17 Aralık 2016 Cumartesi

Teröre karşı refleksimiz**

Geçen cumartesi verdiğimiz 44 şehitten sonra bu cumartesi de 13 şehit verdik teröre. Yarın veya haftaya hangi ilimizde ne kadar masumu daha şehadete göndereceğimiz meçhul. Anlaşılan bu ülkenin son neferi nefesini verinceye kadar şer odakları bu memleketin kanını akıtmaya devam edecekler. Bu memleketi bize dar edecekler.

Gönüllere hitap eden hamasi politika izlemekten ziyade bir satranç oyunu gibi soğukkanlı bir şekilde akılcı bir siyaset izlememiz gerekiyor. Kılı kırk yarmalıyız. Bin düşünüp bir konuşacağız. İcraat yapmayan konuşmalardan uzak durmalıyız. Konuştuğumuz zaman suçluyu ve tahrikçiyi yerinden kalkamayacak şekilde yerine oturtmalıyız. Devlet yemeyi, içmeyi bir tarafa bırakıp istihbarata önem vermelidir. Nerede birikmiş bir insan topluluğu varsa orada istihbaratımız olmalıdır, her türlü iletişim araçları kim olduğuna bakılmadan dinlemeye alınmalıdır. Sözün özü devlet uyumayacak, aldığı OHAL'i iliklerimize kadar hissetmeliyiz, her gördüğünden devlet şüphelenmelidir. Vatandaş şüphe duyduğu/gördüğü her hareket ve kişiden devleti haberdar etmelidir. En sakin/güvenilir  bilinen meskun mahaller de bile güvenlik tedbirleri had safhaya çıkarılmalıdır. Polis-asker sivil kıyafetle çarşıya çıkmalı ve görevini sivil kıyafetle icra etmelidir. Güvenlik güçlerinin bir yere intikalinde toplu taşımalardan kaçınılmalıdır. Görev yerine giderken saat mefhumu uygulanmamalıdır. Giriş ve çıkış saatleri sürekli değişmelidir. Farklı kapı ve güzergahlar kullanılmalıdır, küçük sivil araçlarla içerisinde 2-3 kişiyi  geçmeyecek şekilde görev icra etme yoluna gidilmelidir.

Bir olay oldu mu devlet aynı anda operasyonlara başlayabilmelidir.  En aşağısında en tepesine kadar devleti yönetenler konuşmayacaklar, sadece elleri ve beyinleri çalışacak. Meydanlarda, ekranlarda şer güçlerine meydan okumayacak. Devlet dediğin politika değil siyaset yapacak, saman altından su yürütmeyi bilecek. Kellim Kellim yapıp elde var sıfır olmayacak. Ses getirecek eylemlere imza atacak. Hepimiz şunu iyi biliyoruz ki bu ülke 7 düvelle çarpışmaktadır. Bir savaş halindedir bu ülke. Savaşlar konuşarak kazanılmaz. Çoğu zaman masada kazanılır. Meydanlarda konuşmadan önce diplomatik yollar son anına kadar kullanılmalıdır. Menfaat ilişkisine dayalı kişilikli bir dış politika izlerken yerine göre bir tilki gibi kurnaz olabilmelidir.

Kurtlar sofrasında size ekmek yok, içinize kapanın, kurduğumuz düzeni bozamazsınız mesajı veriyorlar. Kabuğumuzdan çıkacaksak önce diplomatik yollar tüketilmelidir. Bu aşamada köre kör, sağır sağır, katile katil dememeliyiz. Yoksa bana dokunmayan bin yaşasın dünyasında haklı olduğumuz bir çok konuda yalnızlara oynamaya devam ederiz. Doğum öncesi sancıya benzeyen bu kötü günler daha çok kan akıtacağa benziyor. Allah milletimize zeval vermesin. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar, kederli ailelerine başsağlığı diliyorum. İnşallah ödediğimiz son bedel olur. Mutlu ve huzurlu günlerin başlangıcı olur.

Yarabbi! Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günahların bedelini ödüyoruz. Çok bedel ödedik, çok kan ve can verdik, takatımız kalmadı. Sen merhametlilerin merhametlisisin.  Anadolu'ya sıkışmış, boğmaya çalışılan bir ülkeyiz. Savunma halindeyiz hep. Bu ülke halihazırda ikinci bir Hendek Savaşı yürütüyor, görünen ve görünmeyen hizip ve gruplara karşı. Çoklu devletler üzerimize ayak takımlarını göndermeye devam ediyor.

