Türkiye'de işçi sendikaları var. Bir zamanlar çok etkili idiler. Özellikle zamlarının konuşulduğu dönemlerde anlaşamazlarsa grev olacak şeklinde gündemimize gelirdi. İşçi temsilcileri hükümetlerle sıkı bir pazarlığa girer genelde istediklerini elde ederlerdi.
90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.
Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.
Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.
Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.
Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.
Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.
Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016
25 Ekim 2016 Salı
Dinin Muhabbetini Seviyoruz...
Sizi bilmem ama ben nasıl bir dine inandığımızı bir türlü çözemedim gitti. Özden ziyade dinin teferruatıyla uğraşıyoruz gibi geldi bana.
Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki. Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin alametleri var mı yok mu? İsa gelecek mi Mehdi kimdir..." gibi konulara giriyoruz.
Kıyametin alametleri vardır, şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de...
Aslında var desek de bize faydası yok, yok desek de. Konuştuğumuz bu tür konular ne imanî bir meseledir ne ibadet konusuna girer ne de ahlaki bir konuya taalluk ediyor. Yaptığımız sadece var-yok tartışması.
Tartışanların hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı alt etmektir, vakit geçirmektir.
Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor.
Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.
2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan birkaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu birkaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazılar çizile tevatür derecesine ulaşmıştır" şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılarda.
Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.
Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın geleceğini ve habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek, kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette.
Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.
Ehli bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.
Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.
Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016
24 Ekim 2016 Pazartesi
Helal olsun be sana! *
Görsel ve yazılı medyada: "Alaplı'da cami imamının
camiye geldiği esnada 'Telefonu şarj ettik. Hakkınızı helal edin' şeklinde
camiye bir not ve üzerinde de 1 lira şarj ücretinin bırakıldığı'
haberleri yer aldı. Alaplı nerenin ilçesi diye araştırırken Zonguldak'a bağlı
olduğunu ve bu olayın bir benzerinin de mayıs ayında Bodrum'da yine bir camide
benzeri bir notla birlikte yanına da bozuk paraların bırakıldığını öğrenmiş
oldum.
Duyduğum haberler hep içimi kararttığı için nice zamandır
haberleri de izlemez olmuştum. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberlerden
biri idi. Bu küçük olayın haberlere konu olması özlemini duyduğumuz güzel bir
davranış olduğu içindir mutlaka. Konulan paranın bir değeri yok, şarj edilen
telefon için tüketilen elektriğin de bir kıymeti harbiyesi yok. Belki de haber
konusu bile olmaması gerekirdi. Ama değerlerimizin kaybedilmeye yüz
tuttuğu, helal ve haramın gözetilmediği günümüzde, mayamızda var olan temiz
duyguların nadir de olsa ortaya çıkıyor olması sevindiriyor bizi gerçekten.
Aslında yabancısı olmadığımız bir zihniyetti bu. Hatta çoğumuz: "Ecdadımız
savaşa giderken yediği üzümün parasını asmaya iliştirirdi. Savaşların
kazanılmasında işte bu zihniyet vardır" şeklinde büyüklerimizin anlattığı
enstantane ile büyüdük. Çok eski zamanların bu davranışını anlatır dururduk
hep. Artık günümüzde bu duyarlılığa sahip insanları da işitir olduk. İnşallah
sayısı artar. Bizden sonraki nesil de asrımızdaki bu duyarlılığı anlatır
çocuklarına.
Burkina Faso'da görev yapan bir arkadaşımız, "Bizim İslam'ımız ne işe yarar?"
başlıklı yazısında 'Katolik iken Müslümanlığı seçen birine: “Niçin Müslüman oldun? Seni İslam’a yaklaştıran sebep neydi?” diye bir soru sordurduğunu ve şu cevabı aldığını ifade
etmiştir: "Ben bir işyerinde
çalışıyorum. Orada çalışan dört Müslüman arkadaşım var. Onların dürüstlüğü,
güveni, çalışkanlıkları beni İslam’a yaklaştırdı. Aslında onlar benim Müslüman
olmam için çok özel bir çağrıda bulunmadılar. Tamamen benim isteğim bu... Ama
beni İslam’a çağıran asıl şey, onların hayatı ve yaşamı oldu.” Dürüstlük ve
güven İslam’ın olmazsa olmaz nişanesidir. Yaşadıkları İslam ile etrafına örnek
olan bu şekil isimsiz kahramanlardan Allah razı olsun.
