25 Ekim 2016 Salı

Okul başkanlığı seçimleri

Ekim ayı okullarda öğrenci meclis başkanlığı seçimlerinin yapıldığı ay. Bugünlerde öğrencilerde bir heyecan baş gösterir. Aday olanlar, ona destek verenler, vaatler, propagandalar hız kazandı bile okullarda.

Tam derse kendini verdiğin esnada kapı çalınıp içeriye 3 öğrenci gelmişse bilin ki seçim çalışması var demektir. Dersin anası ağlatılıyor ama olsun, bu da demokrasinin bir cilvesi olsa gerek. Gelen her bir aday, yanında iki destekçisi ile birlikte kazanırsa neler neler yapacağını bir bir sıralıyor. Genelde vaatler uçuk-kaçık hep. Boyundan büyük vaatler birbirini izliyor. Aday önce neler yapacağını anlatıyor, ardından seçmeninden isteklerini soruyor. Kendinden emin bir şekilde cevaplar da veriyor daha küçücük dimağlar. Vaatler sıralanınca kalkan bir parmak: "Bunlar büyük masraf gerektiren yatırımlar. Bunları nasıl yapacaksın" diye bir soru soruyor. Aday: "Babamdan alacağım" diyor. Genelde tuvalet kapılarına kilit, WC'lere peçete, kaliteli sıvı sabun, okul basket ve voleybol file ve potalarını yenileme, sosyal etkinliklere ağırlık verme, sınıf içlerine öğrenci dolabı, pencere kilitlerini ve kapı kollarını değiştirme... vb vaatler genelde. Okul müdürünün kendi başına imkan bulamadığı bazı maliyetleri nasıl temin edecekler? Bunu da kazanacak adayların icraatlarında göreceğiz elbet.

Benim propaganda sürecinde adayların rahat tavırları ve kendilerine olan öz güvenleri. Takdire şayan gerçekten. Helal olsun yeni nesle. Vaat etme bakımından büyükleri pek aratmıyorlar. Daha küçük yaşta bunları bunları yapacağım diye boyundan büyük vaat veren bu yumurcaklar yarın büyüdükleri zaman neler vaat etmezler kim bilir?

Koridorda adayların kendini tanıtmak için hazırlamış oldukları afişlerin yırtılıp yere ve çöpe atıldığını görünce siyasetin kirliliğini daha iyi anlıyor insan. Siyasetin özünde mi var acaba kirlilik? Belki de iyi bir rehberlik yapılsa daha kötülüklere bulaşmamış kalbi temiz bu çocuklar daha iyi ve güzel bir propaganda süreci geçirebilirler.

Adayların bolluğu da dikkatimi çekti. Neredeyse her sınıfın bir adayı var. Tıpkı ülkemizde 100 civarında siyasi parti olduğu gibi. Yoksa çocuklar siyasette rantın olduğunu da mı biliyorlar?

Biz büyükler siyaseti düzgün ve temiz yapamadık, umarım bu küçükler daha temiz bir siyasete kapı aralar. Temiz siyaseti başlatanlar olur...25/10/2016

Kimler ilahiyat eğitimi almalıdır?

Bir büyüğüm : İmam Hatip Lisesini bitirenler ve İlahiyat fakültesini bitirenler dini kaynağından öğrenerek diğerlerine göre daha iyi bildiklerinden dolayı akıllarını kiraya vermezler.." demişti.

Zaman zaman ben de benzer kanaatleri taşırdım. Dini iyi bilen sorgular diye. Cemaatler ve özellikle FETÖ denilen yapı kolay kolay İlahiyatçıları içine alamaz. Çünkü her dediklerini yaptıramazlar diye düşünürdüm. 15 Temmuz itibariyle işin içinde olanlara şöyle bir göz attım. Hatırı sayılır türden ilahiyatçının işin içinde veya pasif destek verdiğini maalesef gözlemledim. Camiam adına üzüldüm gerçekten. Dini iyi bildiğini sandığım insanların nasıl savrulduğunu gördüm. Hatta bir çok yerde elebaşıları olduğuna şahit oldum. Dinini tam kaynağından öğrenmemiş, dini tedrisat verilen yerlerde okumamış insanların bu tuzaklara daha kolay düşebileceğini düşünürdüm de, bir ilahiyatçının hiç sorgulamadan, aklını kullanmadan böyle yapıların içerisinde olmasını bir türlü anlayamadım. İşin garibi halihazırda darbenin sivil ayağında bir numaralı sanık olarak gösterilen kişi de bir ilahiyatçı.

