Ana içeriğe atla

İlahiyatçıları eleştirin ama cübbeli kadar değer vermediğinizi de bilin***

Öğrencilik yıllarımda Sheraton otelde laiklik temalı bir panele katılmıştım orada Doğu Perinçek'i ilk defa dinliyordum.
Aklımda kalan iki cümlesi var. Birincisi şuydu: “Kur'an'ın her yerinden kan akıyor.” Aynı panelde bulunan İsmet Bozdağ'ın ses çıkarmadığına ve Taha Akyol'un bu ifadeleri eleştirdiğine de tanık olmuştum. Bana anlamlı gelmişti bu tutum.
Bu yazının konusuyla ilgili olan ikinci cümle ise şuydu: “Müslümanların elinde bu kadar İlahiyat fakülteleri, bu kadar Kur'an kursları ve camiler var yine de Anadolu'da etkin olamıyorlar. Bize verin birkaç yıl içinde dönüştürelim.”
Hakikaten bu kadar resmi kurum ne işe yarıyor? Düşünsenize ilahiyat hocaları ve mezunları, imam hatip hocaları ve mezunları, camiler, Kur'an kursları, müftülükler vs. toplumun her kesimine ulaşma imkânı olan bu kadar yaygın kurumlar dini hayatın üzerinde ne kadar etkili olabilmiştir?
Son dönemde dini görünümlü terör örgütü Türkiye'nin başına bela olunca bilen bilmeyen düşünen düşünemeyen herkes “neden böyle oldu?” sorusu etrafında düşünmeye başladı
Suçlanan ilk kesim ilahiyatlar ve ilahiyatçılar oldu. Elbette İlahiyatçıların ve ilahiyat fakültelerinin Türkiye'nin dini hayatı ve dini anlayışları üzerinde etkisi olmalıydı. Ama ne yazık ki öyle olmuyor. Bu kesimin dini bilginin şekillenmesi konusunda pek dikkate alındığını söyleyemeyiz. Çorap alırken bile on “dükkan” dolaşan halkımız din konusunda ilk duyduğunu bir çora kadar bile araştırma yapma gereği duymada kabul etmektedir.
Toplumun her kesiminde herkesin kendine ait bir din anlayışı vardır. Ve ilahiyat camiasından beklenen de bu “en doğru” dini anlayışı meşrulaştırmak için bilgi ve argüman üretmektir, bu “istendik” din anlayışına ters görüş ortaya koymak “haddini aşmak” olarak diye bakılır bu kesimde.
Yani İlahiyatlar ilk kurulduğunda nasıl ki “laikliğin teolojisini meşrulaştırmak” için kurulmuş ise bu günde ilahiyat camiasından beklenen işlev bundan öteye bir şey değildir.
Dini aydınlanma (Aydınlanma felsefesi anlamında değil) gibi bir beklenti yoktur bu kesimden. Hatta her cemaat kendi dini anlayışını meşrulaştırmak için kendi ilahiyatçısı üretmeye çalışmıştır.
Bilindiği gibi FETÖ grubunun bir zamanlar en az mensubunun bulunduğu kesim ilahiyat camiasıydı. Öyle ki bir dönem “ilahiyatçıların şerrinden Allah'a sığınırım” sloganı bu çevrelere aittir. Uzun süre ilahiyatçıları devşiremeyince kendi ilahiyat fakültelerini ve kendi ilahiyatçısını ürettiğini biliyoruz.
Çünkü “operasyonel ilahiyatçı”ya ihtiyaç vardı. Gerektiğinde aksiyonerin vicdanını rahatlatacak ilahiyat bilgisinin yani “fetva”nın üretilmesi gerekiyordu. Gerektiğinde karşı tarafı “tekfir” edecek gerektiğinde beri tarafın “yüce amacı”nı yüceltecektir bu “operasyonel ilahiyatçı.”
Yani cumhuriyetin başından beri İlahiyatçılar senin dediğini yapmıyorsa, yaptıklarını meşrulaştırmıyorsa sen de “işe yarar ilahiyatçı üret” yaklaşımı hep vardır.
Kimsenin örneğin coğrafya veya deprem konusunda uzman olarak görüşüne başvurduğu jeoloji mühendisleri gibi gördüğü yok ilahiyatçıları. Bir çok insan ilahiyat camiasından bilgi almak yerine hala mahallesinde tanıdığı sıradan bir kişiden almayı tercih eder.
Bu toplumda esas otorite “din alimi”dir. “Din alimi” dururken kimsenin akademisyen ilahiyatçıları otorite kabul etmesini bekleyemeyiz. İlahiyatçılar olsa olsa “din alimi”nin düşünceleri için argüman üretme yetkisine sahiptirler, eleştiri ve itiraz hadleri değildir. Çünkü karşılarındaki ya kainat imamıdır, ya mücedditir, ya gavstır ya da kutbul aktaptır vs.
Peki bu gün yaşayan “din alimi” kimdir veya nasıl olmalıdır? Bu soruya herkes kendi mezhebine, meşrebine ve fraksiyonuna en yakın kişiyi “alim” kabul etmektedir. Mesela “kedicikler için “ Adnan Oktar dururken bir başkası muteber “alim” kabul edilebilir mi bu gün? Siz örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Basın da öyle davranıyor elbette. O da “Cübbeli” veya benzeri şov ve reyting değeri yüksek “hocalar” dururken akademik ciddiyete sahip ilahiyatçıların iş görmeyeceğini bildiği için o da “işlevsel” bakıyor.
Yani herkes işine yarayan ilahiyatçının peşinde. Sıradan her meslek gibi. Yani işini görecek mühendis aradığın müddetçe bu talebe arz yapacak mühendislik çalışmaları olacaktır. Benzer şekilde ilahiyatçılar da işlev için talep edilirse bu talebe de arz edilecek ilahiyatçı da ilahiyat bilgisi de her daim bulunacaktır.
Hakikati aramak yerine hakikati kullanmak temel amaç olduğu sürece hakikati parayı ve otoriteyi elinde bulunduran güce uyarlayacak kişiler bulunacaktır her zaman. Tarihte de günümüzde de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır.
O yüzden İlahiyat camiasını suçlarken biz “iş gören ilahiyat” mı arıyoruz yoksa hakikat mi arıyoruz sorusunu kendimize sormalıyız önce.

*** Mustafa ÇELİK'in 21/08/2016 tarihli Yenisöz gazetesinde çıkan yazısı..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde