8 Nisan 2017 Cumartesi

Futbol ve seçimler *

Referanduma ramak kala yediden yetmişe milletçe sandık gününe ve akşamında açıklanacak olan sonuçlara kenetlendik. Evde, çarşıda, pazarda…işte ortak gündemimiz bu. Zaten başka bir gündem ortaya çıksa yönümüzü dönüp de bakmayız. Milletçe siyaseti seviyoruz vesselam. Sandıktan çıkacak sonuçları görmek için çoğumuz seçim gecesini TV ekranında geçiririz. Sonuçlar geldikçe kimimiz dört köşe olur, kimimiz de sinirinden dudaklarını ısırır. Ardından uykusuz geçen gecenin gündüzünü -gece kaim, gündüz naim misali- uykuya ayırırız.  Birkaç hafta da sonuçları değerlendirir, TV'lerde yapılan yorumları dinleriz.  

Bizdeki seçim öncesi ve sonrası bu -kırıcı- muhabbet, derbi maçlarına benzer. Bu tip maçlarda da maç öncesi tansiyon yüksek olur. Tansiyonu da yetkili taraflar oluşturur. Maç gergin başlar, gergin biter. Maç bittikten sonra da birkaç gün  maçın sonucunu değerlendiririz. Genelde de yenilen taraf hakemin taraflılığına dem vurur. Hele bir de tartışmalı pozisyon varsa televizyonlarda ağır çekimini defalarca izler, bunun üzerine yorum ve değerlendirmeler yaparız. Nedense o kadar tekrar tekrar izlemeye rağmen kafamızda daha önce oluşturduğumuz yargılardan kendimizi kurtaramayız.

Seçimler de böyle bizde. Seçim çalışmaları siyasilerin kendilerini anlatmasından ziyade rakibini eleştirmesiyle geçer. Toplum iyice kutuplaştırılır. Seçim günü milletin hakemliliğine gidilir. Akşamında açıklanan sonuçları, yenilen kabul etmez. Birçok seçim kuruluna itirazlar yapılır. Bundan bir sonuç alınamazsa bu sefer; seçmenin yanıltıldığı, seçime eşit şartlarda girilmediği vb açıklamalara yer verilir. Nedense seçimi kaybeden çıkıp dobra dobra, "Halkımıza kendimizi tam anlatamadık, halkımız tercihini bu şekilde verdi, saygı duyuyoruz, biz bundan sonra yetkili organlarımızı toplayarak nerede hata yaptık konusunu irdeleyeceğiz" demez. Mutlaka suçlu aranır. Suçu da hiç üstlerine almazlar. Nasıl ki maçlarda suçlu olarak hakemin kararlarını gösteriyorsak, sandık sonucunda da yine hakemi yani milleti suçlarız. Ben siyasi olsam  ben de aynı -suçlu bulma- stratejisini izlerdim herhalde. Açıklamalarımı, yenilgimi ikna edici bulup ardımdan gelenler oldukça aklıma da bir başka şey gelmez. 

Siyasiler seçim sonuçlarını değerlendirirken eskiden kalma alışkanlık olarak seçmeni suçlamamalıdır. Bir defa seçim sonuçlarını hazmetmeliler. (Politikacılarımızın bu durumu aynı zamanda dersinden başarılı olamayan öğrencinin okulunu ve öğretmenini kötülemesine benzer.) Başarılı olamayanlar iyi bir öz eleştiri yapabilmelidir. Sonucunda da bayrağı partisinden birine bırakmak için partisini olağanüstü kongreye götürmelidir. Bunun için dünyayı yeniden keşfe gerek yok. Her şeyimizle örnek aldığımız Batı'nın siyasetine baksınlar. Bu yeterli. Oralarda hangi bir siyasi yenile yenile 'Yenilen güreşçi güreşe doymaz' misali  hala partisinin başında kalır. Dünyanın neresinde hep muhalefette kalınarak saltanat sürülür? Bizimkiler de aynısını yapmalıdır. Seçim sonuçlarını değerlendirmede dürüst olsunlar. İnanın siyasetimiz temizlenir. Yok arkadaş! Biz durumumuzdan memnunuz. Çünkü muhalif olmak sorumluluk gerektirmiyor. Bir elimiz yağda, diğeri balda zaten saltanat sürüyoruz deniyorsa onlara size iyi saltanat sürmeler demekten başka bir söz bulamıyorum. Yenilmelerine rağmen yine partilerinin başında kalmaya devam edeceklerse tek istediğim seçmene karşı dürüst olsunlar. Çünkü bu millet sağduyuda birleşir, yanlış üzerine isabet etmez. Seçmenine dürüst olmayan, onlara saygı göstermeyi bilmeyen siyasilere Türkiye siyasetinde yer yoktur.

Seçim ve seçim sonuçlarını değerlendirdikten sonra ne yapacağız? Beni de şimdi bu düşünce aldı. Nereden bakarsak daha 2019 seçimlerine iki yıl var… Bu da bir şey mi? İki yıl öncesinde araziye çıkmış, olayları enine-boyuna daha iyi irdelemiş oluruz. Bizde ne seçim biter, ne de muhabbeti… İnanın seçime verdiğimiz ve üzerine konuştuğumuz kadar kendimizi, yaptığımız işe versek her birimiz işimizde bir numara oluruz.


Seçimin sonuçlarıyla birlikte ülkemize hayırlar ve huzurlar getirmesini diliyorum. 08/04/2017 

* 15/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Nisan 2017 Çarşamba

"Denize Dökülmeden" Önce **

Türkiye'de gündem sürekli değişir. Değişmeyen tek gündemimiz var: Seçimler. Biri biter, diğeri başlar.  12-13 yaşındaki bir ortaokul öğrencisi "Öğretmenim evet mi diyeceksin, yoksa hayır mı? Okul dışındayız. Görüşünü söyleyebilir misin? Haydi ne olur!" diye soruyorsa milletçe çok politize olmuşuz demektir.

Demokrasinin bir gereğidir seçimler. Olsun olmaya. Bu kadar seçim yapıyoruz. Nedense bir türlü tecrübe kazanamadık. Çünkü hiçbir seçim şenlik havası içerisinde geçmez. Hep hayat-memat meselesidir bizde. Gerginlik, kaos, yıldırma, tehdit vs hepsi var. Gürültü kirliliği ve dezenformasyon hiç eksik olmaz. Küskünlükler ve dargınlıkların ardı arkası kesilmez.