Ne diyeceğimi bilmiyorum gerçekten. Acınası bir durum. Bir gariplik var bu işin içinde. Bakıyorum bildiği dini kendinden emin bir şekilde kitlelere anlatacağı yerde bir başkasına stepne olmuş benim ilahiyatçı meslektaşım. Minnet borcunu ödüyor. Vay yazık, aldığı eğitime yazık! Dini iyi bildiklerini saydığım bu camianın bu derece savrulmasının nedenleri üzerinde iyi durmak lazım. Uzmanlarınca iyi araştırılmalıdır. Acizane bu konuda ya bu kişiler dini yeterince bilmeden mezun oldular, ya da genelde maddi imkanlardan yoksun kişilerin çocukları bu okullarda okuyorlar. Okurken maddi destek aldıkları cemaat, camia ve yapılara karşı bedel ödüyorlar. Bunun başka açıklaması olamaz.

FETÖ ile organik ve inorganik bağı olan bir meslektaşımla 15 Temmuz'dan 6 ay kadar önce konuşmuştum: "Niçin bu yapının içerisindesin. yanlışlık yapıyorlar, görüyorsun. Hala niye orada duruyorsun" dediğimde bana: "Ben onların yurtlarında kaldım, çok iyiliklerini gördüm, bunu inkar edemem" diye cevap vermişti.

Başkasından destek alarak okuyanlar asla kendileri olamazlar. Bu ülkede din eğitimi alanlardan başarı beklenecekse eğer, maddi yönden imkanları iyi olanların bu okullarda okumaları sağlanmalıdır. Maddi olarak bir başkasına el avuç açmayan biri kendinden emin bir şekilde okur, daha öz güven sahibi olur. Gelecek ve maddi kaygı taşımaz. Tıpkı Ebu Hanife gibi kimseye eyvallah demez. 25/10/2016

Memur sendikaları ne işe yarar?

Türkiye'de işçi sendikaları var. Bir zamanlar çok etkili idiler. Özellikle zamlarının konuşulduğu dönemlerde anlaşamazlarsa grev olacak şeklinde gündemimize gelirdi. İşçi temsilcileri hükümetlerle sıkı bir pazarlığa girer genelde istediklerini elde ederlerdi.

90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.

Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.

Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.

Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.

Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.

Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.

Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016

Dinin Muhabbetini Seviyoruz...

Sizi bilmem  ama ben nasıl bir dine  inandığımızı bir türlü çözemedim gitti. Özden ziyade dinin  teferruatıyla uğraşıyoruz gibi geldi bana.

Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki. Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin  alametleri var mı yok mu? İsa gelecek mi Mehdi kimdir..." gibi konulara giriyoruz.  

Kıyametin alametleri vardır,  şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de...  

Aslında var desek de bize faydası yok,  yok desek de. Konuştuğumuz  bu tür konular ne imanî bir meseledir ne ibadet konusuna girer ne de ahlaki bir konuya  taalluk ediyor. Yaptığımız  sadece var-yok tartışması. 

Tartışanların  hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı  alt etmektir,  vakit geçirmektir. 

Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor. 

Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.

2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan birkaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu birkaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazılar çizile tevatür derecesine ulaşmıştır" şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılarda.

Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.

Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın geleceğini ve habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek, kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette. 

Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.

Ehli bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.

Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.

Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016

24 Ekim 2016 Pazartesi

Helal olsun be sana! *

Görsel ve yazılı medyada: "Alaplı'da cami imamının camiye geldiği esnada 'Telefonu şarj ettik. Hakkınızı helal edin' şeklinde camiye bir not  ve üzerinde de 1 lira şarj ücretinin bırakıldığı' haberleri yer aldı. Alaplı nerenin ilçesi diye araştırırken Zonguldak'a bağlı olduğunu ve bu olayın bir benzerinin de mayıs ayında Bodrum'da yine bir camide benzeri bir notla birlikte yanına da bozuk paraların bırakıldığını öğrenmiş oldum. 