Mazlumların sesi olmaya namzet bu ülkeye yardımın ne zaman? Fethi ne zaman göreceğiz? 17.12.2016

**17.12.2016 günü Ladik.biz de yayımlanmıştır.

17-25 Aralık 2013 *

Türkiye, seksen öncesi tohumları atılan ve 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte neşvünema bulup aşağı yukarı tüm hükümetler tarafından bilerek veya bilmeyerek desteklenen din ve eğitim görünümlü  bir ihanet şebekesinin gücünü -yargı, emniyet, harbiye ve basın  başta olmak üzere her alanda kadrolaşmasını tamamladıktan sonra- 07 Şubat MİT krizi ile  gördü.

MİT krizinde istediğini elde edemeyen kuzu postuna girmiş bu maşa örgüt, devlet erkanının Mevlana törenleri için Konya'da olduğu bir esnada 17 Aralık günü yeni bir operasyona imza attı. İçlerinde 4 bakan, 3 bakan oğlunun da bulunduğu 61 kişi hakkında "yolsuzluk ve rüşvet soruşturması" başlattı. Polis, savcı ve hakimler başrolde idi. Düzenek hazırdı: Savcı iddia edecek, polis yakalayıp getirecek, hakim de yargılayacaktı. Basın ise operasyonun haklılığını ispatlamak için kamuoyunda bir "yolsuzluk" algısı oluşturmaya çalışacaktı.

Devlet kısa bir sendelemeden sonra toparlandı. Hükümete karşı yapılan bu yargı operasyonunu püskürttü. Olayda görev alan hakim, savcı ve emniyetçilerin görev yerleri değiştirildi.  Muhalefet ve medya mal bulmuş mağribi gibi adına yolsuzluk ve rüşvet denilen operasyonun gönüllü fedaisi oldu. Ardından tapeler geldi. Bakan ve başbakanın konuşmaları medyaya servis edildi. Yüce divan sesleri yükseldi. Ana muhalefet grup toplantısında tapelere yer verdi. Türkiye her güne geceden servis edilen yeni bir tape ile uyandı. Hırsızlık yapılırken ayakkabı kutuları kullanılmıştı. Halkın belleğinde ayakkabı kutuları kaldı. TV'lerin değişmez tartışma konusu da böylece belirlenmişti. Her olayda olduğu gibi hükümeti destekleyenler ve saldıranlar olarak görevler icra edildi ekranlarda.

Oluşturulan algıya göre yolsuzluk göze çarpıyordu. Ana muhalefette yıllar yılı siyaset yapmış, partisinin duayenlerinden olan emekli eski büyükelçi Şükrü ELEKDAĞ, katıldığı bir TV programında: "Bu, hükümete karşı yapılmış bir darbe" sözüyle olayın geri planını dillendirmişti. Hırsızlık var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Ama ardından gelen 25 Aralık operasyonu ile birlikte Türkiye, "17-25 Aralık" adında yeni bir belirli gün ve haftaya daha sahip olmuştu:  Hükümetle, cemaat görünümlü yapının arasındaki pamuk ipliğine bağlı birliktelik koptu. Hükümet onları, onlar da hükümeti yok etmek için tüm kozlarını oynadı. Yapı ile mücadelede 17-25 Aralık milat kabul edildi. Gün geçmesin ki yapının bir hezeyanı ortaya çıkmasın. MİT tırlarına karşı yapılan operasyonlar izledi ardından.

Hükümet pansuman tedbirlerle olaya müdahale etmeye çalışırken dış destekli ihanet şebekesinin, son vuruşunu gerçekleştirmek için kanlı bir geceye hazırlandığını millet, 15 Temmuz 2016 gecesi şahit olacaktı. Maalesef bu son vuruş binlerce kişinin yaralanmasına ve 250 kişinin ölümüne sebep oldu. Türkiye yıllar öncesi terk ettiği OHAL'e yeniden geri döndü.