Anayasa değişikliği olacak mı olmayacak mı, partiler anlaşılabilecek mi, Meclisten referanduma gidilebilecek sayıya ulaşılabilecek mi? 2016 yılının ikinci yarısı bu şekilde geçti. 2017 yılından bugüne de referandumda evet mi çıkar, yoksa hayır mı sorusu gündemimizde şimdi. Yediden yetmişe ya evet ile yatıyoruz, ya da hayırla. Evde, işte, çarşıda, pazarda, ekranlarda, kahvehane köşelerinde, miting meydanlarında insanın olduğu her yerde seçim var. Kimi muhabbetini, kimi çalışmasını yapıyor. Ruhun gıdası denilen müziklerimiz bile var. Kalabalık yerlerde seçim çalışması yapan evet ve hayırcı siyasilerin çalışmalarında kullanmak üzere hareket halindeki araçlarına verdikleri müzikler de bir propaganda türü. Bu şekil gürültü kirliliğine sebep olan müzik nasıl ruhun gıdası olacaksa. Eskiden aracının camını indirerek müziğin sesini herkesin duyacağı şekilde sonuna kadar açan birini görünce "Bu gök görmedik de kimmiş" diye herkes ona bakardı. Şimdi artık o sonradan görmeler biraz ehlileşti. Milletin garibine giden bu yöntem siyasilerimizin seçim propagandası son yıllarda. Üstelik bu şarkıyı yaptırmak için yüklü paralar da ödüyorlar.
***
Referandum öncesi seçimler yine bildiğiniz gibi. Tehditler yine arka arkasına geliyor. Kimi siyasiler evet diyenleri denize dökmeye kalkıyor. Sanki orta yerde düşman varmış gibi. Bu tipleri bu şekilde düşünceye sevk eden bilinçaltının dışa vurmasından ibarettir. Türkiye’yi yönetmeye talip kişiler maalesef bunlar. İstemediği görüşün sahiplerini denize dökmeye kalkıyorsa bunun başka izahı olamaz. Yine bunlar ağızlarını açar açmaz: “Türkiye tek kişinin yönetimine doğru gidiyor. Bu, dikta yönetimidir” diyor. Ülke diktatörlüğe gider mi gitmez mi bilmem ama bildiğim bir şey var. Evetçileri denize dökmeye kalkan bu tiplerin eline imkan geçerse işte o zaman tek parti diktası gelir bu ülkeye. Zaten geçmişten tecrübeleri de var. Girdiği bütün seçimleri açık ara kaybetmesine rağmen hala birileri partisinin başında veya yönetiminde söz sahibi olarak durmaya devam ediyorsa, bir de bunların iktidara geldiğini düşünün. Görünen köy kılavuz istemez. Adamlar kaybederken zaten tek adamlar. Dünyanın hiçbir yerinde birkaç seçim kaybeden bir siyasi, partisinin başında durmaz. Bu da maalesef bize yani doğu toplumlarına özgü bir durum.
***
Eskiden seçim sathı mailine girildi denirdi. Şimdi artık bu kelime demode oldu. Çünkü hiç seçimlerin içinden çıkamıyoruz. Neredeyse ömrümüz seçimle geçiyor. Yine dünyanın hiçbir ülkesinde seçimlere katılım bizdeki kadar olmaz. Bizdeki kadar da ölüm kalım mücadelesi şeklinde geçmez. Herkes işinde gücünde. Gelen ülkeyi daha iyi yöneteceğim diye gelir. Bizde ise birilerinden kurtarmak için gelinir. Denize dökme isteği de zaten bunu gösteriyor.  Yine bize öbür dünyada ömrünü, zamanını nasıl geçirdiğin sorusu da sorulacaktır. Umarım bu soruya evelemeden-gevelemeden cevap veririz.

Seçime ramak kala karşıt görüşün çadırlarına siyasiler tarafından yapılan ziyaretlerin yerinde bir hareket olduğunu, bu durumun toplumsal barışa katkı sağlayacağını düşünüyorum. Başlatan siyasimize de buradan teşekkürü bir borç bilirim. Gerginliğin diz boyu olduğu bu günlerde siyaset adına yapılan güzel bir davranış bu. Demek ki istenildiği zaman oluyormuş.

Öğrencimin okul dışında sorduğu merakını da gidereyim buradan. Zira kendisine cevap vermedim, siyasi çalkantılardan uzak dursun diye. Referandum sonrası denize dökülürsem öğrencim görüşümü de öğrenmiş ve merakı giderilmiş olur. 05/04/2017

** 07/04/2017 günü kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Öğrencilere verilen değer bu kadar ucuz olmamalı

'Konya Kitap Günleri'nin beşincisi Mevlana Kültür Merkezinde 27 Mart günü törenle okuyucuların hizmetine sunuldu. Kitapseverleri kitapla ve yazarlarıyla buluşturmayı hedefleyen bu etkinlik 09 Nisana kadar açık kalacak. Yapılan planlama ile ortaokul ve lise öğrencileri de belediyeye ait otobüslerle taşınıyor Mevlana Kültür Merkezine.

03.04.2017 günü çalıştığım okuldan 200 kişiye yakın 7.sınıf öğrencisini 6 öğretmen ve bir idareci nezaretinde 'Kitap Günleri'ne gitmek için belediyemiz tarafından tahsis edilen körüklü bir otobüse bindirdik. İğne atsan düşmeyecek şekilde doluydu otobüs. Her dönüşte, her frende kıyamet sahnesi yaşandı. Bağırış, çağırış, çığlık, vaveylâ...hepsi vardı. Camlar kapalı, klima ise çalışmıyordu. 20 dakikalık bir yolculuk sonucu menzilimize vardık. Biraz bekledikten sonra  kitaplara kavuşmak için sırayla girdik. Kitaptan fazla öğrenci vardı içeride. Çünkü başka okullardan da öğrenciler gelmişlerdi. Yarım saat kadar durabildik. Doğru dürüst kitaplara bakamadan geri dönmek için tekrar otobüse doluştuk. Çünkü bize verilen süre dolmuştu. Aynı güzergahtan tekrar okulumuza döndük.