Duyduğum haberler hep içimi kararttığı için nice zamandır haberleri de izlemez olmuştum. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberlerden biri idi. Bu küçük olayın haberlere konu olması özlemini duyduğumuz güzel bir davranış olduğu içindir mutlaka. Konulan paranın bir değeri yok, şarj edilen telefon için tüketilen elektriğin de bir kıymeti harbiyesi yok. Belki de haber konusu  bile olmaması gerekirdi. Ama değerlerimizin kaybedilmeye yüz tuttuğu, helal ve haramın gözetilmediği günümüzde, mayamızda var olan temiz duyguların nadir de olsa ortaya çıkıyor olması sevindiriyor bizi gerçekten. Aslında yabancısı olmadığımız bir zihniyetti bu. Hatta çoğumuz: "Ecdadımız savaşa giderken yediği üzümün parasını asmaya iliştirirdi. Savaşların kazanılmasında işte bu zihniyet vardır" şeklinde büyüklerimizin anlattığı enstantane ile büyüdük. Çok eski zamanların bu davranışını anlatır dururduk hep. Artık günümüzde bu duyarlılığa sahip insanları da işitir olduk. İnşallah sayısı artar. Bizden sonraki nesil de asrımızdaki bu duyarlılığı anlatır çocuklarına.

Burkina Faso'da görev yapan bir arkadaşımız, "Bizim İslam'ımız ne işe yarar?" başlıklı yazısında 'Katolik iken Müslümanlığı seçen birine:  Niçin Müslüman oldun? Seni İslam’a yaklaştıran sebep neydi? diye bir soru sordurduğunu ve  şu cevabı aldığını ifade etmiştir: "Ben bir işyerinde çalışıyorum. Orada çalışan dört Müslüman arkadaşım var. Onların dürüstlüğü, güveni, çalışkanlıkları beni İslam’a yaklaştırdı. Aslında onlar benim Müslüman olmam için çok özel bir çağrıda bulunmadılar. Tamamen benim isteğim bu... Ama beni İslam’a çağıran asıl şey, onların hayatı ve yaşamı oldu.” Dürüstlük ve güven İslam’ın olmazsa olmaz nişanesidir. Yaşadıkları İslam ile etrafına örnek olan bu şekil isimsiz kahramanlardan Allah razı olsun.

Nice zamandır kaybettiğimiz yitiğimizdir bu değerler. Bu değerleri ne yaşayabiliyor ne de terk edebiliyorduk. İyi olduğunu bilmemize rağmen vicdanımızın sesine kulak vermeden hatta onu bastırarak "Uydum kalabalığa" diyorduk. Bu milletin fıtratı bozulmadı, mayası da temiz. Teoride doğru olduğunu bildiğimiz ama pratikten çıkardığımız duygularımız ve değerlerimiz bizim. Ne zaman ki bildiğimiz güzel doğruları pratikle buluşturabilir isek bu milleti ve bu milletin inancının yükselişini kimse durduramaz. Her şeyden önce ahlaki yozlaşmadan ve dezenformasyondan kurtulmamız lazım. Ne zaman 'kal ehli' olmaktan çıkıp 'hal ehli' olursak, bize ve bizim zihniyetimize düşman olanları bile kazanabiliriz.

Hepimizin iyi ve güzel bildiği bu güzel hasletlerden niçin uzaklaştık, yeniden nasıl kazanabiliriz diye kafa yormamızın zamanı geldi ve çoktan geçiyor bile. Zararın neresinden dönersek kardır. Asmaya yediği üzümün karşılığını koyma olayının ve kendisine ait olmayan bir yerde habersizce şarj ettiği telefonunun ücretini bırakma ve helallik dileme olaylarının vakayi adiyeden olması gerekiyor artık. Toplumun büyük-küçük tüm katmanlarına yayılmalı. Bunun için tedbirler alınmalı. İşin uzmanları bunun üzerine kafa yormalı. Çözüm yolları ortaya konulmalı. Aslında biz büyükler iyi örnek olsak helal-haram konusunda duyarlı olsak ardımızdan gelen nesil de iyi olur. Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır.

Bunun için -kanaatimce- biz büyükler değerlerimiz konusunda küçüklere yaşantımızla örnek olmalıyız. Her şeyden önce beynini sadece bilgiyle yüklediğimiz küçük dimağları yarış atı gibi yarıştıran sınav sisteminden vazgeçmemiz ve davranış bilimi üzerine yoğunlaşmamış gerekiyor. Onlara, evde başlayıp okulda sürecek ve hayat boyu devam ettirecek şekilde daha okumayı öğrenmeden ‘Paylaşmayı, sosyalleşmeyi, yerleri kirletmemeyi, başkasının malına el uzatmamayı, başkasına zarar vermemeyi... zerk etmemiz gerekecek. Gelecek kaygısı güdülen bir eğitim sistemi sadece canavar yetiştirir... 24/10/2016

26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.







Ne kadar çok maşamız varmış meğer...

Bize karşı kötü emel besleyenler hiç ellerini Türkiye’den çekmediler. İstiyorlar ki; onların emirlerinden çıkmayalım, hep onların dediğini yapalım, kendimize gelmeyelim.

Elimizi, ayağımızı bağlamışlar. Ağzımızı kapatmışlar. Harekat alanımızı daraltmışlar. Düşünmemize bile fırsat vermiyorlar.

Her şeyden geçtik…nefes almamızı bile istemiyorlar artık. Yememiz ve içmemiz için her bir yeni güne kan ve gözyaşıyla uyanıyoruz. Emperyalizm çok aşama katetti.  Eskiden beğenmediği ülkeyi topuyla, tüfeğiyle işgal ederdi. Bu şekil işgal çok masraflı geldiği için Batı bundan vazgeçti. İçimizden devşirdikleri yerli işbirlikçileriyle yapıyorlar artık işgallerini.

İçimizdeki maşaları koruyup kolluyorlar, onlara her türlü imkanı sağlıyorlar. Belirli bir kıvama geldiği zaman beslemeleri ortaya çıkıyor. Her yeri kan gölü haline çevirebiliyor.

Sömürgeciler nerede isterlerse diledikleri kadar maşa bulabiliyorlar. Hem de  aynı havayı teneffüs ettiği soydaş ve dindaşlarına silahları döndürebiliyorlar. Bu insanoğlu ne zaman akıllanacak, ne zaman kendini kullandırmayı bırakacak, kendi olacak?

Yazıklar olsun! Kendini maşa olarak kullandıranlara... Yeryüzünde yaşadığı müddetçe yüzleri gülmesin. Öbür dünyada ise cezanın beterini çeksinler ebediyyen... 20/07/2016

Bu iki ayak ne için var?

Ekseriyetimizin bedenini ve uzuvlarını kullanmadığı bir devri yaşıyoruz. İşimizi ya teknoloji yapıyor, ya da teknolojinin nimetlerinden yararlanarak yapıyoruz. Sonucunda da tembel, üşengeç, rahatına düşkün, rahatından ödün vermeyen bir vücut yapımız ve onun akıl hocası beynimiz var. Konuşma ve laklak yapmaya daha fazla vakit buluyoruz artık.

Teknoloji,  külfet ve sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Cadde, sokaklar, yollar, evlerin önü  araba yığınıyla dolu. Gidip-geldiğimiz her yere vasıtayla gidip geliyoruz. Ayaklar vasıta olmaktan çıktı. Yürümüyoruz. Kısa mesafeler uzak gelmeye başladı. Direksiyondan aşağıya inmiyoruz. Ekmek almaya bile arabayı kullanıyoruz. Wc ihtiyacımızı gidermek için bile eğer insanlık yol yaparsa oraya da araçla gireceğiz bu gidişle.

Çarşıya çıktığın zaman adım attığın yer araba dolu. Park yasağı olan yerlerde ve yayaların yürüyeceği yerlerde bile araç dolu. Çoğu zaman yollar kilitleniyor araç yoğunluğundan dolayı.

Eskiden zaruri ihtiyaçlarımızda kullanırız diye bir tane alınıp evin önünde dururdu. Şimdilerde neredeyse 18 yaşını doldurmuş kişi sayısında bir evde araç olmaya başlandı. Herkes işine gücüne tek başına aracıyla gitmeye başladı. Toprak yüzü görmeyen vücudumuz neredeyse dokunanı çarpacak, içimizdeki elektrikten dolayı.

Yürüyüş yapmayı tavsiye ederdi doktorlar sağlığımız için. Şimdi  belediyelerin yaptığı parkların kenarındaki yürüyüş parkurlarında az sayıda yürüyüş yapanlar var. Çoğu da kilo sorunundan dolayı.

İşimize de gecikiyoruz. Çünkü arabamıza güvenerek son ana kadar bekliyoruz. Zamanında çıkamıyoruz evlerimizden. Aracıyla işine gelmeyenler garipsenir oldu.

Rahatımıza düşkünlüğümüzden dolayı hem sağlıklı yaşayamıyoruz, hem yolları kalabalıklaştırıyoruz. Park edilen araçlardan dolayı görüntüyü çirkinleştiriyoruz, yolları daraltıyoruz. Tek başına yaptığımız yolculuktan dolayı giden milli serveti hesaba katmıyoruz.

Bu kadar araçla içli dışlı olan bizler bir gün herhangi bir nedenle arabasız kalsak ne yaparız ki!...Bari bu ayakları kullanmıyoruz, ihtiyacı olan birine vermeye ne dersiniz?  24/10/2016