Nice zamandır kaybettiğimiz yitiğimizdir bu değerler. Bu
değerleri ne yaşayabiliyor ne de terk edebiliyorduk. İyi olduğunu bilmemize
rağmen vicdanımızın sesine kulak vermeden hatta onu bastırarak "Uydum
kalabalığa" diyorduk. Bu milletin fıtratı bozulmadı, mayası da temiz.
Teoride doğru olduğunu bildiğimiz ama pratikten çıkardığımız duygularımız ve
değerlerimiz bizim. Ne zaman ki bildiğimiz güzel doğruları pratikle
buluşturabilir isek bu milleti ve bu milletin inancının yükselişini kimse
durduramaz. Her şeyden önce ahlaki yozlaşmadan ve dezenformasyondan kurtulmamız
lazım. Ne zaman 'kal ehli' olmaktan çıkıp 'hal ehli' olursak, bize ve bizim
zihniyetimize düşman olanları bile kazanabiliriz.
Hepimizin iyi ve güzel bildiği bu güzel hasletlerden niçin
uzaklaştık, yeniden nasıl kazanabiliriz diye kafa yormamızın zamanı geldi ve
çoktan geçiyor bile. Zararın neresinden dönersek kardır. Asmaya yediği üzümün
karşılığını koyma olayının ve kendisine ait olmayan bir yerde habersizce şarj
ettiği telefonunun ücretini bırakma ve helallik dileme olaylarının vakayi
adiyeden olması gerekiyor artık. Toplumun büyük-küçük tüm katmanlarına
yayılmalı. Bunun için tedbirler alınmalı. İşin uzmanları bunun üzerine kafa
yormalı. Çözüm yolları ortaya konulmalı. Aslında biz büyükler iyi örnek olsak helal-haram
konusunda duyarlı olsak ardımızdan gelen nesil de iyi olur. Çünkü üzüm üzüme
baka baka kararır.
Bunun için -kanaatimce- biz büyükler değerlerimiz konusunda
küçüklere yaşantımızla örnek olmalıyız. Her şeyden önce beynini sadece bilgiyle
yüklediğimiz küçük dimağları yarış atı gibi yarıştıran sınav sisteminden
vazgeçmemiz ve davranış bilimi üzerine yoğunlaşmamış gerekiyor. Onlara, evde
başlayıp okulda sürecek ve hayat boyu devam ettirecek şekilde daha okumayı
öğrenmeden ‘Paylaşmayı, sosyalleşmeyi, yerleri kirletmemeyi, başkasının malına
el uzatmamayı, başkasına zarar vermemeyi... zerk etmemiz gerekecek. Gelecek
kaygısı güdülen bir eğitim sistemi sadece canavar yetiştirir... 24/10/2016
26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.
26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.
Ne kadar çok maşamız varmış meğer...
Bize karşı kötü emel besleyenler hiç ellerini Türkiye’den
çekmediler. İstiyorlar ki; onların
emirlerinden çıkmayalım, hep onların dediğini yapalım, kendimize gelmeyelim.
Elimizi, ayağımızı bağlamışlar. Ağzımızı kapatmışlar. Harekat alanımızı daraltmışlar. Düşünmemize bile fırsat vermiyorlar.
Elimizi, ayağımızı bağlamışlar. Ağzımızı kapatmışlar. Harekat alanımızı daraltmışlar. Düşünmemize bile fırsat vermiyorlar.
Her şeyden geçtik…nefes almamızı bile istemiyorlar artık. Yememiz
ve içmemiz için her bir yeni güne kan ve gözyaşıyla uyanıyoruz. Emperyalizm çok
aşama katetti. Eskiden beğenmediği
ülkeyi topuyla, tüfeğiyle işgal ederdi. Bu şekil işgal çok masraflı geldiği
için Batı bundan vazgeçti. İçimizden devşirdikleri yerli işbirlikçileriyle
yapıyorlar artık işgallerini.
İçimizdeki maşaları koruyup kolluyorlar, onlara her türlü
imkanı sağlıyorlar. Belirli bir kıvama geldiği zaman beslemeleri ortaya çıkıyor. Her yeri kan gölü haline çevirebiliyor.
