12 Mart 2017 Pazar

Avrupa'nın maskesi düştü *

Öncelikle söyleyeyim. Bu yazı Avrupa’ya bir teşekkür yazısıdır. Onlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Biz, medeni görünümlü Avrupa’nın nemenem bir canavar olduğunu biliyorduk da içimizdeki Batı aşıklarına bir türlü anlatamıyorduk. Aramızdaki Batı hayranları bizi Avrupa ile bir ve beraber olmamız için çabaladı durdu yıllar yılı. Çünkü içimizdeki -bizden görünen- İrlandalılar’a  göre demokrasi, insan hakları, üretim, bilim, teknoloji, çağdaşlık, zenginlik, görgü, gelişmişlik…insanlık adına faydalı ne varsa hepsi Avrupa’daydı, tüm kazanımlarının temelinde sömürgecilik yattığını göz ardı ederek…

Almanya ile başlayan, Hollanda ile devam eden nezaket kurallarına uymayan diplomatik kriz öyle zannediyorum bizi bize getirecek. Çünkü dünün karanlık çağı olan Orta Çağ’ını yaşayan  medeni(!) Avrupa gerçek yüzünü göstermeye başladı. Takkesi düştü, keli göründü. Türkiye’nin 15 Temmuz direnişiyle birlikte Avrupa ne yaptığını bilemez oldu. Çünkü tüm planları boşa çıktı. Zaten darbe püskürtülünce bir ay kendine gelememişti. Şimdi de eceli gelen köpek cami duvarına işer misali Türkiye’ye karşı aklı sıra tedbir almaya çalışıyor. Türkiye onlardan bağımsız hareket ettikçe, karşılarına geçip söz söyledikçe, onlara karşı geldikçe kuduruyorlar. Çünkü 1739’dan beri sözlerinden çıkmayan emir eri bir ülke vardı karşılarında. Ne demişlerse başımız üstünde yerleri vardı. Şimdi ise söz dinlemeyen bir Türkiye var karşılarında.

Avrupa hiç bu kadar aciz kalmamıştı, acziyetini itiraf etmemişti. Türkiye’den bir bakanın gelmesine bile tahammül edemiyor, yolunu kesiyor, uçağın iniş iznini iptal ediyor, toplantıları iptal ediyor, aracını vinç ile çekme yoluna gidiyor. Bu durum Avrupa’nın bittiğinin bir işaretidir. Asya ve Afrika insanının kan, ter ve gözyaşının üzerine kurdukları medeniyetleri çatırdıyor.  Fikir, düşünce özgürlüğü havarisi kesilen Avrupa dara düştü mü dişini göstermeye başladı. Çünkü Türkiye onların suyunu bulandırıyor. Zaten bir insanın gerçek yüzünü görmek için onu sinirlendireceksin. Sinirlendi mi numara yapamaz, gerçek yüzünü gösterir. Ortada ne insan hakları kaldı, ne fikir, ne de vicdan hürriyeti. Halbuki medenilik  kim bunlar kimdi? Bunlar dünün vahşi batısı idi. “Dağdan inme, sonradan görme, ne oldum delisi, gök görmedik” denir bizde böyle tiplere. Dünün kan emicisinden, kendi mutlulukları için Asya ve Afrika’yı sömüren, birinci ve ikinci dünya savaşlarını çıkaran ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan katil sürüsünden medeni mi olur? Akif, İstiklal Marşı’nda: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyerek bunları ne güzel tasvir etmişti. (Dün İstiklal Marşı’nın kabulünün 96.yılı idi. Merhumu rahmetle anıyorum.)

