Meslek hayatının büyük bir çoğunluğunu yöneticilik olarak ifa eden müdür zede öğretmen, geçen gün yine duygulandı. Kendiliğinden konuşmaya başladı. Başından geçen bir hatırasını anlattı. Takdire şayan buldum. Bu güzel davranışın kayda alınması gerekir, zira söz uçar gider dedim. Öyle zannediyorum, siz de bu harekete şapka çıkartılır diyeceksiniz.
"Ramazan Bey! Pansiyondan sorumlu müdür yardımcısıyım. O akşam yurtta nöbetçiyim. Gecenin 03.00'ü. Bir uyandım. Oda soğuk. Peteklere dokundum, buz gibi. Hizmetlinin odasına vardım, mışıl mışıl uyuyordu. Gündüz okula gelen iki kamyon kömürü içeri çekmişti. Yorgunluktan uyuyakalmış dedim. Kaldırmaya kıyamadım. Çocuklar üşüyecek, ne yapmak lazım derken iş başa düştü, ceketi çıkarıp kolları sıvadım. İndim kömürlüğe. Bir kaç çuval kömür attım. Ellerim simsiyah oldu. Bir kulak kabarttım. Koridorda tak tak bir ayak sesi duydum. Yukarı çıktım. gelen Konya Valisi Rahmetli Kemal KATITAŞ idi. "Buyurun sayın valim" dedim. "Beni nereden biliyorsun" dedi. "Bir valiyi kim bilmez" dedim. "Ne yapıyorsun burada" dedi. "Kömür attım efendim" dedim. Okulda bir yetkili yok mu" dedi. "Efendim, ben varım, ben okulun pansiyondan sorumlu müdür yardımcısıyım dedim. Hizmetlin yok mu" dedi. "Var da uyuyakalmış" dedim. Niçin uyuyakaldığını da açıkladım. "Tebrik ederim evladım" dedi. Elini uzattı. "Elim kirli" deyince, "Ne demek kirli, bu eller öpülür" dedi. Kömür karası elimi sıktı ve ayrıldı.
Rahmetlinin tebdili kıyafetle dolaştığı çok olurdu. başına şapka giyip traktöre binerek çok denetime çıkmışlığı vardı. Ertesi gün müdüre gece okula vali geldi dedim ise de inandıramadım. "O saatte valinin ne işi var dedi" bana. Az sonra müdür odasına çağırdı: "Dediğinin aslı var sanırım, valilik özel kaleminden aradılar. Seninle görüşecekmiş dedi. tekrar telefon gelmesini bekledim müdür odasında. Çünkü o zamanlar da telefon sadece müdür odasında var idi. özel kalem müdürü az sonra aradı: "Vali Bey akşam pansiyona öğrencilerle, belletici öğretmenlerle beraber yemeğe gelecek, yemekte sizin de bulunmanızı istiyor, haberiniz olsun" dedi, telefonu kapattı.
Vali Bey akşam yemeğine geldi. Yanında da 8-10 tepsi baklava getirdi. Hep beraber yedik. Yemekten sonra vali ayrılmadan önce beni yanına çağırdı, sonra ayağa kalktı: "Çocuklar, dün gece okulunuza geldim. Bu sağımdaki sizin müdür yardımcınızı elleri simsiyah bir şekilde buldum. Sizi üşütmemek için kalorifer kazanına kömür attı. Kıymetini bilin. Bunu kimse yapmaz" dedi ve müsaade alarak gitti."
Bu olayın geçtiği yıl 85-86 yılları olsa gerek. Çünkü sayın vali Konya'da 1984-1987 yılları arasında görev yaptı. Ben o zamanlar lise 11 veya 12.sınıf öğrencisiydim. Şimdiki Meram Kaymakamlığının olduğu yer valilik konağı idi. Annesi (babası da olabilir) vefat ettiği zaman şimdiki konağına 8-10 kadar arkadaşımla beraber Kur'an-ı Kerim okumak için gitmiştik.
Kömür atan müdür yardımcısını takdir ettim, valiyi de. Bu yönünü bilmiyordum. Her ikisine de helal olsun.
Müdürlükten elenip öğretmenliğe döndürülen bu eski yönetici değerim yokmuş hiç diye düşünmesin. Vali gibi kadir kıymetini bilenler de var. Halık zaten biliyor. Allah Kemal KATITAŞ'a rahmet eylesin, bu farklı müdüre de sağlıklı, uzun ömürler versin. 15/11/2016
15 Kasım 2016 Salı
Kirli elleri öpülesi insanlar...
Arabanın kış lastiklerini değiştirmek için oto lastikçiye gittim. "Şehit ailelerine lastik tamiri ve servis ücretsizdir" yazısı dikkatimi çekti. Hemen cep telefonuma sarıldım. Gördüğünüz fotoğrafı çektim. Ustaya, "Benim dedemin babası 93 harbinde şehit düşmüş, ben de bir şehit torunuyum, haberin olsun" dedim. "Tamam, kimliğini göster" dedi bana. "Ustam, eskilerin kimliği mi vardı ki bize şehit ailesi kimliği versinler" dedim... Bu duyarlılığından dolayı kendisini tebrik ettim. Allah hayrını kabul etsin, dedim. İşim bittikten sonra ayrıldım.
İçimde bir sevinç ki ne sevinç. Özü itibariyle bu millet tertemiz ve fedakardır. Yeter ki görsün, bilsin, duysun ve samimi olduğuna inansın. Ülkesi adına yapılan hizmeti ve uğruna şehit olanı unutmuyor, bir vefa borcu gibi görüyor, şehidin ailesini yetim kabul ediyor. Canını ortaya koyanlara karşı benim de çorbada bir tuzum olsun diyerek kendi çapında kazancından feragat ediyor. Lastik değiştirme ve lastik tamiri çok pahalı bir iş değil. Ama adam bu işten ekmek yiyor.
Yaptıkları iş kolay değil gerçekten. Davut peygamber gibi ellerinin emeğiyle geçinirler, alın terletirler. Sabahtan akşama her lastik tamirinden 15, her lastik değiştirmeden 10 lira alacak, evine ekmek götürecek. Bu işi yaparken soğuk-sıcak demeden, elleri sürekli kara olarak çalışacak, terleyecek ve üşüyecek. Emek sarf edecek ve kazancından vazgeçecek...