Sömürgeciler nerede isterlerse diledikleri kadar maşa bulabiliyorlar. Hem de aynı havayı teneffüs ettiği soydaş ve dindaşlarına silahları döndürebiliyorlar. Bu insanoğlu ne zaman akıllanacak, ne zaman kendini kullandırmayı bırakacak, kendi olacak?
Yazıklar olsun! Kendini maşa olarak kullandıranlara... Yeryüzünde yaşadığı müddetçe yüzleri gülmesin. Öbür dünyada ise cezanın beterini çeksinler ebediyyen... 20/07/2016
Sömürgeciler nerede isterlerse diledikleri kadar maşa bulabiliyorlar. Hem de aynı havayı teneffüs ettiği soydaş ve dindaşlarına silahları döndürebiliyorlar. Bu insanoğlu ne zaman akıllanacak, ne zaman kendini kullandırmayı bırakacak, kendi olacak?
Yazıklar olsun! Kendini maşa olarak kullandıranlara... Yeryüzünde yaşadığı müddetçe yüzleri gülmesin. Öbür dünyada ise cezanın beterini çeksinler ebediyyen... 20/07/2016
Bu iki ayak ne için var?
Ekseriyetimizin bedenini ve uzuvlarını kullanmadığı bir devri yaşıyoruz. İşimizi ya teknoloji yapıyor, ya da teknolojinin nimetlerinden yararlanarak yapıyoruz. Sonucunda da tembel, üşengeç, rahatına düşkün, rahatından ödün vermeyen bir vücut yapımız ve onun akıl hocası beynimiz var. Konuşma ve laklak yapmaya daha fazla vakit buluyoruz artık.
Teknoloji, külfet ve sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Cadde, sokaklar, yollar, evlerin önü araba yığınıyla dolu. Gidip-geldiğimiz her yere vasıtayla gidip geliyoruz. Ayaklar vasıta olmaktan çıktı. Yürümüyoruz. Kısa mesafeler uzak gelmeye başladı. Direksiyondan aşağıya inmiyoruz. Ekmek almaya bile arabayı kullanıyoruz. Wc ihtiyacımızı gidermek için bile eğer insanlık yol yaparsa oraya da araçla gireceğiz bu gidişle.
Çarşıya çıktığın zaman adım attığın yer araba dolu. Park yasağı olan yerlerde ve yayaların yürüyeceği yerlerde bile araç dolu. Çoğu zaman yollar kilitleniyor araç yoğunluğundan dolayı.
Eskiden zaruri ihtiyaçlarımızda kullanırız diye bir tane alınıp evin önünde dururdu. Şimdilerde neredeyse 18 yaşını doldurmuş kişi sayısında bir evde araç olmaya başlandı. Herkes işine gücüne tek başına aracıyla gitmeye başladı. Toprak yüzü görmeyen vücudumuz neredeyse dokunanı çarpacak, içimizdeki elektrikten dolayı.
Yürüyüş yapmayı tavsiye ederdi doktorlar sağlığımız için. Şimdi belediyelerin yaptığı parkların kenarındaki yürüyüş parkurlarında az sayıda yürüyüş yapanlar var. Çoğu da kilo sorunundan dolayı.
İşimize de gecikiyoruz. Çünkü arabamıza güvenerek son ana kadar bekliyoruz. Zamanında çıkamıyoruz evlerimizden. Aracıyla işine gelmeyenler garipsenir oldu.
Rahatımıza düşkünlüğümüzden dolayı hem sağlıklı yaşayamıyoruz, hem yolları kalabalıklaştırıyoruz. Park edilen araçlardan dolayı görüntüyü çirkinleştiriyoruz, yolları daraltıyoruz. Tek başına yaptığımız yolculuktan dolayı giden milli serveti hesaba katmıyoruz.
