19 Mart 2017 Pazar

Bugünün öğretmenleri, doktorların dününü yaşıyor


Başlığım size garip gelmiş olabilir. Bu yazımda başlıkta da görüleceği üzere doktorlarla öğretmenleri mukayese etmeye çalışacağım.

Fazla değil “Tam Gün yasası” çıkmadan önce kamuda çalışan –aşağı yukarı- her bir doktorun, ikinci bir uğraşı vardı. Ya özel bir muayenehane açmış, ya özel hastanelerde ekstra nöbet tutmaya başlamış, yazdığı reçete için ya bir eczane ile anlaşmış bir durumda idi. Yapılan ameliyatlar için alınan ‘Bıçak parası’ hala belleklerimizden kaybolmadı. Çünkü ameliyat olabilmek için önce özel muayene ücreti, ardından bıçak parası vermek suretiyle devletin hastanesinde ameliyat olunabiliyordu. Rahmetli Vali Recep YAZICIOĞLU bir TV kanalında bu durumu şu şekilde açıklamıştı: “Görev yaptığım ilin devlet hastanesinde bir yıl içerisinde ameliyat olanların listesini çıkarttım, tek tek evlerini ziyaret ederek ‘Doktora bıçak parası verip vermediklerini’ sordum. 250 kişiden 4 tanesi verdim dedi. Aslında diğerleri de verdi de. Neyse…4 dürüst adam buldum diyerek bıçak parası alan doktorlar hakkında suç duyurusunda bulundum. Haklarında dava açıldı. Mahkeme günü geldiğinde bıçak parası verdim diyen dört kişi de ‘Biz bıçak parası vermedik’ diyerek daha önceki beyanlarından vazgeçtiler. Maalesef bıçak parasının önüne geçemedik.”

Doktorların daha fazla para kazanmak amacıyla bulduğu ikinci iş asıl işlerini aksatmış olmalı ki, hastanelerimiz esas işlevini yapamaz hale gelmişti. Hızlı bir şekilde yapılan muayeneler sadra şifa olmadı. İnsanımız öğle arasında, saat 16’dan sonra veya cumartesi günleri soluğu özel muayenelerde aldı. Bu tür muayenelerde genelde fatura vb işlem yapılmadığı için devlete de bir getirisi olmadı. Zira kayıt dışı ekonomi idi. Hastaneler iyice sos vermeye başlamıştı. Sonunda Sağlık Bakanlığı,  doktorlar için ‘Tam Gün Yasası’nı çıkartarak özel muayenelerin önüne geçti. Doktorlara tam gün hastanelerde çalışma mesaisi getirdi. Getirdiği performans sistemiyle doktorlardan en yüksek verimi almaya başladı. Bakanlığın bu tasarrufunu kaldırmak için başlarda doktorların iş bırakma eylemleri, Tabipler Odasının mücadelesi, mahkemelerin doktorlar lehine kararlar gibi yasaya karşı çıkmalar uzun süre devam etti.  Şu an hastanelerden muayene olan hastalar bu durumdan memnun. Başlarda işlerine gelmediği için doktorlar karşı çıkmış olsa da öyle zannediyorum şu anki durumu kabullenmiş durumdalar. Artık hastanelerden, doktorlardan pis kokular gelmemeye başladı. Sonuçta eskisi kazanamasalar da doktorların itibarı geri gelmiştir.

Başlıkta öğretmenler, doktorların dününü yaşıyor demiştim. Bugünün eğitimi dünün hastanelerini andırmaktadır. Verilen eğitimden ne öğretmen, ne veli, ne öğrenci, ne de MEB… kimse memnun değil. Eğitim ve öğretim yerlerde sürünüyor dense yeridir. Çıkış noktası bulmak için herkes bir arayış içerisine girmiştir. Bir yerde arayış varsa mutlaka buna cevap verilir. Okullardaki eksikliği tamamlamak için  dünün dershanelerinin gördüğü bu işlevi bugün değişik isimler adı altında etüt merkezleri, temel liseler, kurslar, takviye ve yetiştirme kursları, özel dersler aldı. Bu merkezlerde  az sayıdaki resmi görevli dışında çoğunluğu MEB’de çalışan öğretmenler  görev yapmaktadır. Yani öğretmen ikinci iş yapmaktadır. Tıpkı dün doktorların kurumu dışında çalıştığı gibi. Verilen özel dersin ise haddi hesabı yok. Öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu dersi dışında evine gitmeden akşamın belirli bir saatine kadar ya kurs merkezlerinde ya da özel ders görevi ifa etmektedir. Ya da bir başka iş takibi yapmaktadır, işyeri açmıştır.

Ne dünün doktorları ne de bugünün öğretmenleri yaptığımız doğru mu sorgulaması yapmadı. Yapmak isteyen az sayıdaki kişi de çoğunluğun para kazanma hırsına mağlup olmuşlardır, içlerine sinmese de. Hem doktorlar hem de öğretmenler, su akarken testiyi dolduralım derdine düşmüşlerdir. Doktorlar sıfırı tükettikleri için yeni bir düzenleme ile fabrika ayarlarına döndürüldü. Öğretmenler ise çıkarılacak ‘Tam Gün Eğitim yasası’ öncesi son demlerini yaşıyor.

Niyetim bu iki güzide mesleği ve erbabını eleştirmek değil. Bir tespitte bulunmaktır. Bu ülkede sadece bu iki meslek erbabı bu durumda değildir. Hemen hemen kamuda çalışan birçok kişinin durumu bunlardan farklı değildir maalesef. Şunu ifade edeyim ki, kimse kimsenin itibarını yok edemez. Etik değerlerin dışında yapılan her şey o mesleğe zarar verir. En fazla da içindeki olanlar bu zararda pay sahibidir. Başımıza gelecek her şey de kendi yapıp ettiklerimizden dolayıdır. Kimse kimseye kızmasın. Geleceğimizi ve itibarımızı yok etmeyelim. Hayatta her şey para kazanmak değildir. Para kazanmanın dışında elde edilebilecek güzel hasletler de vardır. 19/03/2017

Çanakkale Ruhunu Kaybetmemek *

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti Makedonya, Romanya, Kafkasya, Irak, Filistin-Suriye, Hicaz, Kanal ve Çanakkale olmak üzere 8 cephede   Rusya, Büyük Britanya, Fransa, Sırp ve bir kısım Araplara karşı savaşmıştır. 1914-1918 yılları arasında savaş 4 yıl sürmüştür. Cephelerden sadece Çanakkale cephesinde dillere destan bir başarı gösterilmiş, Çanakkale’de düşmana geçit verilmemiştir.

Mondros Mütarekesiyle birlikte ateşkes ilan edilmiş. Almanya’nın yanında savaşa giren Osmanlı;  savaşı kaybetmekle kalmamış, ülkesi İtilaf devletleri tarafından işgal edilmiş, başlattığı Kurtuluş mücadelesi 11/10/1922 Mudanya Mütarekesine kadar sürmüştür. Giden topraklara mı yanarsın, koskoca devletin yok olduğuna mı? Vatanı korumak için canını ve malını siper ederek şehit düşenlere mi üzülürsün, savaş sonucu sakat kalıp gazi olanlara mı veya mezarı bile belli olmayan kayıp insanlarımıza mı? Bugünden baktığımız zaman I.Dünya Savaşının Osmanlı topraklarını paylaşmak için Batılılar arasında bir danışıklı dövüşün yapıldığı anlaşılmaktadır. Vatan toprağı olarak bugün bize kala kala 783.562 km² bir toprak parçası kalmıştır. Vahşi Batı, ölümü gösterip sıtmaya razı etmiş bizi.

TC kurulduktan sonra kaybettiğimiz topraklara ve  insanına sırtımızı dönerek yönümüzü Batı ile ilişkileri geliştirip onların değerlerini almak için çaba sarf etmişiz. Yine bugünden baktığımız zaman bize küçücük bir toprak parçasını reva gören Batı, değerlerimize de yabancılaşmamızı sağlamıştır. Amacım geçmişi eleştirmek, yapılanları övmek ve yermek değildir. Bir tespitte bulunmaktır. Dilipak’ın dediği gibi: “Tarih bir övgü ve yergi değildir. Bir milletin tecrübesidir.” Önemli olan geçmişten ibret almak ve geleceğe emin adımlarla ilerlemektir. Bu ülke için emek sarf eden insanlara, ölümü göze alanlara, yaralanıp sakat kalanlara minnet borcumuz var.