Vallahi helal olsun bu tiplere. Çalıştığı iş icabı eli kir-pas içinde olan bu insanlar elleri öpülesi insanlardır. Allah sayılarını artırsın, emeklerini yağlı etsin. Böyleleri oldukça bu milletin sırtı yere gelmez. 15.11.2016
İçimde bir sevinç ki ne sevinç. Özü itibariyle bu millet tertemiz ve fedakardır. Yeter ki görsün, bilsin, duysun ve samimi olduğuna inansın. Ülkesi adına yapılan hizmeti ve uğruna şehit olanı unutmuyor, bir vefa borcu gibi görüyor, şehidin ailesini yetim kabul ediyor. Canını ortaya koyanlara karşı benim de çorbada bir tuzum olsun diyerek kendi çapında kazancından feragat ediyor. Lastik değiştirme ve lastik tamiri çok pahalı bir iş değil. Ama adam bu işten ekmek yiyor.
Yaptıkları iş kolay değil gerçekten. Davut peygamber gibi ellerinin emeğiyle geçinirler, alın terletirler. Sabahtan akşama her lastik tamirinden 15, her lastik değiştirmeden 10 lira alacak, evine ekmek götürecek. Bu işi yaparken soğuk-sıcak demeden, elleri sürekli kara olarak çalışacak, terleyecek ve üşüyecek. Emek sarf edecek ve kazancından vazgeçecek...
Vallahi helal olsun bu tiplere. Çalıştığı iş icabı eli kir-pas içinde olan bu insanlar elleri öpülesi insanlardır. Allah sayılarını artırsın, emeklerini yağlı etsin. Böyleleri oldukça bu milletin sırtı yere gelmez. 15.11.2016
Ekonomi nereye gidiyor? *
Ne gezi olaylarında, ne 17-25 Aralık yargı
darbesinde, ne de en kanlı darbe teşebbüsü olan 15 Temmuz'da gördük
doların bu derece çılgınlığını. Dört nala koşuyor.
Freni patlamış kamyon gibi yol
alıyor dünyaya nizamat veren dolar. Ateşi ne zaman sönecek, nerede
duracak, nereye toslayacak, kimleri ihya edecek? Hangi ocakları
söndürecek? Belli değil. Fakat belli olan bir şey var: Dar gelirlinin cebini
yakacak. Hayra alamet değil bu gidiş. Dolarla beraber EURO, altın yarışıyor
birbiriyle. Bu bir devalüasyon mu? Yoksa Türkiye'yi dizayn etmek isteyen
güçlerin bir başka oyunu mu? Çünkü bunun için 3-5 yıldır her yolu deniyorlar.
Her şeyin küreselleştiği bu dünyada ekonomi de
küreselleşti. Dışarıda meydana gelen kriz de geliyor bizi buluyor/vuruyor.
Dünyada uygulanan ekonomik sitemi Prof.Dr. Osman ALTUĞ, hep “Üç kağıt
ekonomisi: borsa, faiz ve dolar,” diye açıklar. Dünyayı yönetenler, paraya da
yön veriyorlar. Oyun oynar gibi dünya ile oynuyorlar. Para babaları öksürse
dünya ekonomisi felç oluyor nedense. Faizin yükselmesini istiyorlarsa
yükseliyor, dövizin yükselmesini istiyorlarsa yükseliyor, borsa inecekse veya çıkacaksa
hep dedikleri oluyor. Bu üç kağıdın değeri inse de bunlar kazanıyor, yükselse
de. Olan hep dar gelirli insana oluyor maalesef.
Enflasyon ve hayat pahalılığından çok çekti bu ülke.
Durmadan kemer sıkma politikalarıyla karşı karşıya geldik. Önümüzü göremedik
ardı arkasına gelen krizlerden. Bugünkü aldığımız malı ertesi gün aynı fiyatla
alamadığımız günleri çok gördük.
2001 ekonomik krizi baş gösterip
devalüasyon olduğunda kendi kendime, "Bugün aldığım bir malın, ertesi günü
fiyatının değişmeyeceği günler olacak mı acaba? Eğer bunu sağlayacak bir
parti gelirse düşüncesi ne olursa olsun oyumu ona vereceğim" demiştim.
Dünyanın ekonomik bir kriz yaşadığı 2009 yılında döviz ve ona bağlı olarak
fiyatlarda bir dalgalanma olduysa da denildiği gibi kriz bizi teğet geçti. 2016
Kasım'ına kadar fiyatlarda aşırı bir dalgalanma olmadı, hatta birçok ürünün
fiyatı yerinde saydı. ABD'nin yeni başkanını seçmesiyle birlikte çıldırdı
sanki. Başta gıda fiyatları olmak üzere birçok ürünün fiyatlarında bir
dalgalanma ve yükselme söz konusu. Zaten cari açık belimizi büküyor yıllar yılı.
Ülke; içeride FETÖ, PKK, DEAŞ, DHKP-C gibi terör
örgütleriyle uğraşırken, sınırımızda savaş ve terör ortamı devam ederken, ülke
savaştayken, AB ile aramıza kara kediler girmişken üstüne üstlük bir de
ekonomik kriz işin tuzu biberi olur. Bu, onulmaz yaralar açar. Bu sefer ekonomik
kriz bizi teğet falan geçmeyecek gibi. Ateşi de söneceğe benzemiyor. Devlet bir
taraftan bizi boğmaya çalışanlarla mücadele ederken ekonomiye de bir neşter
vurması gerekir.
Üretime dayalı bir ekonomik sisteme geçmediğimiz müddetçe
bu üç kağıt ekonomisinin sonuçlarını acı bir şekilde yaşamaya devam edeceğiz
anlaşılan. Zira hep etkileneceğiz. Ne yapıp edip üretime ağırlık vermemiz,
üretmeden tüketme alışkanlığından vazgeçmeliyiz. Vergiyi toplumun her kesimine
yayarak kayıt dışı ekonominin önüne
geçilmelidir. İhracat ve ithalat dengesi mutlaka gözetilmelidir. Kaynaklarımızı
iktisatlı kullanıp, ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız. İsraf ve lüks
yaşamaya bir sekte vurmalıyız. 15/11/2016
* 19/11/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 19/11/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaprisli yönetici profili
İki yıl öncesine kadar okullarda sınav puanına göre atanan müdürler görev yapardı. Bu kriter değiştirilerek dört yıllığına görevlendirilmek üzere mülakatla atama yöntemi uygulamaya geçirildi. Bu şekilde ataması yapılan müdürler de herhangi bir kriter ve kıstas olmaksızın kendi yardımcısını seçti ya da seçtirildi. Bu uygulama doğru ya da yanlış. İşin doğrusu bir atama kriterine göre olmasıydı. Yetkili mercilerin tasarrufu. Tartışılabilir. Kimine göre iyi oldu, kimine göre de yanlış. Bunu da zaman gösterecek. Ama ne şekilde gelirse gelsin hakkını verebilenler de var, veremeyenler de... Alın size iki örnek...
***
1996 yılında Manisa'da bir hizmet içi eğitime katılmıştım. Kalabalık bir grup idik. Başımızda kurs veren hocaların yanında Ankara'dan gelen kurs yönetici ve yardımcısı da vardı. Böyle kurslara gidenler bilir. Kurslar, verilen ders ile birlikte aynı zamanda dinlenme, esnek çalışma ortamlarıdır. Çoğu arkadaş okulundan görmediği bir muameleye maruz kaldı burada. Kurs yönetici yardımcısı bir bayan idi. Her teneffüsten sonra dış kapıya durur, geleni uyarır, çıkanı uyarırdı. Bir dakikanın hesabını sorardı. Asık suratından yanına varılmazdı. Tam bir eski klasik devlet yöneticisini andırıyordu. Sağ tarafından kalktığı bir gün bir kaç kursiyer arkadaşla birlikte yanına vardık. Amacımız, tanış olursak belki biraz iyi davranır, Azrail gibi kapıda beklemez düşüncesindeydik. "Hocam! Çok önemli bir görev icra ediyorsunuz. Bu kursta yönetici yardımcılığı görevi almak için ne yapmak gerekiyor. Biz de başka kurslarda bu şekilde yardımcılık görevi alabilir miyiz, bunun kriteri nedir" dedik. "Siz de benim gibi yönetici yardımcılığı görevi alabilirsiniz. Burada yönetici yardımcılığı görevi yapmak için herhangi bir kriter yok, adamını bulup torpille gelebilirsiniz, ben de birini devreye koydum, o şekilde geldim" dedi. "Sizinle beraber gelen öğretim görevlisi ve yöneticilerin yanlarında eşleri var. Sizin eşiniz yok yanınızda" diye bir arkadaş sordu. Eşinden ayrıldığını ifade etti.
***
İkili öğretim yapan bir okulda öğretmen olarak çalışan bir arkadaşımız anlattı: "Güneş 07.20'de doğmasına rağmen sabahleyin 07.00'de derse giriyoruz. Sabahın alaca karanlığında öğrencisi, öğretmeni derse yetişmek için çaba sarf ederken güvenlik kulübesini geçtikten sonra bir karartı göze çarpmakta. Dikkatli bakınca okulun müdür yardımcısının olduğunu anlıyorsun. Ellerini koltuğunun altına götürerek kenetlemiş bir vaziyette hiç hareket etmeden duruyor. Meslektaşımdır selam vereyim diyorsun, yüzüne bile bakmıyor. Yüzünden düşen de bin parça. Niyetini hemen anlıyorsun. Gecikenleri tespit etmek. Tamam görevidir, tespit etmeye tespit etsin ama Allah'ın selamı dediğimiz selamı da alsın. Hatta eline de bir kağıt ve kalem alsın, gecikenleri not etsin. Birden fazla geciken olursa belki aklında tutamayabilir. Gerçi benim ki de laf yani. Geçerken sanırım hafızasına kaydediyor. Ayrıca bir de selam alsa kimin geciktiğini unutabilir. Aynı anda iki işi birden nasıl yapsın garibim. Hiçbir şeye yanmam da iki hafta öncesi yine böyle nöbetçi olduğu gün ilk dört ders sınıf defterini bulamadık. Sonunda öğrendik ki bizim idealist yardımcımız sınıf defterlerini sanırım evine götürmüş, haydi götürdü diyelim. Bari sabah ilk derse yetiştirmiş olsaydı.
Zaman zaman odasına varsan bir şey isteyecek diye yüzüne de bakmaz. Kimsin, necisin diye sormaz. Ne var o önündeki bilgisayarda bilmiyorum. Nöbetçi olmadığı gün de okul yıkılsa ne oluyor demez. Nöbetçi olduğu gün ise -sabahın dışında- elinde telefon sağı solu turlar. Maşallah ne konuşması biter, ne de şarjı. Müstakbel ikinci eşiyle düğün öncesi muhabbet yapıyor anlaşılan. Nöbeti esnasında hem konuşur, hem de turlar. Selam mı niye versin ki? Sonra sen kimsin ki? Normal bir boz öğretmen. Bir idareci olarak seninle niçin muhatap olsun. Ayrıca sen nöbet tutarken seninle muhabbete gelmedi ki, görevini yapıyor mu yapmıyor mu, görev yerinde mi, değil mi diye kontrol için geldi. Zaman muhabbet zamanı değil, burada ciddi bir iş yapılıyor. Sen de çok şey istiyorsun. Sonra seni muhatap alması için en az onun seviyesinde biri olmalısın, öyle değil mi? Davul bile dengi dengine. Bir müdür yardımcısı kusura bakma da seni muhatap almaz. İllaki seni biri muhatap alsın istiyorsan git dengin bir öğretmenle konuş. Tabii böyle deyince hoşuna gitmez. Gerçekler acıdır. Yok müdür yardımcısını kıskanıyorsan biraz çalış, sen de ol. Sınavlı, sınavsız fark etmez. Yeter ki mezhebin, meşrebin geçer akçe olsun. Bir de arkan olacak tabii.
Bir öğretmen bir yıl önce seçmeli ders öğrencilerin listesini istemiş, bugün, yarın derken sene sonunu getirmiş biridir aynı zamanda. Sanki o, odasında boş mu duruyor, onca işin arasında bir de öğretmene liste mi çıkarsın. E-okula girecek, sınıf sınıf seçmeli dersleri belirleyecek, seçmeli derse göre öğrenciyi atayacak, sonra sana liste verecek. Sen bu işi yapmayınca kolay sanıyorsun galiba bu işleri. Sonra değerinin anlaşılması için bir işi hemen öyle birden yapmayacaksın. Geciktirdikçe geciktireceksin ki, isteyenin bir yüzü kara olsun. Sonra sanki bu iş müdür yardımcının işi. Öğretmenler de çok hazır yiyici olmamalı. Öğretmen girdiği sınıftaki öğrencilerin listesini kendisi de oluşturabilir. Eskiden hazır liste mi vardı? Tüm öğretmenler ya kendi hazırlar, ya da sınıf başkanına hazırlatırdı. Ha sen de öyle yapıver, ne olacak yani? Yardımcı hep evrak işiyle uğraşırsa o zaman dağları ben yarattım diye havayı kim atacak? Biraz rahat bırakın da emeksiz geldiği yardımcılığının sefasını sürsün. Yarın uzatmazlarsa yöneticilik süresini gittiği yerde "ben idareciyken.." diye başlasın, iki lafının arasına..."
***
Bizim öğretmen de pek dertliymiş hani. Müdür yardımcısından ilgi bekliyor, hoş geldin demesini bekliyor, liste istiyor. Yahu senin karşında emir erin mi var? Kendi haline bırakın da biraz hava atsın, caka satsın, egosunu tatmin etsin, kaprisini göstersin, ellerini kilitleyip koltuğunun altına koysun, biraz da sana tepeden baksın. Sonra seninle muhabbet ederse şımarırsın. Zira öğretmen milletine pek taviz vermeye gelmez. Sonra burası çocuk yuvası değil. Burada bir okul yönetiliyor, devleti temsil ediyor, devlet dediğin ciddi olur, resmi olur, asık suratlı olur.
Sen dua et, geldiği yere emek sarf etmeden gelmiş, bedavadan gelmiş olmasına rağmen eski asık suratlı, insanlara tepeden bakan devlet memuru rolünü iyi yerine getiriyor. Görevinin kıymetini biliyor. Ya bu makama bir de sınavı kazanarak gelseydi, halin nice olurdu...Biraz da bardağın dolu tarafına bak. Nereden geldiğini, nereye gideceğini bilmiyor ama olsun. O kadar hata, hadsizlik ve bilgisizlik kadı kızında bile olur. 15/11/2016
***
1996 yılında Manisa'da bir hizmet içi eğitime katılmıştım. Kalabalık bir grup idik. Başımızda kurs veren hocaların yanında Ankara'dan gelen kurs yönetici ve yardımcısı da vardı. Böyle kurslara gidenler bilir. Kurslar, verilen ders ile birlikte aynı zamanda dinlenme, esnek çalışma ortamlarıdır. Çoğu arkadaş okulundan görmediği bir muameleye maruz kaldı burada. Kurs yönetici yardımcısı bir bayan idi. Her teneffüsten sonra dış kapıya durur, geleni uyarır, çıkanı uyarırdı. Bir dakikanın hesabını sorardı. Asık suratından yanına varılmazdı. Tam bir eski klasik devlet yöneticisini andırıyordu. Sağ tarafından kalktığı bir gün bir kaç kursiyer arkadaşla birlikte yanına vardık. Amacımız, tanış olursak belki biraz iyi davranır, Azrail gibi kapıda beklemez düşüncesindeydik. "Hocam! Çok önemli bir görev icra ediyorsunuz. Bu kursta yönetici yardımcılığı görevi almak için ne yapmak gerekiyor. Biz de başka kurslarda bu şekilde yardımcılık görevi alabilir miyiz, bunun kriteri nedir" dedik. "Siz de benim gibi yönetici yardımcılığı görevi alabilirsiniz. Burada yönetici yardımcılığı görevi yapmak için herhangi bir kriter yok, adamını bulup torpille gelebilirsiniz, ben de birini devreye koydum, o şekilde geldim" dedi. "Sizinle beraber gelen öğretim görevlisi ve yöneticilerin yanlarında eşleri var. Sizin eşiniz yok yanınızda" diye bir arkadaş sordu. Eşinden ayrıldığını ifade etti.
***
İkili öğretim yapan bir okulda öğretmen olarak çalışan bir arkadaşımız anlattı: "Güneş 07.20'de doğmasına rağmen sabahleyin 07.00'de derse giriyoruz. Sabahın alaca karanlığında öğrencisi, öğretmeni derse yetişmek için çaba sarf ederken güvenlik kulübesini geçtikten sonra bir karartı göze çarpmakta. Dikkatli bakınca okulun müdür yardımcısının olduğunu anlıyorsun. Ellerini koltuğunun altına götürerek kenetlemiş bir vaziyette hiç hareket etmeden duruyor. Meslektaşımdır selam vereyim diyorsun, yüzüne bile bakmıyor. Yüzünden düşen de bin parça. Niyetini hemen anlıyorsun. Gecikenleri tespit etmek. Tamam görevidir, tespit etmeye tespit etsin ama Allah'ın selamı dediğimiz selamı da alsın. Hatta eline de bir kağıt ve kalem alsın, gecikenleri not etsin. Birden fazla geciken olursa belki aklında tutamayabilir. Gerçi benim ki de laf yani. Geçerken sanırım hafızasına kaydediyor. Ayrıca bir de selam alsa kimin geciktiğini unutabilir. Aynı anda iki işi birden nasıl yapsın garibim. Hiçbir şeye yanmam da iki hafta öncesi yine böyle nöbetçi olduğu gün ilk dört ders sınıf defterini bulamadık. Sonunda öğrendik ki bizim idealist yardımcımız sınıf defterlerini sanırım evine götürmüş, haydi götürdü diyelim. Bari sabah ilk derse yetiştirmiş olsaydı.
Zaman zaman odasına varsan bir şey isteyecek diye yüzüne de bakmaz. Kimsin, necisin diye sormaz. Ne var o önündeki bilgisayarda bilmiyorum. Nöbetçi olmadığı gün de okul yıkılsa ne oluyor demez. Nöbetçi olduğu gün ise -sabahın dışında- elinde telefon sağı solu turlar. Maşallah ne konuşması biter, ne de şarjı. Müstakbel ikinci eşiyle düğün öncesi muhabbet yapıyor anlaşılan. Nöbeti esnasında hem konuşur, hem de turlar. Selam mı niye versin ki? Sonra sen kimsin ki? Normal bir boz öğretmen. Bir idareci olarak seninle niçin muhatap olsun. Ayrıca sen nöbet tutarken seninle muhabbete gelmedi ki, görevini yapıyor mu yapmıyor mu, görev yerinde mi, değil mi diye kontrol için geldi. Zaman muhabbet zamanı değil, burada ciddi bir iş yapılıyor. Sen de çok şey istiyorsun. Sonra seni muhatap alması için en az onun seviyesinde biri olmalısın, öyle değil mi? Davul bile dengi dengine. Bir müdür yardımcısı kusura bakma da seni muhatap almaz. İllaki seni biri muhatap alsın istiyorsan git dengin bir öğretmenle konuş. Tabii böyle deyince hoşuna gitmez. Gerçekler acıdır. Yok müdür yardımcısını kıskanıyorsan biraz çalış, sen de ol. Sınavlı, sınavsız fark etmez. Yeter ki mezhebin, meşrebin geçer akçe olsun. Bir de arkan olacak tabii.
Bir öğretmen bir yıl önce seçmeli ders öğrencilerin listesini istemiş, bugün, yarın derken sene sonunu getirmiş biridir aynı zamanda. Sanki o, odasında boş mu duruyor, onca işin arasında bir de öğretmene liste mi çıkarsın. E-okula girecek, sınıf sınıf seçmeli dersleri belirleyecek, seçmeli derse göre öğrenciyi atayacak, sonra sana liste verecek. Sen bu işi yapmayınca kolay sanıyorsun galiba bu işleri. Sonra değerinin anlaşılması için bir işi hemen öyle birden yapmayacaksın. Geciktirdikçe geciktireceksin ki, isteyenin bir yüzü kara olsun. Sonra sanki bu iş müdür yardımcının işi. Öğretmenler de çok hazır yiyici olmamalı. Öğretmen girdiği sınıftaki öğrencilerin listesini kendisi de oluşturabilir. Eskiden hazır liste mi vardı? Tüm öğretmenler ya kendi hazırlar, ya da sınıf başkanına hazırlatırdı. Ha sen de öyle yapıver, ne olacak yani? Yardımcı hep evrak işiyle uğraşırsa o zaman dağları ben yarattım diye havayı kim atacak? Biraz rahat bırakın da emeksiz geldiği yardımcılığının sefasını sürsün. Yarın uzatmazlarsa yöneticilik süresini gittiği yerde "ben idareciyken.." diye başlasın, iki lafının arasına..."
***
Bizim öğretmen de pek dertliymiş hani. Müdür yardımcısından ilgi bekliyor, hoş geldin demesini bekliyor, liste istiyor. Yahu senin karşında emir erin mi var? Kendi haline bırakın da biraz hava atsın, caka satsın, egosunu tatmin etsin, kaprisini göstersin, ellerini kilitleyip koltuğunun altına koysun, biraz da sana tepeden baksın. Sonra seninle muhabbet ederse şımarırsın. Zira öğretmen milletine pek taviz vermeye gelmez. Sonra burası çocuk yuvası değil. Burada bir okul yönetiliyor, devleti temsil ediyor, devlet dediğin ciddi olur, resmi olur, asık suratlı olur.
Sen dua et, geldiği yere emek sarf etmeden gelmiş, bedavadan gelmiş olmasına rağmen eski asık suratlı, insanlara tepeden bakan devlet memuru rolünü iyi yerine getiriyor. Görevinin kıymetini biliyor. Ya bu makama bir de sınavı kazanarak gelseydi, halin nice olurdu...Biraz da bardağın dolu tarafına bak. Nereden geldiğini, nereye gideceğini bilmiyor ama olsun. O kadar hata, hadsizlik ve bilgisizlik kadı kızında bile olur. 15/11/2016
14 Kasım 2016 Pazartesi
Bu adam ne yaptığını biliyor **
Seversiniz veya sevmezsiniz, görüşlerine katılır ya da katılmazsınız, yönetim tarzını beğenir veya beğenmezsiniz, yaptıklarını tasvip eder ya da etmezsiniz, ülkeyi düze çıkarı veya batırır, konuşmalarını samimi bulur ya da bulmazsınız... Bu konuda tercih kişilerin en doğal hakkıdır.
Bir hakkı teslim etmek lazım. Bitmeyen enerjisiyle müthiş bir çaba içerisinde olduğu tabir yerindeyse çırpındığı gözlerden kaçmamaktadır. Daha önce görmediğimiz bir konuşma üslubu, mücadele azim ve gayreti var. Niyetini açık eden bir yapıya sahip. Fincancı katırlarını ürkütürüm endişesi taşımıyor, siyaset değil hayatın içinden yaşamayı seçmiş bir görüntüsü var. Doğru bildiğini, tasvip etmediğini eğip bükmeden söylemeyi prensip edinmiş, dilinde kemiği olan biri. Aşina siyasilerin mücadele ve siyaset anlayışından farklı. Yaptıkları tasarruflarında hata etmişse "yanılmışım" diyebilecek kadar öz eleştiri yapabilen biri.
Geldiği her yere tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş, mücadele etmekten pes etmeyen, doğru bildiğini çekinmeden söyleyebilen doğrucu Davut. Diklenmeden dik durmayı bildi. Mücadele, hırs, azim, gayret hayatının ayrılmaz bir parçası sanki. Gören: "Bu adam neyine güveniyor, ardında destekleyen bir güç var" diye düşünür. Halbuki geriye dönüp bakıldığı zaman ardında sadece Anadolu'nun ağzı dualı, elleri nasırlı, çilekeş insanları olduğu görünmektedir. Bulunduğu makamda: "Benden öncekiler burada dinlendiler, ben de biraz soluklanayım" diye bir derdi yok. Dur durak bilmiyor, koşturuyor, konuşuyor. Anadolu'ya çıkamadığı zaman -bulunduğu makamı ve yeri, halka ve millete açarak- elleri nasırlı Anadolu'nun değişik kesimlerini devletin en tepe makamında misafir etti, onlarla göz göze geldi, dertleşti, derdini anlattı, içe ve dışarıya mesajlar verdi, hala da vermeye devam ediyor.