Bu kadar araçla içli dışlı olan bizler bir gün herhangi bir nedenle arabasız kalsak ne yaparız ki!...Bari bu ayakları kullanmıyoruz, ihtiyacı olan birine vermeye ne dersiniz? 24/10/2016
Teknoloji, külfet ve sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Cadde, sokaklar, yollar, evlerin önü araba yığınıyla dolu. Gidip-geldiğimiz her yere vasıtayla gidip geliyoruz. Ayaklar vasıta olmaktan çıktı. Yürümüyoruz. Kısa mesafeler uzak gelmeye başladı. Direksiyondan aşağıya inmiyoruz. Ekmek almaya bile arabayı kullanıyoruz. Wc ihtiyacımızı gidermek için bile eğer insanlık yol yaparsa oraya da araçla gireceğiz bu gidişle.
Çarşıya çıktığın zaman adım attığın yer araba dolu. Park yasağı olan yerlerde ve yayaların yürüyeceği yerlerde bile araç dolu. Çoğu zaman yollar kilitleniyor araç yoğunluğundan dolayı.
Eskiden zaruri ihtiyaçlarımızda kullanırız diye bir tane alınıp evin önünde dururdu. Şimdilerde neredeyse 18 yaşını doldurmuş kişi sayısında bir evde araç olmaya başlandı. Herkes işine gücüne tek başına aracıyla gitmeye başladı. Toprak yüzü görmeyen vücudumuz neredeyse dokunanı çarpacak, içimizdeki elektrikten dolayı.
Yürüyüş yapmayı tavsiye ederdi doktorlar sağlığımız için. Şimdi belediyelerin yaptığı parkların kenarındaki yürüyüş parkurlarında az sayıda yürüyüş yapanlar var. Çoğu da kilo sorunundan dolayı.
İşimize de gecikiyoruz. Çünkü arabamıza güvenerek son ana kadar bekliyoruz. Zamanında çıkamıyoruz evlerimizden. Aracıyla işine gelmeyenler garipsenir oldu.
Rahatımıza düşkünlüğümüzden dolayı hem sağlıklı yaşayamıyoruz, hem yolları kalabalıklaştırıyoruz. Park edilen araçlardan dolayı görüntüyü çirkinleştiriyoruz, yolları daraltıyoruz. Tek başına yaptığımız yolculuktan dolayı giden milli serveti hesaba katmıyoruz.
Bu kadar araçla içli dışlı olan bizler bir gün herhangi bir nedenle arabasız kalsak ne yaparız ki!...Bari bu ayakları kullanmıyoruz, ihtiyacı olan birine vermeye ne dersiniz? 24/10/2016
23 Ekim 2016 Pazar
Doğuştan yorgun olanlar
Günlük hayatta çeşit çeşit insanlarla karşılaşırsınız. Bu da doğaldır. Çünkü Allah insanları farklı farklı yaratmıştır. Hepsine eyvallah! Ama bir tip vardır ki gördükçe hayret edersiniz. Ben bu tiplere doğuştan yorgun tipler diyorum. Ben özelliklerini söyleyeyim. Siz ne isim verirseniz verin.
Yaptığı işi gözünde büyütür. Kendi yaptığı işi dünyanın en önemli ve en zor işi olarak görür. İşini gözünde büyüttükçe hayatı kendisine ve çevresine zindan eder. Ne kendisini mutlu eder ne de etrafını. Ne kendi güler ne de çevresi. Yaptığı işin zorluğuna kendisini inandırmıştır. Sırada diğer insanlar vardır ikna edeceği. Onları ikna edince biraz keyfi yerine gelir. Çünkü bu durumda kimse ona iş vermez, iş yapması beklenmez. Hep kendisine yardım edilmesini bekler. Kendisi bir başkasına asla sadra şifa olmaz. Çünkü zaten derdi başından aşkındır. Herkesin yaptığı işler ona dağ gibi gelir: Ütü yapması bir derttir, yemek yapması zaten bir meşakkattir. İşe gitmesi ayrı bir dert, işten gelmesi sıkıntı. Yürümesi bir sorun, çocuğu varsa ona bakması, uyutması, bezini değiştirmesi, giydirmesi...vs mübarek sanki bu dünyaya iş yapmaya gelmiş. Şu dünyada iş yapması olmasa aslında yaşanacak alemdir ona göre. gezecek, tozacak, oturup kalkacak. Yiyeceği lokmayı da biri bölüp parçalasa, ağzına verse, aldığı nefesi bir başkası alıverse aliyyül a'la olur aslında.