Yetkililerin açıklamasına göre iki hafta içerisinde Kültür Merkezini 250 bin kişinin ziyaret etmesi bekleniyormuş. Öğrenciler bu şekilde taşınırsa öyle zannediyorum 500 bini de bulur. Bulsun. Okulların böylesi yerlere getirilmesi… güzel olmasına güzel. Ama taşınma şekli anormalin de ötesinde. En ufak bir kaza tehlikesinde bu kadar öğrenciden kaçı sağ kalır? Yetkililerin başka türlü tedbir alması için illaki bir otobüsün kaza mı yapması gerekiyor? Allah göstermesin bir kaza olduğu takdirde yetkililer bunun hesabını nasıl verecek? Haydi hesap verdiler diyelim. Ölümlü ve yaralamalı bir kaza sonucunda nasıl vicdanları rahat edecek?

İş yapalım derken çiş yapmayalım. Bu çocuklar bu şekilde taşınmaz. En ufak bir tehlike anı bile birbirini çiğnemesine sebep olabilir. Kimse konforlu bir araç olsun derdinde değil. Hatta öğrenciler bir koltuğa iki, iki koltuğa üç kişi oturdular. Bunlar şanslı kişiler. Ya ayakta kalanlar… Öğrenci ayakta gitmeye de razı. İçlerinde ayakta yer bulup da bir yere tutunabilenler de şanslı. Bir de hiçbir yere tutunamayan öğrencilerin sayısı da az değil. Ayakta yolculuk yapan bir öğrencim “Hocam, bu şekilde taşınması doğru mu? İkinci bir otobüs gönderilemez miydi” dedi. Ona sadece, diğer okullar da taşınıyor. Belediyenin yedekte beklettiği araçlar yeterli gelmemiş olabilir, dedim. Başka da bir şey diyemedim.

Sahi bu araçların hiç istiap haddi yok mu? Bu tip yerlere gidilirken hep bu şekil sıkışık bir şekilde mi gidip geleceğiz? Bereket kazasız belasız gidilip gelindi. Ama testi kırılmadan tedbir almakta fayda var. Bu konuda tedbir ve önlemler almak için illa bir aracın kaza mı yapması gerekiyor? Bir araçla hayvan taşınırken bile o aracın bir taşıma sınırı olur. İnsan taşıma bu şekil ucuz olmamalı. Tasarruf yapılacaksa öğrencinin canı tehlikeye atılarak tasarruf yapılmaz. Uygun ve yeterli araç bulunamıyorsa gerekirse öğrenciler götürülmez. Zaten bedava taşıyorum. Bedava taşıma bu şekil olur denirse…kimse bedava gidelim derdinde değil. Gerekirse bedeli alınsın ama adam gibi taşınsın. Yetkililer bu konuda yaptığı tasarrufu lütfen başka kara deliklerde yapsın.

Bu şekil taşıma ile yetkililer bir iyilik yaptıklarını düşünüyorlarsa bu yapılan bir iyilik değildir. Bir eziyettir, rezilliktir. İnsan sağlığını ve güvenliğini hiçe saymamaktır. Kendileri böyle kalabalık bir araca binip beş dakikalık bir yolculuk yapsınlar. Eğer tahammül edebilirlerse öğrenciler bu şekilde gitmeye razı. Sadece biraz empati yapsınlar yeter…

Geleceğimizin teminatı çocuklarımıza verilen değer bu kadar ucuz olmamalı... 05/04/2017 

3 Nisan 2017 Pazartesi

Tabakhane Yolcuları *

Siz hiç tabakhane yolcusu gördünüz mü? Ya da biliyor musunuz böylelerinin kim olduğunu? Biliyorsanız ikinci baskı olacak ama bizde konunun önemine binaen "ettekraru ahsen velev kane yüz seksen*" denir. Bu durumda bildiğinizi bilmiyormuş gibi davranarak tecahül-i arif de yapabilirsiniz. Yok, eğer bilmiyorsanız tam yerine geldiniz…Siz bu muhteremleri tanıyorsunuz aslında. Yeter ki bir trafiğe çıkın.