Devlet 15 Temmuz kanlı darbe girişimiyle birlikte düşmanlığı alenen ortaya çıkan siyasetten uzak(!), din ve eğitim gönüllüsü ihanet şebekesiyle mücadele etmek için savaş açtı. Yapının bir numaralı sorumluları devletten hep bir adım önde olduğu için devlet maalesef esas sorumluları yakalayamadı. Hepsi kendilerine destek çıkan uluslararası sömürgeci devletlerin şemsiyesi altına sığındı. Devlet yapıyı temizlemeye çalışıyor. Ne kadar temizleyebilir bilinmez. Çünkü düşman görünür değil. Takiyyeyi prensip edinmiş durumda. Ama şu var ki yapının kalıntıları içimizde barınsa da geçmişin hoşgörü görünümlü bu ihanet şebekesine artık bu ülkede ekmek yok. Çünkü bu maşa örgüte devletin ve milletin verdiği kredi tamamen tükenmiştir. Bundan sonra bu ülkeye hangi hükümet gelirse gelsin aklı olan hiçbir siyasi, bu maşa örgütle iş tutmaz artık. Bu yapının sorumlularında biraz edep, haya ve utanma kaldıysa milletin yüzüne de bakamayacaklar.

Bugün/bu hafta uluslararası güçlerin, adına “hizmet hareketi” dedikleri maşa bir örgütü, yani ayak takımını üzerimize saldığının yeni bir yıl dönümü. Allah bu milleti ülkemizde gözü olanlara karşı korusun, birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat vermesin.

Düşüncesi ne olursa olsun samimi olarak bu ülkenin gelişmesi için çalışan kim varsa hepsine bu ülkede ekmek var. Ama hainlere asla. Bu da böyle biline. 17/12/2016

* 24/12/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Herkes kendi evinin önünü süpürmeli

İki  âmâ üzüm yerken biri diğerine üzümleri "çifter çifter yeme " demiş. Diğeri: "Kardeş, sen âmâsın, nasıl gördün çifter yediğimi " deyince, diğer âmâ: "Ben de çifter yiyorum"demiş. (iyi kopye çeken kopye çekeni hemen yakalar. Bu Çalan, çalanı bilir...Nasıl mı bilir? İnsan kendini tanımaz mı? Kim bilir belki de tecrübe konuşuyordur)

"Ey İman edenler! Siz kendinize bakınız.(kendinizi düzeltiniz) Şayet siz doğru yolda iseniz başkalarının sapıklığı size zarar veremez. Hepinizin dönüşü  Allah'adır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide 135) 17.12.2014

15 Aralık 2016 Perşembe

Rutin veli toplantıları

Babam ilk defa orta birinci sınıfta bir akrabamla beraber ziyaretime gelmiş, ikinci lise 3.sınıfta ziyaretime gelmek istemiş, fakat okulu bulamamış, birine sormuş, o kimse okula kadar babamı getirmiş, beni buldu, baban seni arıyor diye. Teneffüste 3-5 dakika görüştük hepsi o kadar.

Babamdan bana miras kalmış olmalı ki ben de çocuklarımın veli toplantılarına ancak bir defa katılabilmiştim. Veli toplantısı dışında da pek ziyaret etmedim. Katıldığım veli toplantılarında pek verim göremedim. Öğretmenle görüşmek için sıraya giriyorsun, arkada epey bir kuyruk oluşur, öğretmen oturur, güç-bela sırası gelen veli çocuğu hakkında farklı bir cevap almak için öğretmenle görüşmeye çalışır. Öğretmenin vereceği cevaplar klasiktir: "Çocuğu çıkartamadım, fotoğrafı var mı? Dur bende fotoğrafları var, tamam bildim, derse pek katılmıyor, çok konuşuyor, benden aldığı not fena değil, daha iyi olabilir...vb" cevapları alırsın. Bir veli olarak acaba çocuğum hakkında farklı bir cevap alabilir miyim diye heyecanla beklediğin kuyruktan çıkar, diğer öğretmenin sırasına girersin. Çoğu da senin e-okuldan veya sınıf öğretmeninden öğrendiğin notunu söylüyor: "Biraz daha çalışmalı, vasat bir çocuk, aslında çalışsa yapabilir, çocuğunuz bu okulu kaldıramıyor, bu okul ortaokula benzemez, çocuğunuz benim derse karşı ön yargılı, alt yapısı iyi değil..." şeklinde açıklama yapıyor bazısı. Veli: "Efendim ortaokulda sizin dersiniz hep 5 idi, TEOG'da da hiç yanlışı yoktu, hep ful çekti" deyince bu sefer öğretmen: "Ortaokulda notu yüksek veriyorlar, kolay soruyorlar, TEOG soruları da çok basit" gibi gerekçeler sunuyor. bazı veliler de sıra bana geldi nasılsa diyerek öğretmeni tutmaya çalışır, öğretmen klasik bir şekilde çalışmıyor dese de veli hala bekler, öğretmene sorular sormaya çalışır. Ama nafile: "Çocuğunuz çalışmıyor efendim!" cevabından başka sihirli bir cümle alamıyorsun. Bazı  öğretmenler de velinin: "Efendim ne tavsiye edersiniz" şeklindeki soruya öğretmen, coşar da coşar. Anlatır da anlatır, arkada ayakta bekleyenlere aldırmadan.