Her yıl 18 Mart geldiği zaman “Çanakkale Deniz Zaferi” ile ilgili anmalar yapılır. Bu vatanı bize bırakmak için göğsünü siper edenlerden sitayişle bahsederiz. Nedense gündemimizde sadece Çanakkale var. Diğer cephelerden pek bahsedilmez. Birkaç yıldır Irak Cephesinde İngilizlere karşı gösterilen ‘Kût'ül-Amâre’ başarısından bahsedilmekte. Yani demek istediğim diğer cephelerin pek esemesi okunmaz bizde. Tarihimizi hatasıyla sevabıyla bilmemizde fayda var diye düşünüyorum. Öncelikle eğri oturup doğru konuşalım. 8 cephede yedi düvele karşı mücadele eden Osmanlı, Çanakkale Cephesi dışındaki cephelerde mağlup olmuştur. Düşmana geçit vermediğimiz Çanakkale’de -askeri kaynaklara göre- 56 bin 643 şehit vermişiz. 97 bin 7 sakatımız, 11 bin 178 kaybımız olduğu belirtilmektedir. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz. Bu, şu demektir: Bir maç düşünün. 8 gol yemişiz, bir gol atmışız. Sonuçta 8’e 1 mağlubuz. Bugün maçın tümü üzerinde değil sadece maçın belli bir anında gösterdiğimiz başarıdan övgüyle bahsediyoruz. Attığımız şeref golü var sadece. Kaybettiğimiz toprak parçasını da büyük bir hipermarkete benzetirsek, babadan miras kalan koca bir işletme, miras üzerine konan üç evlat sayesinde iflas ettirilmiş, bize kala kala bir bakkal dükkanı (783.562 km² bir toprak) kalmıştır.

Bazı insanlar niyet okumayı iyi bilir. Sakın bu kalan toprak parçasını küçümsediğim anlamı çıkmasın. Savaşın bir cephesinde gösterdiğimiz başarıyı gündeme getirirken diğer cepheleri göz ardı etmemek lazım. Bugün artık övgü-yergiden ziyade tecrübelerimiz konuşmalıdır. Zira sadece övgü ve yergi bize zaaftan başka bir şey vermez. Koca bir vatan toprağını hangi emellerle, kimler sayesinde kaybettik? Tekrar gafil durumuna düşersek bugünkü küçük toprak parçasını da arayacağımız işlenmelidir. Yeni yetişen nesle vatanı uğrunda şahadeti göze alabilecek Çanakkale ruhunu vermek lazım. O ruhun yaşadığına inanıyorum. Nitekim aradan 100 yıl geçmiş olsa da 15 Temmuz 2016’da bunu bu millet gösterdi. Sadece zayiat farkı var. Çanakkale’de 56 bin (halk arasında 250 bin), 15 Temmuz’da ise 250 şehit verdik.

2019 yılından 1915’lere doğru göz atarsak Canavar Batı, hala Osmanlı’dan kopardığı toprakların peşinde. Osmanlı’nın bıraktığı yerlerin hiçbirinin yüzü de gülmüyor. Çünkü savaş hala bitmemiş görünüyor. Anlaşılan paylaşım devam ediyor. Gözümüzü açmamızda fayda vardır. 2016’nın 15 Temmuz’unda yeniden yaşadığımız kurtuluş savaşı, unutmaya yüz tuttuğumuz Çanakkale ruhunu yeniden canlandırdı. Bizi birbirimize daha kenetlendirdi. Bu ruhu unutmamamız lazım. Allah, birlik ve beraberliğimizi daim eylesin. Bizi vatansız bırakmasın.

*18/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

18 Mart 2017 Cumartesi

MEB'in yaptığı açık lise sınavları *

2017 YGS sınavları yapıldı. Sınava giren iki milyonun üzerindeki öğrenci 160 soruya cevap vermek için 160 dakika ter döktü. Öğrenciler zamanla yarıştı. ÖSYM'nin yaptığı bu tür sınavlarda çoğu öğrenci soruları yetiştiremediğinden şikayetçi olur. Çünkü tüm soruları çözebilmesi için öğrenci dakikada bir soru çözmek zorunda. Öğrencilerin erken bitirme diye bir durumu söz konusu olmaz. Zaten bitirse de 120 dakikadan önce salonu terk edemez. Sınava katılım da yüzde yüze yakın olur.