Trafik işaretleri insanlığın bulduğu en güzel icatlardan biridir. Hele ışıklar... Kırmızı yanınca -her ne kadar hoşumuza gitmese de- kaos, kargaşa ve kazayı önler ve trafiğin düzenli bir şekilde akmasını sağlar.

Genelde kırmızılara yakalanırım. Sağ olsun hiç peşimi bırakmaz. Yeşilin yanmasını beklemeye koyulurum. Yerine göre 50 ya da 75 saniye beklediğim yerler olur. Ben bekleye durayım. Zaten işim yok. Zira 7/24 müsaitim. Ben müsait olabilirim ama bir başkasının zamanı çok önemlidir. Adam nasıl dursun öyle bir dakika kadar? Bu durumda adam ne yapmalı? Hemen ışığa yaklaşırken sağına soluna bir göz atar. İlk  olarak AB standartlarına göre -neredeyse- yol seviyesine indirilmiş kaldırım  çarpar gözüne. Kaldırımda yaya yoksa, herhangi bir araç da park edilmemişse eline geçen fırsatı kaçırmaz. Bir manevra ile  sağındaki kaldırımın üzerinden geçerek senin döneceğin tarafa hızlı bir şekilde geçiş yapar. Kazara yayanın biri araç yolundan yürümeyi bırakır da kaldırımdan o anda geçmeye kalkarsa bizim beyefendinin aracının altında kalmaması için hiçbir bahanesi olamaz. Bunlar gözü açık geçinen ve kendini akıllı sanan tiplerdir. Tabakhane yolcuları yani. Böyle bir geçiş buldu mu? Orayı kendine otoban yapar artık. Alışkanlık haline getirir. Hiç ışığa takılma derdi olmaz. Biz bekleye duralım. Atı alan Üsküdar'ı geçer böyle. Adam ne zamana kadar böyle devam eder? Bir cami duvarına işeyene kadar. Bu tiplerin acelesi ne ki diye düşünebilirsiniz? Ayıplamamak lazım.  Efendim bu tipler tabakhane yolcularıdır. Oraya yetişmeleri gerekiyor. Senin gibi boş değil. Bir dakikaları bile önemli. Sen boş olduğuna yan! Işıklarda beklemek benim gibi boş insanların işi.
***
Aracınla yine ışıktasın. Yeşilin yanmasını beklersin. Sen önündeki ışığa bakarken arkana yanaşan ise yaya ışığını takip eder. Yayanın yeşili kırmızıya döner dönmez arkandaki çok bilmiş tip önce bir selektör, ardından korna çalar. Ne oluyor, ben uyudum da ışığı es  mi geçtim diye tekrar ışığa göz atınca ışık sarıya yeni geçer. Sen dersin ki ardımdaki sürücünün çok acelesi var, beklemeye tahammülü yok. Neyi var deme artık. Malum...Bu da tabakhane yolcusu. Üstelik çok dikkatli. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor. Aslında mevcut polislerin işine son verip bu şekil dikkatli insanları almak lazım polisliğe. Akıl küpü adam. Zeka fışkırıyor her bir yerinden. Aracın camları kapalı olmasa da etrafa saçılan zekasından biraz faydalansak diyesi geliyor çoğu zaman insanın.
***
Şehir içindeki yollarımızın çoğu çift şeritli. Ama şeridin sağında ara ara park edilmiş araçları görünce zaten geriye tek şeritli bir yol kalır. Trafiğin belirlediği hız sınırına göre giderken arkandan acı acı çalan bir korna sesi, ardından selektör seni kendine getirir. Dikiz aynasından gördüğüne göre adam üzerine çıkacak. Sanırsın ki yol üstünlüğü olan ambulans. “Yolların hakimi benim. Çekil ayağımın altından. Yoksa çiğnerim” der gibi gelir. Eğer bir kuytu yer bulup sağa yanaşmazsan seni çiğner geçer. Yol vermezsen/veremezsen eli-ayağı, kolu-bacağı, dili-gözü, jest ve mimikleri gibi -Allah ne verdiyse- tüm organlarını kullanır. Aslında bu tipler yollarda eriyip gidiyor. Yazık oluyor bunlara! Halbuki iyi bir sinema oyuncusu olurlar. İşte bu tipler de aynı yolun yolcularıdır.