Sömürdükleri devletlerden bir bir atılan Avrupa tüm kozlarını oynayacak bundan sonra. Çünkü sömürmeden yaşayamazlar bunlar. Türkiye’yi yanlarına çekemeyen Avrupa bundan sonra daha da hırçınlaşacak. Çünkü deniz bitti, kum göründü artık. Ekonomik dar boğazda Avrupa. Yeni açılımlar bulmak zorunda. Çünkü onlar sömürdükleri Afrika gibi aç kalamazlar. Yüzyıllardır yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. Aç kalmaktan korkuyorlar. Mazlumların ahı elbet çıkacak bir gün. Bunlar bunu biliyorlar. Çünkü ne ekerlerse onu biçerler. Bunlar sünnetullahı değiştirmeye çalışıyor. Biz ettik, siz etmeyin dercesine. Kimse zulüm ile abad olmaz. Geleceği bilemem ama yaptıklarının bedelini kat be kat verecekler. Buna canı gönülden inanıyorum.

Bir söz de bizim siyasilere... Ne işiniz var Avrupa’da. İlla oradaki vatandaşlarımızla yüz yüze gelmeniz gerekmez. Kalpten kalbe de geçiş var. Avrupa’daki vatandaşlar mesajı aldı. Sandıkta gerekeni yapacaklar. Dünya uğraşsa Avrupa’yı bu şekilde rezil-rüsvay edemezdi. Sayenizde maskara oldular. Siz Anadolu’nun elleri nasırlı insanların evlerini aşındırın, onların ayaklarına gidin. 12/03/2017

* 13/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2017 Cumartesi

Belediyeler hizmette sınır tanımıyor...

Davulun sesi uzaktan gür gelir denir. Belediyeler de bana uzak kurumlardır. Çünkü içinde değilim. Onlar hakkında sadece gözlemlerime dayanarak fikir yürütebilirim.

Gördüğüm kadarıyla Türkiye'deki en rahat kurumlardır belediyeler. Hem çalışan hem de başkanlar açısından. Belediyelerin çalışmalarını, yaptıklarını, ürettiklerini, tasarruflarını, alım ve satışlarını, imza attıkları projeleri ciddi bir şekilde inceleyen, irdeleyen iç ve dış denetim var mıdır? Nice zamandır kafamı kurcalar. Belediyelerin hizmet alanı nereye kadardır? Bilen var mı? Çünkü gördüğüm kadarıyla belediyelerin girmediği yer, burnunu sokmadığı bir alan yoktur. Öyle zannediyorum kraldan daha kral, ülkeyi yöneten hükümetten daha hükümet. Hükümet yapacağı bir şey için Meclis'ten kanun, anayasa çıkarılmasını bekler. Tüzük, yönetmelik, genelge çıkarır. Kendisini sınırladığı alan dahilinde hareket eder. Herkesin de haberi olur. Belediyeler ise sanırım encümen kararıyla her şeyi yapabiliyor. Kararlardan da kimsenin haberi olmaz. Yapılan icraatlarıyla haberdar olabiliyorsun ancak.

Alan geniş, yetki sınırsız -gibi- olunca belediyelerimiz yerinde ve ihtiyaç olan kararlara imza atabildiği gibi uçuk-kaçık icraatlarda da boy gösterebiliyor. Ya da önceliklerimiz arasında olmayan projelerle karşımıza çıkabiliyor. Bir belediye ölmez eserleriyle anılması gerekiyor, günü kurtaran faaliyetlerle değil. Şehrimizi yöneten başkanları yıllar sonra hangi icraatlarıyla anacağız? İşte şu gördüğün ölmez eser falan başkana ait denebilecek kaç eser sayılabilir? Evladiyelik eserden ziyade günü kurtarır, vaziyeti idare eder icraatlarla kamu malı yersiz kullanılıyor diye düşünüyorum.

İmkanları iyi olan büyük belediyeler nereye para harcayacağını bilemiyor. Eskiden çocukları toplu sünnet ettirirdi yılda bir. Şimdi ise tüm dernek, vakıf ve STK'lara sponsor oluyor. Bunların yaptığı organizasyonlara destek oluyor, yapılan yarışmaların hediyelerini alıyor. Okul yöneticilerini beş yıldızlı otellerde ağırlıyor, çalıştaylar düzenliyor. Park-bahçeyi saymaya bile gerek yok. Yeter ki başkanın aklına yatsın. Mesela at mı gördü? Bizim belediyemizde niye olmasın. Hemen zabıta daire başkanlığı için şehir içinde kullanılacak at alır. Amaç nostalji değil mi? Alt yapının yanında biraz da seyir zevki gerekiyor. Diğer rutin işleri yapsa ülke çapında pek haber değeri taşımaz. Ama ata yapılan yatırım Türkiye’de ilk olunca basında geniş bir şekilde yer alırsın. Günlerce gündemde kalırsın. Reklam reklamdır. Kötüsü olmaz. Bunu garip bulan birkaç cins çıkar ama olsun. Bunları da idare etmek lazım. Maalesef yaptığın hizmeti takdir etmeyecek böyle birkaç densiz çıkar her yerde. Halbuki şehir içinde atları piyasaya hizmet amacıyla sürmek nice insanlara yeni istihdam kapısı açacaktır. Bu atlara kalacak yer, saman, yem, seyis, nalbant, sürücü...vs lazım olacak. Atlar caddeyi pislediği zaman pisliğini temizleyecek elemana ihtiyaç olacak. Bak göreceksin, kaç kişi ekmek yiyecek bu atlardan. İşin kaymağını da atları satan zaten yedi işin başında.  

Büyükşehir Belediye Yasası ile birlikte sembolik belediyelik olan ilçe belediyelerinin işini de büyükşehir belediyeleri üstlenince küçük belediyeler ne yapacak? Onlar da birbiri ardına ilginç projelere imza atmaya başladılar. Mesela bu durumda bir belediye, belediye sınırları içerisinde yeni doğan bir çocuk için ‘Çocuk dürüsü’ hazırlayabilir. İçerisinde çamaşırından çantasına, çocuk arabasından bezine, ıslak mendilinden çorabına varıncaya kadar bir çocuğa lazım olacak malzemeyi bohçanın içerisine koyarak yeni doğan çocuğa hayırlı olsun ziyaretine gidebilir. Güzel fikir değil mi? Yağma Hasan’ın böreği nasıl olsa. Bundan iyi proje mi olur? Vatandaşın mutlu gününde yanında olmak gerekiyor. Zaten yapılacak bir hizmette kalmadı. Bundan sonrası başkanlarımızın maharetine kalmış…

Böyle ilginç ve garip hizmetlerden alan razı, veren razı ise, herkes memnunsa bize de alkışlamak düşer.  Sen yan da böyle projelerin olmadığı zaman da doğduğuna yan... 11/03/2017


10 Mart 2017 Cuma

Saçın-sakalın, sarığın-cübben senin olsun!

Dindarlığımızın resmidir !
Birisi Hz Ömer’in yanında bir başkasını övüyormuş. Hz Ömer’in: ­-Sen bu adamla yolculuk yaptın mı” sorusuna adam: Hayır cevabı veriyor. Ardından Ömer: -Sen bu adamla alışveriş yaptın mı” der. Adam: Hayır der yine. Ömer: “Sen bu adamla komşuluk yaptın mı” diye sorar. Adam yine hayır deyince, Ömer adama: “hayır, vallahi! Sen bu adamı tanımıyorsun” diye söyler.

Hz Ömer: “Ey İnsanlar! Hiç kimsenin namazı ve orucuna bakarak onu değerlendirmeyiniz .Lakin kişinin konuşunca doğru konuşup konuşmadığı ile kendisine bir şey emanet edildiğinde onu koruyup korumadığına bakın siz.” Der. Hz Muhammed de: "Kişinin namazı, ibadeti sakın sizi aldatmasın. Siz, Onun dirhem ve dinarla olan münasebetine bakın…”buyurmaktadır.