İstemeyerek de olsa bugün son numaranın veli toplantısına katıldım. Puanı düşük dersin öğretmenlerin müşterisinin fazla olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Sırası yoğun olmayan öğretmenlerin sırasına girdim. O öğretmenden diğerine mekik dokudum. Sadra şifa bir cevap alamadım. 7-8 öğretmenle görüşebildim. Son olarak müşterisi fazla olan bir öğretmenin sırasına girdim. Öndeki konuşmalara kulak misafiri oldum. Sırası gelen veli kendisini dünyanın merkezine koyuyor, biraz veli konuşuyor, biraz öğretmen. Veli hala gitmeyince başlıyor öğretmen vaaz vermeye. Dersinin öneminden başlıyor, nasıl ders anlattığından çıkıyor, hangi kitabı okuttuğunu söylüyor. Konuşuyor da konuşuyor. Benden iki önceki veliye öğretmen: "Efendim! Bu okul puanı yüksek bir okul, burası ortaokul değil. Burada sınıf geçmesi için çocuğunuzun 3.00 notunu tutturması gerekiyor..." anlatıyor da anlatıyor. Kim bu öğretmen, şunun yüzünü bir göreyim, bu adam hangi devirde yaşıyor dedim. Bir baktım. Bencileyin yaşı başını almış biri. Tamam her şeyi anladım da. Be kardeşim! Dersinle ilgili söyleyeceğini söyle, bilmediğin alana kayma. Senin anlattığın 3.00 geçme notu 2013'de yürürlüğe giren "Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği" ile birlikte değişti. Puanı 50 olan bir öğrenci sınıf geçebiliyor. Senin anlattığın Yönetmelik tarih oldu. Madem mevzuattan bahsedeceksin. Hiç olmazsa bir bak gel bari. 

Öğretmenden alacağım bir şey olmadığını anladım ama o kadar bekledim, ben de boyumun ölçüsünü alayım diye. Notunu söyledi. Zaten notu bende var. Teşekkür ederek ayrıldım. 

Dostlar alışverişte görsün türünden yapılan veli toplantılarının bir anlamı yok... En verimsiz günümdü desem inanır mısınız? Maalesef öyle oldu. Bir daha mı? Özel bir durum olmazsa  tövbe tövbe!.. 15/12/2016 

Çocuklarımıza iyilik mi yapıyoruz, kötülük mü?

Gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru ve geleceğimizin teminatı kabul ettiğimiz çocuklarımıza anne ve babalar olarak yaptığımız kötülüğü dünya bir araya gelse yapamaz.

Her anne-baba çocuğunun iyiliğini ister. Asla kötülüğünü istemez. Tüm çabası çocuğunun iyi yetişmesini sağlamaktır. Bu konuda anne babanın iyi niyetinden asla şüphe edilmez. Ebeveyn neredeyse çocuğuna saçını süpürge eder. Yeter ki geleceğini kurtarsın, rahat etsin, namerde muhtaç olmasın diye. Buraya kadar bir sorun yok. O zaman sorun nerede derseniz, sorun onları yetiştirirken uyguladığımız yöntemlerdedir.

