığım ve işimi gören programların nesini güncelliyorlar. Bunu da anlamış değilim ama neyse. Derdim şimdi bu değil.

Derdim telefonumun hafızasının dolması. İçinizden bu da sorun mu? Alırsın bir hafıza-bellek, olur biter diyebilirsiniz. Onu da alıp taktım. Üstelik 32 gb. Fakat telefonun özelliğinden midir bilmem. Telefonuma gelen her türlü bilgi, doküman ve belge dahili bellekte depolanıyor. Bilgisayar mı bu, bu kadar belge ile işin ne diyebilirsiniz? Belge dediysem fotoğraf. Yani belirli günler için özellikle cuma günler adına gönderilen, "hayırlı cumalar" mesajları.

Bir hafta on gün geçti mi, gelen fotoğraf görünümlü mesajlar telefonun belleğini dolduruyor. Sık sık gelen hafızanız dolu uyarısından sonra işi-gücü bırakıp gelen cuma mesajlarını silmeye oturuyorum. Üstelik bu defa telefonumdaki tüm fotoğrafları da silerek hafızayı sıfırladım. Artık bundan sonra dostlar rahat bir şekilde cuma mesajları gönderebilirler.

Sağ olsun, eş-dost bıkıp usanmadan haftada bir cuma ile ilgili hayır dileklerini gönderirler bana. Dertleri benim cumamı mı kutlamak, yoksa belleğimi mi doldurmak...bunu da anlamış değilim. Tek mesaj gönderse yine gam yemeyeceğim. İyi dilek ve temennileri hem whatsapp, hem mesaj yoluyla geliyor. Anladığım kadarıyla kime ne gönderdiğini bilmiyor. Telefonundaki kayıtlı herkese aynı anda gönderiyor. Bazıları ile aynı zamanda whatsapp grubumuz var. Aynı mesajı hem whatsapp grubundan hem de özelden gönderiyor. Telefonun aynı anda iki defa gönderme özelliği yoksa öyle zannediyorum, filtrelemeden, kime gönderdiğine bakmadan bulduğu hayırlı cumalar şablonunu gönderiyor. Üstelik perşembe akşamından başlıyor bu tip mesajlar gelmeye. Bu adam gece yatacak mı falan demeden gece boyunca gelmeye devam ediyor. Telefonu kapatamıyorum da…olur ya ölüm-kalım, önemli bir durum olur, eş-dost ulaşabilsin diye. Tam yatıyorsun hemen bir mesaj. Hayırlar getire! İnşallah ölüm-kalım olmaz deyip kalkıyorsun: Gelen cuma mesajı. Beni hiç yanıltmadı bu zamana kadar. Bir gün gelen cuma mesajıdır diye kalkıp bakmayacağım. O zaman da önemli bir haberleşmeyi atlamış olacağım.

Dert edindiğine bak. Adam senin iyiliğini istiyor. Ha gelsin diyebilirsiniz. Haberleşmeyi, hayırlaşmayı, hal-hatır sormayı, anmayı ve anılmayı severim. Ama gelen mesajların çoğu sanal alemden kes-kopyala-yapıştır marifetiyle elde edilenler. Kişilerin doğru-yanlış kendi ürettikleri bir şey olsa, onu gönderse inanın daha çok sevineceğim. İnternete bakınca güzel cuma mesajları diye sayfalar bile var. Yani bana gelen mesajların ekseriyetini sanal alemden kendim bulabiliyorum. Üstelik bu tür mesajlar telefonumun hafızasını da doldurmuyor. Yine bu konuda da hazırcıyız. Kendimiz bir şey üretmiyoruz. Başkasının hazırladığını gönderiyoruz… bunu da anlamadım gitti. Kimse kusura bakmasın, bana bu şekil gelen mesajlar kuru ve bayat geliyor. Eskiden eşe-dosta mektup göndermek için çizgisiz kağıt ve zarf alır, içini içimizden geldiği gibi tükenmez veya dolma kalemle doldurur, göndermek için postaneye götürürdük. Bayramlar geldi mi postanenin önünde satışa sunulan kartpostal veya bayram tebriklerinden göndereceğimiz kişi sayısınca alıp arkasını el emeği göz nuru ile doldurur, postalardık. Kendimize de bu şekil geldiğinde dünyalar bizim olurdu. Şimdiki anma, hatırlama, hayırlar dileme sanaldan olduğu için midir bana duygulu anlar yaşatmıyor, soğuk geliyor. Çünkü gelen mesajlarda ne adım var, ne de soyadım. Hal-hatır sorma yok. Başkasının ürününü bana gönderme var. Üstelik bir defa basılan ‘gönder’ tuşuyla. Bazıları bu işi rutine bindirdi. Hiç şaşmıyor. Eskiden mesajların bir maliyeti vardı, şimdi o da yok. İşi de yok sanırım. Oturup kalkıyor mesaj gönderiyor. Hele bazılarının başkasından gelen mesajı yönlendirmesi yok mu? İnsan altındaki başkasına ait ismi siler bari gönderirken.