Bu konuda verilecek örnekleri ve sözleri çoğaltabiliriz. Aslında insanlar zor  zamanda belli olur. Şekline şemailine bakarak bir insanın iyi-kötü, güvenilir-hain…olduğu bilinemez. Bu kriteri bilmemize rağmen toplumumuzda bir kişi hakkında ya şekline-şemailine, saçına-sakalına,  ya makam-mevkisine, ya da namazına, niyazına bakarak hakkında kanaat belirtiriz. O kişiye güveniriz. O kişi beklemediğimiz bir davranışı yapınca da apışıp kalırız. Sonra söylenmeye başlarız: Bir de namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gitti geldi, üstelik sakalı var. Ağzından hiç ayet-hadis düşmüyor…gibi. İbadetlerin her birinin insanı ahlaki yönden gelişmesi için katkısının olduğu muhakkaktır. Fakat hiçbir yerde namaz kılan iyidir, sakalı olan mükemmeldir…siz bunlara güvenin demez. Buna rağmen güvenip yarı yolda kaldığımız çoktur. Aşağıdaki hikaye de tam bu durumumuzu anlatan bir hikayedir:

“Güvercinin biri yeşil bahçelerin üzerinden uçarken konup karnını doyuracağı güvenli bir yer aradı. Aşağıya doğru bakınca, bağında çalışan sakallı, sofu görünümlü bir ihtiyar gördü.
Kendi kendine, "Bu insan dindar biri olmalı, bana bir zararı dokunmaz" deyip bahçenin bir köşesine kondu ve yerdeki otlardan yemeye başladı.
Sakallı ihtiyar bunu fark etti; yavaştan yanındaki asasına davrandı ve güvercine doğru fırlattı. Hedef isabetle vurulmuş, güvercinin her iki ayağı kırılmıştı.
Sorun şeriat mahkemesine intikal etti. Adil hâkim, sofu görünümlü ihtiyarın da iki bacağının kırılmasına hükmetti: Kısasa kısas.
Tam bu esnada güvercin itiraz etti ve:
'Hayır efendim onun ayaklarının değil, sakalının kesilmesini istiyorum' dedi.
- Hakim: Peki neden?
-Güvercin: 'Çünkü beni yanıltan onun sakalıydı. Eğer onun sakalını kesmezseniz daha benim gibi niceleri aynı yanılgıya düşebilir.
Hakim bu itirazı yerinde buldu ve durduğu yerin hakkını verememiş, saf kalpli güvercini yanılgıya sevk etmiş olan sakalın kesilmesine hükmetti.”

İnsanları tanımak için insan sarrafı olmak gerek. Yukarıdaki kriterlerden bir veya bir kaçını test etmekte fayda vardır. Haydi bir defa kandık/kandırıldık. Bir delikten ikinci defa ısırılmamak gerekir. Ayrıca giydiği elbise ile bir camiayı temsil ediyorsa bu görevi yapanların daha hassas olmalarında fayda vardır. Sakala halkımızın yüklediği anlam büyüktür, başörtüsüne ayrı bir değer vermektedir. O zaman sakal koyanın, başörtüsü takanın, bir camiayı, bir görüşü temsil edenlerin milleti kandırma gibi bir lüksleri olamaz. Olan da temsil ettiği camia ve değerlere olur. Çünkü halkın bunlara güveni kalmaz.

Senin saçın-sakalın, sarığın-cübben, okuduğun ayet ve hadis insanlara güven vermiyorsa allameyi cihan olsan, dünya senin olsa kaç yazar? Senin olsun hepsi...10/03/2017




"Allah'ım! Sana bir misafir gönderiyorum. Onu da sen ağırla!"

 -Kıssadan hisse-
“Günahkâr bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak, diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah'a...
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi. Hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının. Güç-bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam. Karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü...
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti.
— Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimki...
Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
—O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapattı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı. Cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
—Onu nereye götürüyorsun? Mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden, dedi.
Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;
—Şuracığa gömeyim adamımı, dedi. Kimseler rahatsız olmaz burada...
Tam o anda bir ayak sesi duydu. İrkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.
— Dert etme, dedi. Ben yardım ederim sana.
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı Muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da "İmam Efendi, İmam Efendi..." diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
— Bir rüya gördüm, dedi Muhtar! Hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun, diyordu.
Rüyayı duyan İmam’ın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. "Gel hele, içeri gel.." demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan bağırıyordu:
—Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor bir yandan aralarında konuşuyorlardı: Bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır'dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşallah, dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
— Ben garip bir kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu...
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi:
— Allah’ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...”