TEOG, MTSK ve AÖL gibi sınavları da MEB yapar. Bu sınavlar ise ÖSYM'nin yaptığı sınavların tam tersi olur. Özellikle açık lise sınavlarına katılım yüzde yetmişlerde kalır. Yani öğrencinin en az dörtte biri sınava girmez. Her sınavda öğrenci en fazla altı dersten sınava girer. 120 soruya 180 dakika süre verir. Öğrencinin her bir soruya ayıracağı cevaplama süresi 1,5 dakikadır. İlk yarım saat öğrencinin salonu terk etmesi yasaktır. Sınava giren öğrencilerin en az yarısı ilk yarım saatin bitmesini iple çeker. 120 soruyu hızlı bir şekilde cevap kağıdına desen çizer. İlk 20 dakika içinde yapar bunu. Geriye kalan 10 dakikayı da dinlenerek geçirir. Çünkü yorulmuştur. İlk yarım saat dolar dolmaz salonun yarısı boşalır. Geriye 5-6 öğrenci kalır. İkinci yarım saatte de 2 kişi hariç diğerleri sınavı bitirir çıkar. Geriye salonda iki öğrenci, iki de görevli kalır. Öğrencilerden biri bitirse de dışarı çıkamaz. Çünkü diğer öğrenciyi beklemek zorundadır kural gereği. Sınavını bitiren oflasa, sızlasa, homurdansa çare yok. Mecburen bekler. Sınav olan öğrenci ise 2 görevli ve bir öğrenciyi bekletmekten dört köşe olur. MEB'in kendisine verdiği bu sınırsız hakkı kullanır. Herkesin kendisini beklediğini hissetse de rahatsız olmaz. Hatta soruları bitirdikten sonra tekrar geriye döner, bir de kontrol eder. Çünkü zaman sınırı yok. Ara sıra görevliye ne kadar süre kaldı demesi ise patlamaya hazır üç kişiyi çıldırtmaya yeter. Ama görevlinin görevidir ne kadar süre kaldığını söylemek. Görevliler beklemekten dokuz doğururken sınav olan tek kişi dokuz takla atar. Böyle bir durumda görevliler sabır sınavına tabi olurken adayımız ise değerli olduğu hissine kapılır. Öyle ya...kendisini kaç kişi bekliyor? İki sınav görevlisi, üç sınav komisyonu, sınavda görevli emniyet görevlileri, il temsilcisi, kurye, yardımcı personel vs. Acaba MEB, bu öğretmenler sınavdan çok para alıyor, erken çıkarlarsa aldıkları parayı hak etmemiş olurlar diye düşünüp her sınavda bu şekil öğrencileri özellikle seçmiş olmasın(!)

Anlatmak istediğim MEB'in sınavlarında bir dengesizlik ve anormallik var. Açık lise sınavlarında katılım niçin yüzde yüz olmaz? Çünkü MEB sınavı ücretsiz yapıyor. Öğrencilerden sadece dönemlik 15-20 lira gibi bir kayıt yenileme ücreti alıyor. Niye girsin ki öğrenci sınava. Çünkü girdiği sınav ÖSYM'nin sınavları gibi tuzlu değil. Derse ciddi asılıp mezun olayım, kısa zamanda bitireyim derdi olmaz.

Sınavın süresi zaten anormal. Toto oynayanlarla ciddi asılanlar gibi iki zıt kutup aynı salonda. Üstelik sınav ÖSYM sınavlarına göre daha kolay. Verilen süre fazla. İçinizden: “Görevlisiniz, parasını alıyorsunuz, bekleyeceksiniz” diyebilirsiniz. Görevliler beklemeye bekleyecek. Bunda sorun yok. Tüm öğrenciyi beklemek var, bir de sadece bir kişiyi beklemek var. MEB'in örgün eğitime devam edemeyecekler için getirdiği bu sistem çok güzel. Okumak isteyen, diploma almak isteyen için yaş sınırlaması olmadan bir imkan veriyor. Sınav için epey masraf ediyor.

Sınavlardan verim elde edilebilmesi için MEB süre sınırlaması getirmeli, öğrenci zamanla yarışmalı, sınava müracaat ettiği halde geçerli mazereti olmadan girmeyenlere yaptırım uygulamalı. Öğrencinin sınava katılımını sağlamak için girdiği sınav başına ücret almalı. Belirli bir sürede dersleri veremeyenin ilişiği kesilmeli. 18.03.2017

* 20/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


"Bu kadar yetki peygamberi bile bozar" *

Referandum öncesi siyasiler meydanlara indi. Önünde halkı ve canlı TV kanalını gören galeyana gelip coştukça coşuyor. Hepsi de dürüstlük abidesi bir görüntü çiziyor. Kimi niçin 'evet' denmesi, kimi de niçin 'hayır' denmesi gerektiğini anlatıyor meydan ve salon konuşmalarında. Verdikleri örneklerle kimi isabet ettirirken kimi de pot kırıyor.