Devletin en tepe makamının yanında adına "Millet Camii" ismi vererek niyetini de ortaya koyuyordu. Külliyenin içindeki 'Millet Kültür ve Kongre Merkezinde' her kesim insanlarla buluşuyor sürekli. Kah muhtarlarla, kah çiftçilerle vb bir araya geliyor. Misyon, vizyon ve hedeflerini de orada aktarma imkanı buluyor. Hem Türkiye'ye hem de dünyaya mesajlar veriyor durmadan: Dünya beşten büyük diyor: AB'ye cevap veriyor... Genç Cumhuriyetin kökleşmesi için 2023 hedefi koyuyor, 2053 vizyonu koyarak köklerimize işaret ediyor. 2071 diyerek Anadolu'nun yurt edinilmesini, burasının kolay yurt edinilmediğini, gerekirse yine bedel öderiz, biz buraya çıkmamak üzere geldik mesajı vermeye çalışıyor. Bizi geçmişimizle barıştırarak gelecek ufku vermeye çalışıyor. Zira bizi geçmişimizden koparmak için az uğraşılmadı geçmişte. Milletin her bir kesimini devletin en tepesinde misafir edilerek: "Buranın gerçek sahibi sizsiniz, milletin efendisisiniz, bizim için değerlisiniz" demek istiyor. Dışarıya da: "Görün, bakın, bu millet, devletiyle bir ve beraber. Biz bir ve beraber oldukça asla bu ülkeyi dize getiremeyeceksiniz, daha fazla şansınızı denemeyin isterseniz" diyor sanki.
Dedim ya beğenir ya da beğenmezsiniz, ülkeyi batırır veya çıkarır, geleceği bilemeyiz. İçini de bilemeyiz, zira kalbini yarıp bakmadık. Ama bir hakkı teslim etmek lazım. Konuşmasından ve görüntüsünden samimi olduğunu düşünüyorum... Keşke köşe başlarını tutmuş, makam sahibi sorumlu kişiler de onun gibi samimi olsalar. İşte o zaman bu ülkeyi kimse tutamaz. 14/11/2016
** 22/11/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Bir hakkı teslim etmek lazım. Bitmeyen enerjisiyle müthiş bir çaba içerisinde olduğu tabir yerindeyse çırpındığı gözlerden kaçmamaktadır. Daha önce görmediğimiz bir konuşma üslubu, mücadele azim ve gayreti var. Niyetini açık eden bir yapıya sahip. Fincancı katırlarını ürkütürüm endişesi taşımıyor, siyaset değil hayatın içinden yaşamayı seçmiş bir görüntüsü var. Doğru bildiğini, tasvip etmediğini eğip bükmeden söylemeyi prensip edinmiş, dilinde kemiği olan biri. Aşina siyasilerin mücadele ve siyaset anlayışından farklı. Yaptıkları tasarruflarında hata etmişse "yanılmışım" diyebilecek kadar öz eleştiri yapabilen biri.
Geldiği her yere tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş, mücadele etmekten pes etmeyen, doğru bildiğini çekinmeden söyleyebilen doğrucu Davut. Diklenmeden dik durmayı bildi. Mücadele, hırs, azim, gayret hayatının ayrılmaz bir parçası sanki. Gören: "Bu adam neyine güveniyor, ardında destekleyen bir güç var" diye düşünür. Halbuki geriye dönüp bakıldığı zaman ardında sadece Anadolu'nun ağzı dualı, elleri nasırlı, çilekeş insanları olduğu görünmektedir. Bulunduğu makamda: "Benden öncekiler burada dinlendiler, ben de biraz soluklanayım" diye bir derdi yok. Dur durak bilmiyor, koşturuyor, konuşuyor. Anadolu'ya çıkamadığı zaman -bulunduğu makamı ve yeri, halka ve millete açarak- elleri nasırlı Anadolu'nun değişik kesimlerini devletin en tepe makamında misafir etti, onlarla göz göze geldi, dertleşti, derdini anlattı, içe ve dışarıya mesajlar verdi, hala da vermeye devam ediyor.
Devletin en tepe makamının yanında adına "Millet Camii" ismi vererek niyetini de ortaya koyuyordu. Külliyenin içindeki 'Millet Kültür ve Kongre Merkezinde' her kesim insanlarla buluşuyor sürekli. Kah muhtarlarla, kah çiftçilerle vb bir araya geliyor. Misyon, vizyon ve hedeflerini de orada aktarma imkanı buluyor. Hem Türkiye'ye hem de dünyaya mesajlar veriyor durmadan: Dünya beşten büyük diyor: AB'ye cevap veriyor... Genç Cumhuriyetin kökleşmesi için 2023 hedefi koyuyor, 2053 vizyonu koyarak köklerimize işaret ediyor. 2071 diyerek Anadolu'nun yurt edinilmesini, burasının kolay yurt edinilmediğini, gerekirse yine bedel öderiz, biz buraya çıkmamak üzere geldik mesajı vermeye çalışıyor. Bizi geçmişimizle barıştırarak gelecek ufku vermeye çalışıyor. Zira bizi geçmişimizden koparmak için az uğraşılmadı geçmişte. Milletin her bir kesimini devletin en tepesinde misafir edilerek: "Buranın gerçek sahibi sizsiniz, milletin efendisisiniz, bizim için değerlisiniz" demek istiyor. Dışarıya da: "Görün, bakın, bu millet, devletiyle bir ve beraber. Biz bir ve beraber oldukça asla bu ülkeyi dize getiremeyeceksiniz, daha fazla şansınızı denemeyin isterseniz" diyor sanki.