Alın size kıssadan bir hisse. İbadetin az da olsa devamlı olanı, duaların ise samimi ve içten olanı kabul edilir diye bilirim. Yaptığımız duaların ne zaman kabul olacağını bilemeyiz elbette. Ayrıca para ile imanın kimde olduğu bilinmez denir bizde. Gördüğünüz gibi dağdaki bir çobanın duası kabul ediliyor bu hikayede. “Üstünlüğün takva (Allah’a karşı sorumluluğunu taşıyan kimse) ile olduğu belirtilir ayette. Rabbim duaları kabul olanlardan eylesin. Kimi kimseye muhtaç etmesin. Hikayeyi Mehmet CÖMERT kardeşim whatsapp aracılığıyla göndermiş. Kendisine teşekkür ederim. 10/03/2017



Okullarda yapılan kazanım değerlendirme sınavları

Okullarda 'Kazanım değerlendirme sınavları' yapılır. Namı diğer 'Deneme sınavı'nın adının değiştirilmiş şekli. Zira okullarda deneme sınavı yapmak Bakanlıkça yasaklanmış durumda. Her şeye bir çözüm buluyorsak bunu da kılıfına uyduruyoruz.

Ders saatleri içerisinde yapılır. Böylece üç ders saati sınavlara gider. Okullarda belirli periyotlarla yapılır. Faydası var mı? Tartışılır. Çünkü kişiye göre değişir. Almak isteyene faydalı. Zira gördüğü konulardaki bilgisini test ediyor. Öğrenci zamanla yarışmayı, zamanı iyi kullanmayı ve doru tekniğini öğrenir. Sınavda yapamadığı soruyu öğrenme yoluna gider daha sonra. Almak istemeyene hiç faydası olmaz. Üç ders saati boşu boşuna harcanmış olur. Çünkü derste gözü olmayanın denemede de gözü olmuyor. Bu yüzden deneme olsun istemez. Çünkü kaç net yapıp yapmadığı ortaya çıkacaktır. Velisinin yanında mahcup olma durumu da vardır. Bu yüzden öğrencilerin çoğu deneme sınavlarına pek girmek ve gerçek ile yüzleşmek  istemezler. Hatta deneme sınavı yapılacağı günü bilseler o gün okula gelmezler veya isteksiz gelirler.

Sınav başlar başlamaz sınıf iki gruba ayrılır. Ciddi olarak kendini test etmek isteyenler. Bunların heyecanı görünüşünden belli olur. Sınav süresince soruları çözeceğim diye çabalar durur. Sayıları da azdır. Sınavda gözü olmayan büyük bir çoğunluk ise sınavın başında cevap kağıdını atmak suretiyle hemen kodlar. Bitirdim diye getirir, teslim eder. Geri kalan zamanda durdurabilirsen aşk olsun. Ya konuşur, ya lavobaya çıkar...sıkılır da sıkılır. Bu durumda dersi dolduran öğretmen onları gözlemlemek, rehberlik yapmak, sınavın düzenini bozmaya çalışanları uyarmakla vakit geçirmeye çalışır. Bu durumda öğretmen ders işlemekten daha fazla yorulur. Sınav dolayısıyla işlemediği konuyu bir sonraki derste yetiştirmek için daha fazla bir efor sarf etmek zorunda kalıyor.

Hasılı okul yönetimi kazanım değerlendirme adı altında sınav yapsa da, yapmasa da kimseye yaranamıyor. Sınav yaptırsa niye yapılıyor, sınav yaptırmasa bizim okulda niçin yapılmıyor eleştirisi gelir. Ne İsa'ya yaranır, ne de Musa'ya. 10.03.2017


Politize olmuşuz **

Bu ülkede hiç olmadığı kadar siyasete zaman ayrılır, nerede bir iki kişi görseniz konuşmaları arasında mutlaka siyasete yer vardır. Bu topraklarda 7 gün 24 saat, 365 gün, ömür boyu siyaset konuşulur dense abartmış olmayız.