Başlığımdaki cümle bir zamanların müzmin ama muhalefet liderine ait. Gelen tepkiler üzerine herhangi bir peygamberi kastetmedim açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Aklı sıra yeni anayasa değişikliğinde evet çıktığı takdirde cumhurbaşkanına verilen yetkilerin fazla olduğuna işaret etmek isterken verdiği örnek, kaş yapacağı yerde göz çıkardı. Güya bu yetkilere peygamber bile sahip değildi. Şayet yetkisi sınırsız olsaydı bozulurdu, demek istedi. Maksadını aşan bir benzetme ve örnekleme idi. Düzeltmesinde Hz Muhammed'i kastetmediğini, herhangi bir peygamber açıklaması da yeni izaha muhtaçtır. Çünkü hiçbir peygamber kendi başına buyruk değildir. Allah'a karşı sorumluluğu vardır. Onlar sorumluluk çerçevesinde hareket etmiş, kendi nefsine uymamışlardır. Toplum nezdinde sınırsız bir yetkiye sahip olsa da Allah'a karşı sorumluluğu olduğundan kavmine karşı astığı astık, kestiği kestik şeklinde bir davranış içerisine girmemişlerdir. İşlediği günahlar varsa -ki biz bunlara zelle diyoruz- Allah tarafından hemen uyarılmıştır. Hatası söylenir söylenmez 'Sem'an ve tâaten' diyerek tövbeyi istiğfarda bulunmuşlardır.

Eski Genel Başkan Peygamberin veya peygamberlerin misyonunu biraz bilmiş olsaydı böyle bir örnekleme yoluna gitmezdi. Çünkü hiçbir peygamber makam-mevki, şöhret ve koltuk peşinde koşmamıştır. Varsa yetkisi?  Onlar, yetkisini Allah'tan almıştır. Çok öteye gitmeye gerek yok. Peygamberlik iddiasından vazgeçmesi için Mekkeli müşrikler amcası Ebu Talib'e gelmişler: Hasta ise tedavi ettirelim, para istiyorsa paraya boğalım, evlenmek istiyorsa en güzel kızla evlendirelim, başımıza başkan seçelim, demişlerdi. O ise, değil bunları; bir elime Ay’ı, diğerine Güneş'i koysalar ben bu davadan vazgeçmem, diyerek vaat edilen dünyalık her şeyi elinin tersiyle itmişti. Çünkü O, tıpkı diğerleri gibi karşılığını hep Allah’tan bekledi, kimseden bir beklenti içerisine girmedi. Sonra peygamberlerin tarihinde hiç diktatör peygamber örneği var mı? Kimse var diyemez.

Siyasiler mikrofonu görünce kendilerinden geçmemeli, ağızlarından çıkanı bilmeliler. Bin düşünüp bir konuşmalılar. Siyasi konuşmalarında mümkün olduğu kadar dini söylem kullanmamalıdırlar. Şayet kullanacaklarsa –kendileri bilmiyorsa bile- en azından yanlarında bu işleri iyi bilen bir danışman bulundurmalarında fayda vardır. Çünkü siyasi hayatımız gaflarla doludur. Her gaf rakibine malzeme verir. Ava giderken avlanma durumuna düşer. Kendini ve görüşünü anlatacağı yerde savunma yapma durumuna düşer.

Siyasiler de görüşlerini açıklarken rakibinin gafı üzerine siyaset yapmamalıdır. İrticalen konuşan bir insanın sürç-i lisanı olarak değerlendirmeli. Rakibini alt etmek için balıklama atlamamalıdır. Konuştuklarında halkı doğru bilgilendirme yolunu seçmelidir. Rakibini ezerek oy almaktan ziyade kendi görüşünü söyleyerek halkı ikna etme yoluna gitmelidir. Yapılan gafı sürekli gündemde tutmamak gerek.

Siyasete giren, siyaset yapan kişilerin de halkın değer yargılarını, dini hassasiyetlerini bilmesinde ve gözetmesinde fayda vardır. 18/03/2017

* 22/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



17 Mart 2017 Cuma

Bu adam ne yapmak istiyor?