Tabakhane yolcuları çeşit çeşittir. Biliyordunuz aslında böylelerini. Hepsinin ortak özellikleri yangından mal kaçırır olmalarıdır. Başkasına saygısı olmayan, nefsine düşkün, sadece kendini düşünen, kural tanımaz tiplerdir. Çok uzakta aramayın. Etrafınızda bolca vardır. Maalesef birlikte yaşıyoruz bunlarla…03/04/2017

*Tekrar etmek güzeldir. Velev ki 180 kere de olsa…

* 08/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

31 Mart 2017 Cuma

Hangi birimiz yaşıtı bir ağacı olsun istemez! *


Mart ayı baharın başlangıcı. Aynı zamanda ağaç dikme mevsimi. Bu zamanda kamu kurum ve kuruluşları ağaç dikme seferberliğine katılır. Özellikle belediyeler öncülük yapar bu konuda. Genelde ağaç dikmeye  lise öğrencileri götürülür.

Karasal iklimin hakim olduğu İç Anadolu'da kuraklığımız eksik olmaz. Hem yağmuru çekecek, hem heyelan ve toprak kaymasını önleyecek tedbirler almamız gerekir. Bunun yolu da ağaç dikip onu yetiştirmekten geçer. Yetkililer de bunun farkında olmalı ki her yıl ağaç dikmede yarışır. Hatta bilmem kim hatıra ormanı diye de bir tabela çakılır. Hayırlı bir iştir. Yarış olmalıdır. Nedense yılda o kadar ağaç dikilmesine rağmen gözle görülür ne ormanımız var, ne de ağacımız. Çünkü diktiğimiz fidanların yanına bir daha uğramayız da ondan.

Küresel ısınmanın kendini iyice hissettirmeye başladığı günümüzde çoğu yıllarda hep kuraklık sıkıntısı yaşamaktayız. Bunun için hangi bölgeye, hangi toprağa hangi ağaç gider etüdü yapılmalı önce. Ardından ağaç dikmeden önce dikim alanının etrafı tel ile çevrilmeli. Usulüne uygun fidan dikiminden sonra damlama sistemi döşenmeli. Fidanlar büyüyüp tehlikelere karşı kendi kendini korur duruma gelinceye kadar mutlaka orman alanının bakımını yapacak yeteri kadar çalışan olmalıdır.

Devlet-millet el ele vererek ağaç dikiminde ciddi bir seferberliğe gidilmelidir. Bu konuda millet bilinçlendirilmeli ve duyarlı hale getirilmelidir. Bir insan ölünceye kadar ülkesine kazandıracağı ağaç sayısı belirlenmelidir. Örnek verecek olursak her doğan çocuk için nüfus cüzdanı çıkarılmaya gidildiği zaman ailesi daha önceden belirlenen yere ağaç bedelini yatırmalıdır. İlkokula, ortaokula, liseye ve üniversiteye başlarken, bu okulları bitirirken, evlenirken, asker vb yere giderken, iş yeri açarken, kamu veya özel işe girerken, emekli olurken devletin belirdiği yere fidan bedeli ödemelidir. Ölen kimse adına vereseleri yine ağaç bedeli yatırmalıdır. Yıllık belirlenen fidan bedelini ödeyen kişiye ödeme belgesi verilmelidir. Belgede dikilecek ağacın türü, mevkisi, ada, pafta ve parsel numarası yazılı olmalıdır. Kişi adına fidan dikilmeli, fidanın uygun yerine fidanın kime ait olduğu, ne zaman dikildiği yazılı olmalıdır. Dikilen her bir ağaç-orman alanı kendi haline terk edilmemelidir. Sulama işini yapacak, otları yolacak, ağaç diplerini açacak, yeri geldiği zaman budayacak yeteri kadar görevli istihdam edilmelidir. Burada çalışanların ücreti de alınan fidan bedellerinden karşılanmalıdır, ya da belediyeler eleman görevlendirmelidir.