Ben buna aşırı korumacılık diyorum. Bugünkü ebeveynlerin çoğu hastalık derecesinde çocuklarını korumaktadırlar. Elbette koruyacağız, korumayıp da ne yapacağız diye düşünebilirsiniz. Her şeyde olduğu gibi korumacılıkta da aşırılık zarar diye düşünüyorum. Biz çocuğumuzun bir dediğini iki ettikçe ilerleyen yıllarda bunu daha iyi hissedeceğiz. Genelimiz çocuklarımıza sorumluluk vermemekteyiz. Kendilerinin yapabileceği çoğu işleri bile biz yapıyoruz. Hayatın içerisinde pişirmiyoruz. İstiyoruz ki çocuğumuzun hiç sıkıntısı olmasın. Sıkıntısını kendi çözemeyen her defasında çözmeyi bizlerden bekler.

Büyüdükçe çocuğumuzun bazı huylarını beğenmiyorsak küçüklükte ona yaptıklarımızda aramamız lazım. Çocuk küçükken düştü mü? Bir yeri acımasa da ağlar. Sağına soluna bakınır, annem-babam gelsin beni kaldırsın diye. Gidip kaldırdık mı her defasında bizim gelip onu kaldırmamızı bekler. Gelmedikçe ağlama sesini yükseltir. Kafasını duvara veya masaya mı vurdu? Gidip ceza olarak masaya veya duvara vurursak çocuk sıkıştığı ve zorda kaldığı zaman hep mazeret bulacak, mazeret üretecektir. Çocuğumuzun ödevini elimize alıp yaptık mı? Her ödev yapılacağında ödev yapma bizim görevimiz olur artık. Çocuk biri ile kavga mı etti, ya da biri dövdü mü? Hemen sülalecek kavga etmeye gidersek çocuk her defasında benim arkamda koca ailem var, onlar beni hep başkasına karşı koruyacak düşüncesine kapılır. Bu durumda suçlu bile olsa suçunu bastırmak için yalan söyleme yoluna gidebilir. Tek taraflı dinlemek bizi yanlışa sürükleyebilir. Çocuğumuz bir dersten zayıf mı aldı? Çocuk zayıfa kızılacağını bildiği için hemen öğretmeni kötülemeye başlar. Sen de çocuğunun ağzıyla öğretmeni yargılamaya başlarsın. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Çocuğumuzu sokağa, başkasının kucağına bırakalım demiyorum. Çocuğumuzu dinledikten sonra karşı tarafı da dinlememizde fayda vardır. Her istediğini zamanı gelmedikçe almak yine çocuğumuza yaptığımız yanlışlardan biridir. El bebek, gül bebek büyütülenler hiç kendileri olamazlar.

18 yaşına kadar hiç sorumluluk vermeden  sadece okutmak yaptığımız yanlışlardan biridir. Belki de ekmek almaya bile göndermiyoruz, başına bir şey gelebilir diye. Okula servisle gidip gelir, kazara servis gelmese öğrenci belki de evinin yolunu bulamayacak neredeyse. Liseyi bitirdiği zaman bile her şeyi yine bizden isteyecek. Üniversitede iyi bir bölüm kazanır mı kazanmaz mı bilinmez ama, madem ki 18 yaşına geldi. Oldu olacak milletvekili seçilmesi için çaba sarf edelim bari. Nasılsa seçme yaşı 18'e düşürülecek. Zaten amacımız çocuğumuzun hiç sıkıntı çekmeden hayata atılması değil miydi?

Çocuk sizin, tercih de sizin. İstediğin şekilde yetiştir. Nasılsa sıkıntıyı sen çekeceksin. Bana kalırsa çocuk hayatın içerisinde pişsin iyice. Aç kaldığı zaman ekmeğini taştan çıkartabilsin. Sokakta kötülük görsün ki kötülüğün ne olduğunu bilsin. Hani adama demişler: Edebi nereden öğrendin diye. Adam da: Edepsizlerden öğrendim demiş ya. İşte öyle.