Siyasi hayatına ANAP'ta bir ilçe belediye başkanı olarak başladı. 1991 yılında RP'e geçerek milletvekili oldu. Milletvekili iken Türkiye'nin nüfus bakımından ikinci şehrine belediye başkanı oldu. Partisi kapatılınca FP'e geçti. FP kapatıldıktan sonra ikiye bölünen partiler içerisinde ne SP'e, ne de AK Parti'ye geçti. Bir müddet bağımsız kaldıktan sonra DP'ye geçti. Partisinin başına geçmek için ortamı biraz kokladı. Baktı ki burada ekmek yok. 2002 yılında tek başına iktidara gelen AK Partiye 2003 yılında katıldı.

Türkiye'nin büyük bir şehrinde ardı arkasına kimseye nasip olmayacak şekilde 5 defa belediye başkanı seçildi. Halihazırda 5.dönem belediye başkanlığını deruhte etmektedir. Geçen dönem bundan sonra son demişti. Seçimler yaklaştığı zaman göreceğiz altıncı defa aday olup olmayacağını. Başarılı bir belediye başkanı mı bilmiyorum. Ama beş defa seçildiğine göre sanırım başarılı biri. 

Gazetecilik mezunu olmasından mıdır güçlü bir haber kaynağına sahip. Kimsenin ulaşamadığı gizli bilgileri elde etme özelliği var. Muhafazakar ve milliyetçi oylardan  oy alabilen birisi. Siyasi hayatı boyunca dengeleri gözetmiş ve 89 ilçe belediye mağlubiyetinden sonra rakiplerini hep ekarte etmeyi bilmiş ve partisinden aday olmayı becerebilmiştir. Ortamı germe konusunda çok maharetlidir. Gözden düştüğü zamanlarda ortamı iyi koklayarak  yeniden göze girebilmiştir. Sırtını hep kazanan kimselere dayayarak ayakta kalabilmiştir. Kavgacı bir üsluba sahiptir. CHP'lilerle kavga etmeyi iyi becerir. Kimsede olmayan arşiv onda vardır. Kaybedeceği yere adım atmaz. Kendi partisinden veya muhalefetten kendisine rakip olabileceğini sezdiği kişileri ezmesini iyi bilir. Müthiş bir demagogtur. Her tartışmada kavgacı üslubuyla zeytin yağı gibi üste çıkmada üstüne ikinci bir kişi daha yoktur. yazılı ve görsel medyayı kullanmasını iyi bilir. Sürekli TV kanallarında arzı endam eder. Sosyal medyayı özellikle twitter'i de kullanmada, gündem oluşturmada çok maharetlidir. Sanırım kendisine ait televizyonu da var. Türkiye'de az rastlanır bir şekilde hep zirvede kalmayı becerebilmiş ender siyasilerden biridir. Belki de tek kişidir.

Niyetim bu kişiyi anlatmak değil. Bu kişinin bir başka yönüne dikkat çekmektir. 7 haziran genel seçimlerinden önce kendi partisinin başbakan yardımcılığı ve hükümet sözcülüğünü yapan bir kişiye karşı bir açıklamasıyla parti içinde kol kırılır yen içerisinde kalır sözünü deldi geçti. Kendi partisindeki yol ayrımında olan bir kişiyi yok etmek için doğru ya da yanlış suçlar isnat etti. Karşılıklı atışmalar sonucu 7 Haziran seçimlerinde partisinin oy kaybetmesinde başrol oynadı. Araya girilmiş olmalı ki bu tartışma sumen altı edildi. Nice zamandır da açılmadı bu konu. Şimdi Türkiye’de önemli bir referandumun 16 Nisan’da oylaması yapılacakken hiç gereği yokken, üstelik yeri ve zamanı değilken ‘Gezi kalkışmasında hükümet devrildikten sonra yerine getirilecek kişi o idi’ diyerek yeniden eski defterleri açtı. Şimdi televizyonlarda bundan sonra bu atışmaları izlersek hiç şaşırmayalım. Geçmişi unutmayıp buzdolabından yeniden indirdiğine göre anladığım kadarıyla iyi bir kincidir. Öldürücü darbeyi vurmadan rahat edemeyecektir. Niyeti nedir? Ne yapmak istiyor? Gerçekten anlayamadım gitti.