Yıllar geçtikten sonra elindeki belgeye göre vatandaş kendi adına dikilen ağacı görmeye gitmeli, hatta altında piknik yapabilmelidir. Bu ziyaretinde geçmiş anılar bir bir gözünün önüne gelir. Kendisiyle yaşıt  olan ağacını gören kişi hatıralarıyla baş başa kalmalıdır. Hangi okula ne zaman başladığını, ne zaman bitirdiğini ağacının şeceresine bakarak geçmişi yadetmelidir.

Önerilerim belki birilerinize garip gelebilir. Ben ciddiyim bu konuda. İster dediğim şekilde ister bir başka şekilde mutlaka bu alana el atılmalıdır. İnsan hayatı kadar ciddi bir meseledir bu. Yeter ki devlet bu konuda yasal bir düzenleme yapsın. Hayatının her önemli safhasında kendi adına dikilip büyütülen ağaçları gören vatandaş, yapılan hizmeti görünce verdiği paraların boşa gitmediğini, bir hayra vesile olduğunun farkına varacaktır. Kendi adına dikilen ağacın bakımsız kalıp yetişmediğini gören vatandaş yetkililerden hesap soracaktır. Ne dersiniz? Var mısınız böyle bir işe? 31/03/2017


* 03/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde  ve ladik.biz de yayımlanmıştır.





30 Mart 2017 Perşembe

İte mi taş atalım yoksa sahibine mi? *

Ülkemiz terör ülkesi malumunuz. Özellikle son yıllarda epey canımız yandı. Her kanlı olayla birlikte toplum olarak topluca katliamı gerçekleştiren PKK'ya, DAİŞ'e, FETÖ'ye, DHKP-C'ye lanet okuduk. Zaman zaman yine lanetlemeye devam ederiz. Çünkü olayı ya üstlenmiştir, ya da suç mahallinde bırakılan iz bizi bu örgütlerden birine götürmüştür. Nedense terör örgütünü telin ederken esas geri planda onları üzerimize salanları es geçiyoruz çoğu zaman.

Bilmemiz gereken hiçbir terör örgütü arkasını bir güce dayamadan eylem yapmaz. Bugünün sömürgeci devletlerinin kiralık piyonları var. Bir ülkeye had bildirecekse maşa varken elini kora sokmaz. Hemen devreye her dediklerini yaptırdıkları ayak takımları girer. Ülkede bir olay olmuşsa ilk kınayan da itini üzerimize salan olur. “Türkiye’nin acısını paylaşıyoruz. Terörle mücadelesini destekliyoruz. Faillerin en kısa zamanda yakalanması için işbirliğine hazırız” mesajı verirler. Hatta bu terörist devletler birkaç gün öncesinden vatandaşlarını da Türkiye’ye gitmeyin diye uyarır. Bu modern görünümlü katil sürüleri senaryoyu hazırlar. Taşeronları da hiç aksamaya meydan vermeden filmini oynar. Hatta senaryoya göre bazen terör eyleminde bulunan kişi de yakalanır. Nedense ağzından tek kelime alınmaz. Alınsa da önceden ezberletilmiş şekilde nakarat gibi bir gerekçe söyler. Gerekçe de terör örgütünün amacını açıklayıcı şekilde olur. Aslında biz buzdağının görünen kısmıyla uğraşırken çağımızın medeni canavarlarının planları tıkır tıkır işler. Biz düşman olarak hep maşaları muhatap alırız, onlara had bildirmeye çalışırız. Birden sonuca gitmeye çalışır, fevri hareket ederiz. Bir türlü soğukkanlılığımızı takınmayız.

Üzerimize salınan köpeklerle mutlaka uğraşılacak. Hatta en acımasız bir tavır içerisine girilecek, onlara göz açtırılmayacak. İnlerine girip dünyayı dar etmek için çaba sarf edilecek. Tüm bunları yaparken istihbaratımız gözünü kulağını iyi açacak. Diğer taraftan da bu terör olaylarının arkasında kim var? Bunun üzerine kafa yorulması gerekir. Sürdüğümüz iz bizi azmettiriciye götürmesi lazım. Olayın geri planı irdelenirken hiç kimseye sataşmadan, konuşmadan, meydan okumadan yapmalıyız bunu. Hatta yanlış iz sürer gibi bir politika da izlenebilir.