Anlatmak istediğim anne babalar bugün varız, yarın yokuz. Öyle bir nesil yetiştirelim ki, kendi ayağının üzerine durabilsin. Yoksa hazır yiyici bir evlat yetiştirmiş oluruz, vesselam... 15/12/2016

14 Aralık 2016 Çarşamba

Tamir sevaptır***

http://www.yenisafak.com/yazarlar/samihocaoglu/tamir-sevaptir-2827

Özel durumlar dışında, tamirciyle pazarlık etmem ve edilmesinden de hoşlanmam. Tamircilerin varlığını hep birer nimet olarak görürüm. Bizi “israf” günahından kurtardıklarını, vahşi kapitalizmin dişlisini bir yerinden kırdıklarını, hiç değilse yağlamadıklarını düşünürüm.
Meslek liselerine karşı malum güruhun irtikâp ettiği katsayı zorbalığını, herkes İmam-Hatip okullarını bitirmeye bağlar. Vakıa, bunda doğruluk payı büyüktür. Fakat bendeniz, bu sebep dışında bir başka sebebin daha olduğunu düşünürüm. O da, bu memlekette zanaatın, tamirin ve tamircinin bitirilmek istenmesidir. Bence bu sonuca hizmet eden her tür uygulama, bilerek veya bilmeyerek düşülen şeytani bir tuzaktır.
Gayri Safi Milli Hasılası 30-40 bin dolar olan kapitalist ülkelerde bozulanı atar, yenisini alırsın. Zaten kapitalizmin üretim ve tüketim çarkı da “bozulanı at, yenisini al” döngüsü üzerine kurulmuştur. Dünyanın kaymağını yiyen şımarık ve küstah azınlığın “kullan at” standardını sürdürmeleri, dünyanın geri kalanına kaça mal olmaktadır, hiç düşündünüz mü? Şu dökülen kanlarda, yıkılan ocaklarda, bir hiç uğruna açılan savaşlarda, bu azınlığın hayat standardını koruma endişesi başat rol oynuyor.
Modanın varlığı da bu döngüden besleniyor. İnsana yaratılıştan verilmiş olan merak güdüsü, çirkin bir istismara alet ediliyor. Değişiklik ve farklılık arzusu fıtridir. Bu fıtri arzu istismar edilerek, insan maymuna dönüştürülüyor. Bu durumun doğal sonucu olarak, tek tipleşme geliyor. Kendisi dışındaki her farklılığı elinde bulundurduğu siyasal, ekonomik, teknolojik ve bilişim-iletişim araçlarıyla yok eden kültürel hegemonya, yaptığı bu gelenek ve kültür yok ediciliğini, sözüm ona “bireylerin özgür seçimleri” imiş gibi takdim ediyor.
“Kullan at”çılık, insan-eşya ilişkisinin dayandığı ahlaki zemini de yok ediyor. İnsanın eşya ile ünsiyet kurmasını önlüyor. Kendisi ile ünsiyet kurulan bir eşya, artık sıradan bir eşya değil, görünce hatıralarınızı canlandıran bir “ayet”tir. Onu kullanırken, gayr-ı ihtiyari “saygılı” olmanız gerektiğini telkin eder size. Sizin için değerli olmayan bazı şeylerin başkaları için değerli olabileceği ahlaki hassasiyetini, bu sayede elde edersiniz. Bu hassasiyet size “eşya kullanma ahlakını” kazandırır.