Her seçim öncesi -parti içindeki eski dostların arasına giren limoni durumdan- faydalanma yoluna gitmesini iyi niyetle bağdaştıramıyorum. Eski birlikte çalıştığı insana vurmak suretiyle partisine zarar verdiğinin farkında olmaması mümkün değil. Bunun gibi kurt bir siyasinin attığı her taştan bir hesap peşinde olduğunu anlamak için siyaset bilmeye gerek yok. Şu kritik ortamda eski defterleri açması/açmaya çalışması pek hayra alamet değil. Partisinden yana görünürken sanki partisini yere sermeye çalışıyor izlenimi veriyor. Yazık gerçekten! Birileri, kendisini bulunmaz Hint Kumaşı sanan bu koltuk düşkününe haddini bildirmesi lazım. En azından şimdilik kulağı çekilmeli.

Sözlerimizi bir Hint atasözü ile bitirelim: “Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa kesinlikle altını kirletmiştir. 17/03/2017


Freud'a rahmet okutacak sapıklık örnekleri *

Ülkemizde sapık ve taciz olayları eksik olmuyor. Her yaştan sapıkla karşılaşabiliyoruz gün be gün. Açığa çıkan ve haber konusu olan taciz olayları gizli kalanların yanında devede kulak misalidir. İşin garibi azalacağı yerde anormal bir şekilde bir artış söz konusu. Bir iki taciz olayına değinerek konuyu işlemeye çalışalım:

Selçuk Üniversitesi Kampusu'ne giden üniversite öğrencisi bir genç kız, tramvaya binip oturdu. Karşısına da özel bir kız öğrenci yurdunda aşçı olarak çalışan 5 çocuk babası(67) M.Ü. oturdu. Pantolonlu olan genç kızın bacaklarına ve vücuduna bakarak tacizde bulunduğu öne sürülen M.Ü. pantolonunun içine daha önceden koyduğu kabağı okşamaya başladı. Bu durumu fark eden ve rahatsız olan genç kız da cep telefonunun kamerasıyla tacizi görüntüledi…Genç kız da, kaydettiği görüntülerle birlikte polis merkezine giderek şikayette bulundu. Genç kızın şikayeti üzerine çalışma başlatan polis, M.Ü.'yü dün bir tramvay durağında yakaladı. Polis, yaptığı üst aramasında M.Ü.'nün pantolonun kasık bölgesinde kabak buldu. İlk önce suçlamayı kabul etmeyen M.Ü.'nün daha sonra suçunu itiraf ettiği belirtildi. M.Ü.'nün ilk ifadesinde uzun süreden bu yana cinsel hayatı olmadığını ve kendisini tatmin etmek için böyle bir şey yaptığını söylediği öne sürüldü.” (DHA)

“Soyunma kabininde taciz edildiğini iddia eden D.E.(17) ise şikayetçi olduğunu belirterek, "T.S. (23), mağazada en çok güvendiğim kişiydi. Daha önce de birçok kez belim ağrıdığında kıtlatma yapmıştı. Sürekli ayakta çalıştığımız için belimiz ağrıyordu ve elimizle yumruk yapıp kıtlatma diye adlandırdığımız masaj yapıyorduk. Ben soyunma kabininde otururken yanıma geldi. Ben de 'Ağrıyan belimi kıtlat' dedim. 2 yumruğuyla belime bastırdı. Bu sırada giysim açılmış ve tenimi görünce de bana 'Ben çok kötü oldum' dedi. Yüzü kızardı. Ben kabinden çıkmak istedim. Bu sırada bana tacizde bulundu. Kabinden çıktım ve şikayetçi oldum.” (Anadolu’da Bugün gazetesi)

Şimdi ilk habere gelelim. Sapığımız 67 yaşında. Öyle zannediyorum, yaşından dolayı herkesin saygı gösterip yer verdiği bir kişi. (Yer verilmediği zaman da edep kalmamış diye ahlak abidesi kesilen biri) Üstelik toplu taşıma araçlarına da sınırsız bir şekilde ücretsiz binme hakkına sahip. Bu şekil azgınlara bizde: “Kırkından sonra azanı teneşir paklar” denir. Burada bu durumu değerlendirirken tramvay veya otobüslerdeki karşılıklı koltukları da sorgulamak lazım. Birbirini tanımayan kimselerin yan yana veya karşılıklı oturduğu bir ortam. Yanına veya karşına oturanın hırlı mı, hırsız mı, sapık mı olduğu bilinmez. Bahtına artık. Sahi bu araçlarda karşılıklı oturma düzeni farz mı, vacip mi? Bu araçları bize kazandıranların satın alırken tercih hakkı yok mu?