İşin garibi herkes politize olmuş durumda. Bir partinin üyesi, delegesi, ilçe-il başkanı, encümen, milletvekili gibi profesyonelce siyaset yapanların yanında partide hiçbir görevi olmadığı halde yediden yetmişe amatörce siyaset yapanları da vardır. Bu işi amatörce yapanlar görevi itibariyle siyaset yapanlardan daha fanatik bir şekilde siyasetin içinde. Bilen de konuşuyor, bilmeyen de. Çoğu zaman da kırgınlık ve küskünlüklere sebebiyet vermektedir. Maalesef toplumca politize olmuş durumdayız. İşin garibi faydası da yok, birbirimizi üzmekten başka.

Siyaset konuştuğumuz kadar, siyasete önem verdiğimiz kadar işimize ve gücümüze yoğunlaşamıyoruz. Siyasete odaklandığımız kadar işimize yoğunlaşsak inanın çözemediğimiz sorun, üretmediğimiz katma değer kalmaz. Öbür dünyada öyle zannediyorum, vaktimizi nerede harcadığımıza dair sorulacak soru bizi epey terleteceğe benziyor. Bu dünyada ise zamanımızı boşa harcadığımıza mı yanalım, tartışırken kalp kırdığımıza mı yanalım, esas işimizi aksattığımıza mı yanalım?

Her gün siyaset yapmak, siyaset konuşmak aslında gelişmişlik düzeyimizi ve çapımızı da göstermektedir. Nietzsche: ‘‘Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’’ demektedir. Bu sözden sonra fazla söze ne hacet! Durumumuz ortada maalesef.

Bırakalım siyaseti meslek edinenler yapsın bu işi. Biz de işimize ve gücümüze bakalım. Siyasiler konuşsun. Önümüze sandık konduğu zaman en son biz konuşalım sandıkta. Başkasının fanatiği ve militanı olmayalım. Zaten faydası da yok. Çünkü herkesin safı belli... 10.03.2017

25/03/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Mart 2017 Perşembe

Ankara'nın mezarlarına bak!

İki yıl önce bir dostumun babasının vefatı üzerine Konya'dan dört arkadaşla birlikte Ankara Gölbaşı ilçesine giderek cenaze merasimine katıldık. Şehirde bir caminin havlusunda cenaze namazını kıldıktan sonra mevta,  cenaze nakil aracına kondu. Biz arabamızla kabristana gittik. Buraya kadar her şey normal seyri içerisinde devam etti. Mezara girdiğimiz zaman daha önceden belediye tarafından hazırlanmış çok sayıda mezar yeri gördüm.

Kepçe ile sıradan aynı hizada açılmış mezarların dört bir tarafına beton atılmış. Hazırlanan bu mezar yerlerinin üstü yine daha önceden hazırlanmış beton kapaklarla kapalı bir şekilde bekletiliyor. Mevtası olan kişi mezarlıklar müdürlüğünden defnedeceği mezarın numarasını alıyor. Çünkü her mezara bir numara veriliyor. Sanırım mezar yeri de paralı olsa gerek. Cenaze namazı evine yakın bir camide kılınıyor. Ardından  defin için belediyece belirlenmiş mezar yerine getirilerek hazır mezarın kapakları açılıp cenaze konduktan sonra hazır betondan yapılmış, kulplu üç kapak üstüne konuyor, beton kapağın üzeri kenarındaki az miktardaki toprakla kapatılıyor. Okunan Kur’an ayetleri ve yapılan duadan sonra işlem bu şekilde sona eriyor. Mezarlıktaki düzen ve tertip mükemmel denebilir. Fakat bana garip geldi. Demek ki Gölbaşı'nın defin işleri geçmişten günümüze bu şekilde devam ediyor diye düşündüm.