Tamir, rahmettir. Sadece eşya için değil, her nimet için geçerlidir. Bozulan ikili ilişkilerimizi tamir etmez miyiz? Etmezsek, yüreğimiz Karaca Ahmet mezarlığına dönmez mi? “Kullan at”çı modernlerin insan ilişkileri de, “kullan at” sistemine aynı mantıkla eklemlenmedi mi? İlk bozulduğu yerde ilişkiyi bitirip, bozmak üzere yenisini arayan tipler, hangi hastalıklı ortamda ürüyorlar dersiniz?
Tedavi de nihayet bir tamir değil midir? Bedeninizde, arıza yapan her parçadan ilk bozulduğu yerde vazgeçseniz, manzaranın ne olacağını hiç merak ettiniz mi? Aynı şey aklımız, hafızamız, musavviremiz için de geçerli. Aklımız bozuluyor, imanımızla tamir ediyoruz. Hafızamız bozuluyor, kaynağımıza yeniden başvurarak tamir ediyoruz. Tasavvurumuz bozuluyor, vahiy ile tamir ediyoruz.
Aynı şey, bilgimiz, ilgimiz, tecrübelerimiz ve hatta imanımız için de geçerli.
Üç-beş ay önce bir hadise yaşadım. Otomatik kapımızın elektronik kartının bilgi yolu yanmış. “Bunu kim tamir eder?” dedim, “Yapsa yapsa Turgut Usta yapar” dediler. Aldım gittim, buldum Turgut Usta''yı. Küçük bir kablo parçası koyup lehimledi ve elime tutuşturdu. “Borcumuz?” dedim, “Ne verirsen ver” dedi, arkasından “Vermesen de olur” diye ekledi.
Söylemesi ayıp, takdir ettiğim banknotu usulca bıraktım, bir miktar da, ona yardım eden çırağa bıraktım; “Bu da sana, tamirciliği tercih ettiğin için” diyerek.
Görülmeye değer manzara ondan sonra yaşandı. Usta ayağa kalktı, sesi titriyordu; “Siz nereden geldiniz beyim?” dedi. Dedi ama gözleri, dokunsanız dökecek kadar doluydu. O duygu dolu anlarda kurduğu cümlelerden birini hatırlıyorum: “Tamircinin değerini bu millet tamircinin kökü kuruyunca anlayacak.” “Tamir sevaptır, ibadettir” diye mukabele ettim ve nedenini izah etmeye çalıştım.
Bu bir tasavvur meselesidir. Modernler, “bozulanı at, yenisine al” veya “kullan at” tasavvurlarını inşa eden öznenin, ceplerine koyduğunu harcıyorlar. Bunun sadece eşyaya değil, aynı zamanda Allah''a, insana ve çevreye de saygısızlık olduğunu unutuyorlar. Zira bu iş bir boyutuyla emeğe saygısızlıktır. Emeğe saygısızlık, fakire göre Allah''a saygısızlıktır.
Sözün özü: Tamir sevaptır. Tamircilerinizin değerini bilin.
*** Mustafa İSLAMOĞLU'nun 8 Aralık 2006 tarihli Yenişafak gazetesinde Sami HOCAOĞLU adıyla yazdığı yazısı.