İkinci taciz olayı ise birinciyi aratmayan cinsten. Mağazanın bayan-erkek soyunma odası niçin ayrı değil. Kızımız belini kıtlattıracak kimseyi bulamamış mı? Kediye ciğer teslim etmek gibi bir şey bu. Bizde toplum içerisinde polis herhangi bir kimsenin üzerini yoklayacağında bayanı bayan, erkeği de erkek kontrol eder. Eski köye yeni adet getirmenin alemi yok. Ayrıca erkek mağazada en çok güvendiği kişiymiş. Zaten bizde kötülük yapanların çoğu önce güven verir. Bu arada kıtlatma kelimesini de ilk defa duyduğumu belirtmek isterim.

Niyetim tacizi masum göstermek falan değil. Sapık sapıktır. Ne yaşı bellidir, ne de başı. Freud’a rahmet okutacak ne sapıklıklarımız çıkacak gün yüzüne…  Bu tür nahoş hareketler ne ilk ne de son olacağa benziyor. Öyle  zannediyorum bu iki olayın kahramanı da ifadesi alındıktan sonra hiç nezarete atılmadan mağdurelerden önce çıkmıştır. Hiçbir şey olmamış gibi işine-gücüne/sapıklığına dönmüştür tekrar. İfadeden sonra salıverme işinin Türkçesi: “Bu yaptığın suçun yanımızda zerre değeri yoktur, biz seni sadece şikayet olduğu için buraya kadar yorduk. Daha sende ne cevherler var. Şimdi salıyoruz, haydi göreyim seni aslanım” demektir. Uçkuruna düşkün bu tipler iflah olur mu olmaz. Niye olsun ki? Ceza yok, dışlanma yok. Daha nicelerinin psikolojisini bozacak? Bekleyip göreceğiz.

Hazır  AB ile köprüleri atmışken yetkililere düşen Ceza Kanunumuzda yeni düzenlemeler yaparak bu tür cinsi sapıklara hak ettiği cezanın verilmesini sağlamak. Başka türlü önüne geçilemeyecek. Aslında en güzeli böylelerini hadım etmek ama bunu da ilkel bulanlar çıkar. Bu yol kesin çözümdür. Kulağına küpe olur. Bu yolun yolcularına da darbı mesel olur. 17/03/2017

* 05/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Mart 2017 Perşembe

Oyunların cahiliyim

Facebook sayfama girince kırmızı renkli 1,2,3 rakamlı 'bildirim' gözüme çarpar. Daha sayfayı açmadan müşterisi olmayan paylaşımımı, yolunu şaşırmış biri beğenmiş diye  önce seviniyorum. Kimdir bu beğenen cins adam diye açıyorum. Karşıma: "Falan sana bilmem ne oyununu oynama isteği gönderdi" bildirimini görüyorum. Bu sefer de üzülüyorum.

Beni önce sevindiren sonra da üzen azim ve kararlı oyun isteği gönderenler! Beni bir an için mutlu ettiniz. Allah da sizi mutlu etsin, mutluluğunuz benim gibi kısa sürmesin. Tamam siz kazandınız, oyun oynamada ben de varım artık. Ama gönderdiğiniź oyunları oynamayı bilmiyorum. Bana bir iyilik daha yapın, gelin bu oyunların  nasıl oynanacağını önce bana öğretin.

Aslında size kızarken gıpta ediyorum biliyor musunuz. Sizdeki bu azim ve gayret bende olsa siyasete atılırım. Ya bir partiye katılır ya da yeni parti kurarım. Ülkede her şeyde kota var siyaset ve parti kurmada kota yok. Bütün oyunları kaybetsen de yine oyun oynamaya devam ediyorsan siyasette de hep kaybetsen de kazansan da yine yoluna devam edebiliyorsun. Oyun isteği gönderdiğiniz halde cevap alamayıp tekrar tekrar oyun isteği gönderiyorsunuz ya. İşte siyaset de böyle. Halk oy vermese de yine tekrar tekrar gidiyorsunuz...Bu da benim size tavsiyem. Haydi göreyim sizi
Not:Bu gariban satranç dışında tüm oyunların cahilidir. 15.03.2015