Bugün yine bir cenazeye katılmak üzere yolumuz Ankara Polatlı'ya düştü. Zira bir meslektaşımızın annesi vefat etmişti. Altı arkadaş Konya'dan Polatlı'ya gittik. Cenaze namazını kıldıktan sonra Polatlı Kabristanına gittik, cenazeye son görevimizi ifa etmek için. İki  yıl önce Gölbaşı Mezarlığında gördüğümüz manzaranın aynısıydı Polatlı’da da yapılan. Bu şekil mezar hazırlama ve mezarın dört bir tarafını betonla çevirme işi sadece Gölbaşı'na değil, tüm Ankara'ya ait bir gelenek dedim kendi kendime.

Defin işini hallettikten sonra mezarlığın içine yapılmış taziye evine gittik. Okunan aşırı şeriften sonra cenaze sahiplerine taziyelerimizi dileyip ayrıldık. Konya kültürüne göre farklı bir mezar kültürü vardı Ankara’nın...bunu öğrendik. Bir başka daha ayrıntı varmış benim farkına varamadığım. Onu da daha kabristandan ayrılmadan yol arkadaşlarımdan öğrendim: “Ceset kokusu geliyor” dedi hem de biri değil, birkaç tanesi birden. Esen rüzgarla birlikte ceset kokusu her yeri sarmış vaziyetteydi. Arkadaşlarım: “Cesetlerin kokması normaldir. Çünkü defnedilen cenazeler betonun içinde kalıp toprakla temas etmiyor. Toprakla temas etmeyince cenaze iyice çürüyünceye kadar koku devam eder” şeklinde bir açıklama getirdi. Yine yol arkadaşlarımızdan branşı Tarih olan meslektaşım: "Bunlar mezar değil, lahit" dedi. Gerçekten bu şekil bir mezar işini kim başlatmışsa hangi akla hizmetle başlattı, niyetleri nedir? Anlamak zor. Ankaralılar bu durumdan rahatsız değiller mi? Belediye bu hizmeti(!) değiştirmeyi düşünmüyor mu? Biliyorsunuz değer verdiğimiz cenazelerimizi toprağa gömme işini biz kargadan öğrendik. Karga zeki bir canlıdır. Yüzyıllardır gelen bu  toprağa gömme işini betonun içine gömme kimin aklı acaba? Yine biz biliyoruz ki ceset toprağa karışır. Çünkü topraktan geldik, yine toprağa gideriz. Her şey aslına döner misali. Sonra niye cenazeleri gömmek için acele ederiz? Beklerse kokmaya başlar, etrafı kötü kokular alır diye. Kanaatimce Ankara Belediyesi tertip ve düzen hizmetini bir tarafa bıraksın, bu yanlış uygulamadan vazgeçsin. Bu betona gömme fikrini ortaya atan kimse aklını kendine saklasın. Bizim eskiden beri gelen geleneğimiz yerinde kalsın. Haydi kokudan geçtik. Eskiden mezar soyguncuları vardı. İnanın bu şekil bir mezarı açmak, içinden cesedi kaçırmak daha kolay. Çünkü üzerine doğru dürüst toprak atılmıyor. Kötü niyetli biri geceleyin gelip mezarın üstündeki kapağı zorlanmadan bir harekette kaldırıp cesedi kaçırabilir.

Biz Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarından biri olan farzı kifaye  ibadetimizi icra ederek  yolcu yolunda gerek diyerek yola koyulduk, Ankara’dan uzaklaştık. Cesetlerin kokusunu da almaz olduk. Yolda gelirken ilkokulda çokça söylediğimiz bir türkü aklıma geldi: “Ankara'nın taşına bak/ Gözlerimin yaşına bak” şeklinde. Ankara dendi mi, taşı aklıma gelirdi küçüklüğümde, görmediğim bu şehrin. Çünkü türküden biz öyle öğrenmiştik. Mezarlarını görünce türküyü: Ankara’nın mezarlarına bak/Gözlerimin yaşına bak” şeklinde dillendirmeye başladım. Gösterişli bir şekilde mermerden yapılmış mezarları söylememe gerek yok. Zaten bunu biliyorsunuz…  09/03/2017