İlahiyatçıları eleştirin ama cübbeli kadar değer vermediğinizi de bilin***

Öğrencilik yıllarımda Sheraton otelde laiklik temalı bir panele katılmıştım orada Doğu Perinçek'i ilk defa dinliyordum.
Aklımda kalan iki cümlesi var. Birincisi şuydu: “Kur'an'ın her yerinden kan akıyor.” Aynı panelde bulunan İsmet Bozdağ'ın ses çıkarmadığına ve Taha Akyol'un bu ifadeleri eleştirdiğine de tanık olmuştum. Bana anlamlı gelmişti bu tutum.
Bu yazının konusuyla ilgili olan ikinci cümle ise şuydu: “Müslümanların elinde bu kadar İlahiyat fakülteleri, bu kadar Kur'an kursları ve camiler var yine de Anadolu'da etkin olamıyorlar. Bize verin birkaç yıl içinde dönüştürelim.”
Hakikaten bu kadar resmi kurum ne işe yarıyor? Düşünsenize ilahiyat hocaları ve mezunları, imam hatip hocaları ve mezunları, camiler, Kur'an kursları, müftülükler vs. toplumun her kesimine ulaşma imkânı olan bu kadar yaygın kurumlar dini hayatın üzerinde ne kadar etkili olabilmiştir?
Son dönemde dini görünümlü terör örgütü Türkiye'nin başına bela olunca bilen bilmeyen düşünen düşünemeyen herkes “neden böyle oldu?” sorusu etrafında düşünmeye başladı
Suçlanan ilk kesim ilahiyatlar ve ilahiyatçılar oldu. Elbette İlahiyatçıların ve ilahiyat fakültelerinin Türkiye'nin dini hayatı ve dini anlayışları üzerinde etkisi olmalıydı. Ama ne yazık ki öyle olmuyor. Bu kesimin dini bilginin şekillenmesi konusunda pek dikkate alındığını söyleyemeyiz. Çorap alırken bile on “dükkan” dolaşan halkımız din konusunda ilk duyduğunu bir çora kadar bile araştırma yapma gereği duymada kabul etmektedir.
Toplumun her kesiminde herkesin kendine ait bir din anlayışı vardır. Ve ilahiyat camiasından beklenen de bu “en doğru” dini anlayışı meşrulaştırmak için bilgi ve argüman üretmektir, bu “istendik” din anlayışına ters görüş ortaya koymak “haddini aşmak” olarak diye bakılır bu kesimde.
Yani İlahiyatlar ilk kurulduğunda nasıl ki “laikliğin teolojisini meşrulaştırmak” için kurulmuş ise bu günde ilahiyat camiasından beklenen işlev bundan öteye bir şey değildir.
Dini aydınlanma (Aydınlanma felsefesi anlamında değil) gibi bir beklenti yoktur bu kesimden. Hatta her cemaat kendi dini anlayışını meşrulaştırmak için kendi ilahiyatçısı üretmeye çalışmıştır.
Bilindiği gibi FETÖ grubunun bir zamanlar en az mensubunun bulunduğu kesim ilahiyat camiasıydı. Öyle ki bir dönem “ilahiyatçıların şerrinden Allah'a sığınırım” sloganı bu çevrelere aittir. Uzun süre ilahiyatçıları devşiremeyince kendi ilahiyat fakültelerini ve kendi ilahiyatçısını ürettiğini biliyoruz.
Çünkü “operasyonel ilahiyatçı”ya ihtiyaç vardı. Gerektiğinde aksiyonerin vicdanını rahatlatacak ilahiyat bilgisinin yani “fetva”nın üretilmesi gerekiyordu. Gerektiğinde karşı tarafı “tekfir” edecek gerektiğinde beri tarafın “yüce amacı”nı yüceltecektir bu “operasyonel ilahiyatçı.”
Yani cumhuriyetin başından beri İlahiyatçılar senin dediğini yapmıyorsa, yaptıklarını meşrulaştırmıyorsa sen de “işe yarar ilahiyatçı üret” yaklaşımı hep vardır.
Kimsenin örneğin coğrafya veya deprem konusunda uzman olarak görüşüne başvurduğu jeoloji mühendisleri gibi gördüğü yok ilahiyatçıları. Bir çok insan ilahiyat camiasından bilgi almak yerine hala mahallesinde tanıdığı sıradan bir kişiden almayı tercih eder.
Bu toplumda esas otorite “din alimi”dir. “Din alimi” dururken kimsenin akademisyen ilahiyatçıları otorite kabul etmesini bekleyemeyiz. İlahiyatçılar olsa olsa “din alimi”nin düşünceleri için argüman üretme yetkisine sahiptirler, eleştiri ve itiraz hadleri değildir. Çünkü karşılarındaki ya kainat imamıdır, ya mücedditir, ya gavstır ya da kutbul aktaptır vs.
Peki bu gün yaşayan “din alimi” kimdir veya nasıl olmalıdır? Bu soruya herkes kendi mezhebine, meşrebine ve fraksiyonuna en yakın kişiyi “alim” kabul etmektedir. Mesela “kedicikler için “ Adnan Oktar dururken bir başkası muteber “alim” kabul edilebilir mi bu gün? Siz örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Basın da öyle davranıyor elbette. O da “Cübbeli” veya benzeri şov ve reyting değeri yüksek “hocalar” dururken akademik ciddiyete sahip ilahiyatçıların iş görmeyeceğini bildiği için o da “işlevsel” bakıyor.
Yani herkes işine yarayan ilahiyatçının peşinde. Sıradan her meslek gibi. Yani işini görecek mühendis aradığın müddetçe bu talebe arz yapacak mühendislik çalışmaları olacaktır. Benzer şekilde ilahiyatçılar da işlev için talep edilirse bu talebe de arz edilecek ilahiyatçı da ilahiyat bilgisi de her daim bulunacaktır.
Hakikati aramak yerine hakikati kullanmak temel amaç olduğu sürece hakikati parayı ve otoriteyi elinde bulunduran güce uyarlayacak kişiler bulunacaktır her zaman. Tarihte de günümüzde de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır.
O yüzden İlahiyat camiasını suçlarken biz “iş gören ilahiyat” mı arıyoruz yoksa hakikat mi arıyoruz sorusunu kendimize sormalıyız önce.

*** Mustafa ÇELİK'in 21/08/2016 tarihli Yenisöz gazetesinde çıkan yazısı..