Dedim ya beğenir ya da beğenmezsiniz, ülkeyi batırır veya çıkarır, geleceği bilemeyiz. İçini de bilemeyiz, zira kalbini yarıp bakmadık. Ama bir hakkı teslim etmek lazım. Konuşmasından ve görüntüsünden samimi olduğunu düşünüyorum... Keşke köşe başlarını tutmuş, makam sahibi sorumlu kişiler de onun gibi samimi olsalar. İşte o zaman bu ülkeyi kimse tutamaz. 14/11/2016
** 22/11/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Kim yapar bizim Türkçe öğretme uğruna yaptığımız kötülüğü
Adana'da tanıştığım biri yeni bir araba almıştı. Şoförlüğü pek yoktu. Kendisi de kabul ederdi, sürmeyi beceremediğini. Fakat başka yolu yoktu öğrenmekten başka. Zira ömrü boyunca mobilyete binerek ihtiyacını gidermişti. Bu halinden de memnundu aslında. Fakat çevresinden: "Hocam at artık şunu, dört tekerlekliye bin" diye diye bir araba almak zorunda kalmıştı.
Evi, işlek bir caddede idi. Sabah namazından sonra balkona çıkar, akan trafiği izler, bilgisini artırmaya çalışırdı. Zaman zaman da arabasına binerdi. Bir gün yanıma geldi: "Hocam sürmeye sürüyorum ama arkamdaki bütün araçlar bana korna çalıyor, hep kavşaklarda bir hata yapıyorum ama hatamın ne olduğunu bilmiyorum. Halbuki ben nizami bir şekilde yolun sağına duruyorum ışıklarda" dedi. Sola döneceğin zaman da mı sağa duruyorsun dedim. "Evet hep sağa duruyorum. Yeşil yanınca herkesin önünden sola geçiyorum" dedi. Önce gülümsedik ardından nerede durması gerektiğini söyledim kendisine.
Şimdi sadede geleyim. Zira benim derdim başka. Toplum olarak dil özürlü müyüz acaba diye düşünmeye başladım. Böyle bir iddia bu millete yapılan bir hakaret olur. Yıllardır bizim eğitim sistemimizde yabancı dil öğretimi masaya yatırılır, enine boyuna konuşulur ve tartışılır. Ders saatleri artırılır, ilkokul ikinci sınıfa kadar yabancı dil dersi koyarız, hazırlık sınıfı koyar, sonra kaldırırız, sonra tekrar koyarız. Hasılı sıfır elde var sıfırız. Bir yabancı dili öğrenemedik, ne yapacağız diye düşünürken Hoca'nın Timur'dan ikinci fil istemesi gibi liselere 2.bir yabancı dil kondu. Aslında 3.bir yabancı dilimiz daha var. O da ana dilimiz Türkçe.
Hepimizin "Benim Türkçe'm iyi" dediği dil yani. Aslında Türkçe'miz iyi falan değil. Sadece biz öyle sanıyoruz. Çoğumuz meramını 300-500 kelimeyle anlatmaya çalışır. Zaten çoğu zaman da beceremeyiz, işimizi şiddetle çözmeye çalışırız. Diğer iki yabancı dili sökemediğimizin müsebbibi bizim Türkçe öğretmedeki pardon öğretmemedeki maharetimiz. Bir dil bu kadar mı zorlaştırılır? Bunu nasıl beceriyoruz bilmem. İster kabul edin, ister kabul etmeyin. Yabancı dilleri öğrenemeyişimizin temelinde katlettiğimiz Türkçe'miz yatıyor. Gerçi teste dayalı, yanlışların içerisinde doğruların gizlendiği bu merkezi sınavlar olduğu müddetçe bırakın yabancı dili, diğer dersleri de öğrenemeyiz. Bu da ayrı bir yazı konusu.
Ne demek istiyorum? Türkçe öğretme konusunda bir hata yapıyoruz ama nerede? Tıpkı yukarıda anlattığım acemi şoförün yaptığı hata gibi... Güzel Türkçe'mizi kurallara boğmuşuz. Kural üstüne kural, kural içinde kural koyarak ne konuşabilir ne de yazabilir olduk. Kural hatası yaparız endişesiyle düşünmeyi ve anlamayı unuttuk neredeyse. Ayrıntının ayrıntısı bize öğretilen: Kelime bitişik mi yazılacak, ayrı mı? Arada virgül mü konacak, noktalı virgül mü? Zarf ve kelime yerli yerinde mi kullanılmış? Kelimede ünlü daralması olmuş mu? Ünsüz yumuşaması var mı? 'Ki', ayrı mı yazılacak, bitişik mi? Ya 'da' nın durumu? Hangi kelimeler büyük harfle yazılır, hangisi küçük?
Bize Türkçe öğretilmekten ziyade öğrenilmemesi istenilmektedir zannımca. Kural olmasın demiyorum. Biraz sadeleştirilsin istiyorum. O kadar kural konan bir dilin yazım ve imla kurallarını bilen insanımızın sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bilip de uygulayanı zaten ara ki bulasın. Kuralları öğretmek için gösterdiğimiz gayret ve çabayı kelime hazinemizi zenginleştirmeye versek, yazılanı ve anlatılanı anlamayı kavrayabilsek fena olmaz sanırım. Anlamaya çalışmak, kelime hazinemizi artırsak öyle zannediyorum hayal gücümüz de artar. Olaylara daha farklı pencerelerden bakabiliriz. Dil dediğin meramını anlatma sanatıdır, iletişim kurabilmedir. Düşünüp üretebilmedir. Biz Türkçe, İngilizce, Almanca, Arapça vb dilin kuralını öğrenip kurallı konuşacağız derken başkası malı alıp götürüyor. Ayrıca öğrendiğimiz kurallar sadece sınavlardan sınavlara kullandığımız kaidelerdir. Kural koymaktan, kural uygulamaktan, kural öğrenmekten neredeyse dilimizi konuşamayacağız ve yazamayacağız. 14/11/2016
Evi, işlek bir caddede idi. Sabah namazından sonra balkona çıkar, akan trafiği izler, bilgisini artırmaya çalışırdı. Zaman zaman da arabasına binerdi. Bir gün yanıma geldi: "Hocam sürmeye sürüyorum ama arkamdaki bütün araçlar bana korna çalıyor, hep kavşaklarda bir hata yapıyorum ama hatamın ne olduğunu bilmiyorum. Halbuki ben nizami bir şekilde yolun sağına duruyorum ışıklarda" dedi. Sola döneceğin zaman da mı sağa duruyorsun dedim. "Evet hep sağa duruyorum. Yeşil yanınca herkesin önünden sola geçiyorum" dedi. Önce gülümsedik ardından nerede durması gerektiğini söyledim kendisine.