Bu şekil hayır dileklerini mesaj gönderenler twitter veya facebooktan bir sayfa oluştursa veya whatsapp marifetiyle durum denilen yerden paylaşsa aslında daha iyi olur. Hem bu vesileyle daha fazla kişiye ulaşma, daha fazla kişinin görme ve faydalanma imkanı olur. Bana gönderdiğine göre acaba benim cuma ile ilgili bir sorunum var da beni yola mı getirmeye çalışıyor diye düşünmeden edemiyorum bazen. İnanın cumaya gidiyorum, hiç kaçırmıyorum. Cumasız falan değilim. Üstelik cumayla ilgili sorunum da yok. Seksenlerden sonra “Bu ülkede Cuma kılınır mı kılınmaz mı” tartışmalarının olduğu dönemde “Bu ülkede cuma namazı kılınmaz” zehabına kapılarak birkaç hafta cumaya gitmediğim onun yerine öğle namazını kıldığım olmuştur. Bu yanlıştan çabuk döndüm. Seferi olduğum zamanlar da bile cumaları kaçırmamaya çalışıyorum. Eğer dostların böyle bir düşüncesi varsa vazgeçsinler bundan. İsterlerse cuma namazını kılarken bir selfi çekip sanal alemden paylaşayım. Şimdi saçmaladın diyebilirsiniz. Kusura bakmayın, saçmaladığım falan yok. Sadece bu konuda ne yapacağımı bilemiyorum.

Sonuç olarak, eş-dost bana cuma veya bir başka gün adına mesaj göndereceklerse kendi el emekleri, göz nurları olsun. Başımın üstünde yerleri vardır. Gece gündüz gönderdiklerini okumaya hazırım, hem de bıkmadan usanmadan. Umarım derdimi anlatabilmişimdir. Anlatabildiysem ne mutlu bana! Yok, anlatamadıysam zaten anlaşılmamak benim kaderim. Çekerim yine çekmesine. Kaderim der devam ederim yoluma. 08/04/2017

Trafikte saç-baş yolduran tipler

08/04/2017 günü yayımlanan "Tabakhane yolcuları" başlıklı yazımdan sonra trafiğimizi felç eden bir başka kesim daha var. Onlardan da bahsetmesek olmaz. Bunlar da trafikte saç-baş yolduran kesimdir. Bu güruhu da bilirsiniz aslında. Çünkü pek yabancınız değildir. Her cadde ve sokakta karşılaşırsınız böyleleriyle. Yeter ki siz trafiğe çıkın.

Bir cadde veya sokakta trafiğin belirlediği hız sınırıyla yol alıyorsunuz. Trafik fazla yoğun değil. Frene basmak ve yavaşlamak durumunda kalıyorsunuz. Çünkü önünüzde bir faciayla karşı karşıyasınız. Adam hız sınırının altında aracını stop ettirmeden götürmeye çalışıyor. Bu da ayrı bir maharet.  Ne sağından geçebilirsin, ne de solundan. Çünkü şeridin tam ortasında yol alıyor. Eğer buna yol alma denirse. Yol versin diye selektör yaparsın, olmadı korna çalarsın. O hiç istifini bozmadan gitmeye devam eder. Ne sağa yanaşır, ne de sola. Yolların hakimi. Kime yol verirse huzursuz olur. Çünkü geçilmeye tahammül edemez. İşi yok gayri, belli. Akşama kadar şu cadde, şu sokak senin gidecek gidebildiği kadar. Çünkü avare adam. Gezmeye çıkmış. Bizde araç sadece iş icabı kullanılmaz. Gezme ve avare avare dolaşmak için de araçlar elimizde bir oyuncaktır. Hız sınırına göre hareket etse sağı-solu seyredemeden gidecek. O zaman da gezdiğine değmeyecek. Önündeki bu bencilden kurtulmanın tek çaresi var. Yaklaşmakta olduğunuz ışıktan belki adam senin gittiğin yöne gitmez. Öyle ya! Önünde üç tane seçenek var. Ya sağa, ya sola döner, ya da düz gider. Yüzde yetmiş de olsa bir şansın var. Umutla ışığın yanmasını ve bu adamdan kurtulmayı beklersin. O da ne! Adam senin içini okumuşcasına senin döneceğin yola dönmez mi? Ya sabır çeker, ardına takılırsın. Artık o gider, sen gidersin. Sanki aracın arızalanmış da adam hayrına çekiveriyor. Bereket inip "Beni niye takip ediyorsun" demiyor. Saçını-başını yolsan da, dişlerin boğazına dökülse de, içinde 'La havle' çeksen de bu adam senin imtihanındır. Çaresiz takip edeceksin. Dua et ki yakıtı bitmesin. Biterse yolun tam ortasında kalır. Yine geçemezsin. Şu anda en azından iyi-kötü yol alıyorsun, kağnı gibi de olsa. Sonunda ağzından ta derinden gelen bir 'şükür' çıkar. Çünkü adam dönmüştür bir yere. Sen yoluna devam edersin. Hatta biraz da hızlanırsın. Bu duruma çok sevinmemek lazım. Çünkü her daim böyle biriyle karşılaşma durumun söz konusu. Hatta daha beteri bile çıkabilir. Çünkü bunlar tek kişi değildir.  İnsanların sabrını ölçen, hemen hemen her yol ve caddede karşına çıkan koca bir ordudur. Hatta içlerinde öyleleri var ki, sen yol alırken ara yoldan kafasını çıkarır. Tam yaklaşmışken hızını yavaşlatacak şekilde önüne kırar. Sanırsın ki acelesi var. Yola çıktıktan sonra su koyuverir. Aheste aheste yol alır. Sanki önüne özel çıkarılmış gibi. Yine böylelerini sen ara yoldan ana caddeye çıkarken de görebilirsin. Yol onundur, geçişini bekleyeyim dersin. Sen bekleye dur, adam senin çıktığın ara yola sapar, sinyalini vermeden. Yine hiç istifini bozmadan yoluna devam eder. Burada da maksat hasıl olmuştur. Sonunda seni sinirlendirdi ya. Zaten bunu asıl görevi de buydu. Seni kızdırmak.

Trafikte gidiyor mu gitmiyor mu belli olmayan bu tiplerin de tabakhane yolcularından fazla bir farkı yoktur. Her ikisi de trafiği felç eder. Biri hızıyla diğeri de yavaşlılığıyla. Her ikisi de Türkiye’yi temsil eder. İfrat ve tefrit yani. Bu ülkede hiçbir şeyin ortası olmaz. Orta yolu takip edenlerin sayısı fazla olsa da bunların sesi pek çıkmaz. Hep aşırıların sesi çıkar. Gündemi de hep bunlar belirler. Sağ olsunlar, bu tiplerin iyi yönleri de var. Bize sabır göstermeyi, olaylara kaşı tahammüllü olmayı öğretirler. Ağzımızdan duanın hiç eksilmemesini de sağlarlar. Hal ve tavırlarıyla bizi ağzı dualı insan yaparlar.

Çok beğendiyseniz bu tipleri, isterseniz bulunduğunuz muhite yönlendirebilirim. 08/04/2017