Bu konuda en güzel ve doğru sözü "İte taş atarken, biraz da sahibine bakalım diyorum!" diyerek Emin PAZARCI ifade etmiş. Evet, iti taşlayalım taşlamasına. Hatta attığımız taş kaşını, başını yarsın. Basiret ve ferasetimizi takınarak itin sahibini bulup ona laf söyleyelim. İti iyi takip edersek sahibine ulaşırız zaten. Suçüstü yakalayabiliriz. Bunun için çok yönlü düşünmemizde fayda vardır. Sadece ite bakmak, onu taşlamak olayı çok sathi değerlendirdiğimizi gösterir. İz takip ederken de bu terör eylemi kimin işine yaradı sorusuna da cevap aramak gerekir. Esas katil, olaydan faydalanandır zaten. Bunun için de olaylara analitik bakıp derinlemesine analiz yapılabilmelidir.

Olayın perde gerisini okuyamazsak daha biz çok it taşlamaya devam ederiz. 30/03/2017

* 20/05/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Şivlilik günü okul

Bugün 08.10'da dersim başlıyor. Okula gelirken ellerinde poşetleri olan çocukları bir evin ziline basarken gördüm. Saat tam 08.00 idi. Anlaşılan öğrencilerin koşuşturması mesai ile birlikte başlamıştı.

Kapının açılmasını beklerken çocuklar kendi aralarında tartışıyorlar: "Gidelim, kapıyı açan yok. Baksana kapının önünde zaten ayakkabı yok" şeklinde. Bir tanesi: "Oğlum kapının önünde ayakkabının ne işi var" diye itiraz ediyor. Kapının açılması gecikince bir kısmı 'Vakit kaybetmeyelim, gidelim' diyerek kapının önünden uzaklaşmaya başladı. Bir tanesi ise kapının deliğinden binanın evin bahçesini gözetliyor. Kapının açıldığını görür görmez, "Gelin, kapı açılıyor" diye seslendi arkadaşlarına. Uzaklaşanların hepsi koşarak geri geldi. Ev sahibinin uzattığı şivlilikten aldılar.

Bugün şivlilik günü idi. Regaip Kandilinin ilk günü yani. Akşamından başlayan ateş yakıp üzerinden atlamalar günün ilk ışıklarıyla beraber yerini ev ev gezerek şivlilik adı verilen çikolata vb ikramları toplama almıştı. (Bu arada yatsı namazı çıkışı sokakta çocukların yaktığı ateşin yanına geldim. 53 yıldır hiç yapmadığım bir şey yaptım. Çocuklardan izin alarak ateşin üzerinden atladım.)

Okula geldim bahçesinde bir sessizlik. İçeri girip sınıfa geçtim. Sadece boş sıralar vardı içeride. Sınıfın fire vereceğini biliyordum da tümden gelmeyeceklerini hiç hesaba katmamıştım. Gelen 10-15 öğrenci ile ders işlerim diye düşünmüştüm. Hatta elimde dünden aldığım şivliliğim ile birlikte gelmiştim. Hem yer, her ders işleriz diye. Elimde paketle öğretmenler odasına girerek  kime niyet, kime kısmet misali öğrencilerin nasibini öğretmenlere dağıttım.

Şivlilik bahanesiyle okulu kıran öğrenciler tanısın tanımasın tüm evlerin ziline basıp nasibini toplaya dursun. Biz de sinek avlayan esnaf misali müşteri bekler gibi beklemeye koyulduk öğretmenler odasında. Öğretmenlerin çoğu koyu bir muhabbete daldı bu vesileyle. Bana da şivlilik günü şivliliği ve okul ortamını yazmak düştü nasibime.

Konya'ya has bu şivlilik günü de fena değilmiş hani. Hoşuma gitmedi de değil. Konya merkeze has bu kutlama gününün yetkililer tarafından mahalli tatil olarak değerlendirilmesinde fayda var. Niyetim tatil bolluğu yaşadığımız ülkemizde yeni bir tatil günü istemek değil. Fakat bu fiili durumun resmiyete binmesinde fayda var. Ya da bugün öğrenciyi okulda tutacak bir formül bulunsun. 30.03.2017