Şimdi sadede geleyim. Zira benim derdim başka. Toplum olarak dil özürlü müyüz acaba diye düşünmeye başladım. Böyle bir iddia bu millete yapılan bir hakaret olur. Yıllardır bizim eğitim sistemimizde yabancı dil öğretimi masaya yatırılır, enine boyuna konuşulur ve tartışılır. Ders saatleri artırılır, ilkokul ikinci sınıfa kadar yabancı dil dersi koyarız, hazırlık sınıfı koyar, sonra kaldırırız, sonra tekrar koyarız. Hasılı sıfır elde var sıfırız. Bir yabancı dili öğrenemedik, ne yapacağız diye düşünürken Hoca'nın Timur'dan ikinci fil istemesi gibi liselere 2.bir yabancı dil kondu. Aslında 3.bir yabancı dilimiz daha var. O da ana dilimiz Türkçe.
Hepimizin "Benim Türkçe'm iyi" dediği dil yani. Aslında Türkçe'miz iyi falan değil. Sadece biz öyle sanıyoruz. Çoğumuz meramını 300-500 kelimeyle anlatmaya çalışır. Zaten çoğu zaman da beceremeyiz, işimizi şiddetle çözmeye çalışırız. Diğer iki yabancı dili sökemediğimizin müsebbibi bizim Türkçe öğretmedeki pardon öğretmemedeki maharetimiz. Bir dil bu kadar mı zorlaştırılır? Bunu nasıl beceriyoruz bilmem. İster kabul edin, ister kabul etmeyin. Yabancı dilleri öğrenemeyişimizin temelinde katlettiğimiz Türkçe'miz yatıyor. Gerçi teste dayalı, yanlışların içerisinde doğruların gizlendiği bu merkezi sınavlar olduğu müddetçe bırakın yabancı dili, diğer dersleri de öğrenemeyiz. Bu da ayrı bir yazı konusu.
Ne demek istiyorum? Türkçe öğretme konusunda bir hata yapıyoruz ama nerede? Tıpkı yukarıda anlattığım acemi şoförün yaptığı hata gibi... Güzel Türkçe'mizi kurallara boğmuşuz. Kural üstüne kural, kural içinde kural koyarak ne konuşabilir ne de yazabilir olduk. Kural hatası yaparız endişesiyle düşünmeyi ve anlamayı unuttuk neredeyse. Ayrıntının ayrıntısı bize öğretilen: Kelime bitişik mi yazılacak, ayrı mı? Arada virgül mü konacak, noktalı virgül mü? Zarf ve kelime yerli yerinde mi kullanılmış? Kelimede ünlü daralması olmuş mu? Ünsüz yumuşaması var mı? 'Ki', ayrı mı yazılacak, bitişik mi? Ya 'da' nın durumu? Hangi kelimeler büyük harfle yazılır, hangisi küçük?
Bize Türkçe öğretilmekten ziyade öğrenilmemesi istenilmektedir zannımca. Kural olmasın demiyorum. Biraz sadeleştirilsin istiyorum. O kadar kural konan bir dilin yazım ve imla kurallarını bilen insanımızın sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bilip de uygulayanı zaten ara ki bulasın. Kuralları öğretmek için gösterdiğimiz gayret ve çabayı kelime hazinemizi zenginleştirmeye versek, yazılanı ve anlatılanı anlamayı kavrayabilsek fena olmaz sanırım. Anlamaya çalışmak, kelime hazinemizi artırsak öyle zannediyorum hayal gücümüz de artar. Olaylara daha farklı pencerelerden bakabiliriz. Dil dediğin meramını anlatma sanatıdır, iletişim kurabilmedir. Düşünüp üretebilmedir. Biz Türkçe, İngilizce, Almanca, Arapça vb dilin kuralını öğrenip kurallı konuşacağız derken başkası malı alıp götürüyor. Ayrıca öğrendiğimiz kurallar sadece sınavlardan sınavlara kullandığımız kaidelerdir. Kural koymaktan, kural uygulamaktan, kural öğrenmekten neredeyse dilimizi konuşamayacağız ve yazamayacağız. 14/11/2016
Bize yabancı bu zihniyet kimin eseri?
İslam dünyasını ağlatmak üzere beslenen beslemelerin silahları, çıktığı kapıya döndü.
Medeniyetlerinin temeli kan ve gözyaşı olan Batı, Bizans oyunlarından vazgeçmelidir. Bu kanı bahane edip yeni işgallere kalkışmamalıdır. Yeniden vaftiz olup tövbe-i istiğfar etmelidir.
Ortadoğu'dan elini çekmelidir. İslam coğrafyasını işgal etmek için İslam fundamalizmi, İslam terörü diye diye sonunda bekledikleri doğum gerçekleşti. Irakta, Afganistan'da, Libya'da, Suriye'de attıkları tohumlar meyvesini verdi.
Nur topu gibi olan çocuğunuz hayırlı olsun. Beslediniz kargayı, oydu gözünüzü. Maalesef bu sizin eseriniz. Dünyayı kana bulayan, masum insanların canını alan Ortadoğu'nun yaramaz çocuğu sizin öp öz evladınız.
Bizden göründüğüne bakmayın. Bu zihniyet bize yabancı. 14.11.2014
Medeniyetlerinin temeli kan ve gözyaşı olan Batı, Bizans oyunlarından vazgeçmelidir. Bu kanı bahane edip yeni işgallere kalkışmamalıdır. Yeniden vaftiz olup tövbe-i istiğfar etmelidir.
Ortadoğu'dan elini çekmelidir. İslam coğrafyasını işgal etmek için İslam fundamalizmi, İslam terörü diye diye sonunda bekledikleri doğum gerçekleşti. Irakta, Afganistan'da, Libya'da, Suriye'de attıkları tohumlar meyvesini verdi.
Nur topu gibi olan çocuğunuz hayırlı olsun. Beslediniz kargayı, oydu gözünüzü. Maalesef bu sizin eseriniz. Dünyayı kana bulayan, masum insanların canını alan Ortadoğu'nun yaramaz çocuğu sizin öp öz evladınız.
Bizden göründüğüne bakmayın. Bu zihniyet bize yabancı. 14.11.2014
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)