İş yapmaya gönlü yoktur böylelerinin. Aslında maharetlidir. Daha şu şu işleri yapacağım diye sayar durur. Kafasında sayıncaya kadar kalkıp yapıverse problem gidecek. Ama sorun beyinde bitirmekte. Tembel, üşengeç ve rahatına düşkün olduğu için hep kaçak güreşir. Böylelerinin beyni yorgun aslında. Beyin nakli imkanı olsa da bu tiplerin beyinlerini değiştirmekle işe başlamak lazım.
Konya'ya nakil geldiğim yıl kafamı sokacak bir ev nasip olmuştu. Doğal gaz döşenmesi için apartmana öncülük yapmak istedim. Sakinlerden çoğunluğu kiracı idi. Yönetici olmamama rağmen Konya'nın değişik yerlerinde ikamet eden ev sahiplerine ulaştım, durumu izah ettim. Bir tanesine ulaşamadım, evi nerede onu da bilmiyordum. Kiracısına ev sahibi ile görüştür dedim bir kaç defa. Bugün, yarın derken uzadı iyice. Sonunda kadına dedim: Kardeş, şu ev sahibinin adresini ver, bir görüşeyim dedin. Bana: "Kirayı yeni verdim, diğer aya kadar gidemem, öbür ay söyleyeyim" dedi. Telefonunu ver dedim. Telefonu bende yok dedi. Adresini ver dedim. Adresini de bilmiyorum dedi. Evini tarif ediver, ben gidip geleyim dedim. Evi uzak dedi. uzak olsun. Allah rızası için ne olur evini söyle dedim. Nihayet evi tarih etti. Apartmanımla ev sahibinin oturduğu apartmanın arası inanın 150 metre yoktu. Aynı sitenin farklı binasındaymış. bana göre 150 metre çok yakın bir mesafeydi ama kadına göre çok çok uzak bir mesafeydi anlaşılan. Kadın göründüğü kadar çok kötü niyetli biri değil. Yalan söyleyecek kapasitesi bile yok. Demek ki o 150 metrelik mesafe ona dağ gibi geliyordu.
Ruhen ve bedenen yorgun olan bu tiplerin samimi olduklarına inanıyorum. İşim çok diye korktukları kendi beyinlerinde oluşturdukları içinden çıkılmaz algıdan ibarettir. İşleri zor gerçekten. Tedavisi de olacağını sanmıyorum. Allah bunlara yardım etsin. 23/10/2016
Yaptığı işi gözünde büyütür. Kendi yaptığı işi dünyanın en önemli ve en zor işi olarak görür. İşini gözünde büyüttükçe hayatı kendisine ve çevresine zindan eder. Ne kendisini mutlu eder ne de etrafını. Ne kendi güler ne de çevresi. Yaptığı işin zorluğuna kendisini inandırmıştır. Sırada diğer insanlar vardır ikna edeceği. Onları ikna edince biraz keyfi yerine gelir. Çünkü bu durumda kimse ona iş vermez, iş yapması beklenmez. Hep kendisine yardım edilmesini bekler. Kendisi bir başkasına asla sadra şifa olmaz. Çünkü zaten derdi başından aşkındır. Herkesin yaptığı işler ona dağ gibi gelir: Ütü yapması bir derttir, yemek yapması zaten bir meşakkattir. İşe gitmesi ayrı bir dert, işten gelmesi sıkıntı. Yürümesi bir sorun, çocuğu varsa ona bakması, uyutması, bezini değiştirmesi, giydirmesi...vs mübarek sanki bu dünyaya iş yapmaya gelmiş. Şu dünyada iş yapması olmasa aslında yaşanacak alemdir ona göre. gezecek, tozacak, oturup kalkacak. Yiyeceği lokmayı da biri bölüp parçalasa, ağzına verse, aldığı nefesi bir başkası alıverse aliyyül a'la olur aslında.
İş yapmaya gönlü yoktur böylelerinin. Aslında maharetlidir. Daha şu şu işleri yapacağım diye sayar durur. Kafasında sayıncaya kadar kalkıp yapıverse problem gidecek. Ama sorun beyinde bitirmekte. Tembel, üşengeç ve rahatına düşkün olduğu için hep kaçak güreşir. Böylelerinin beyni yorgun aslında. Beyin nakli imkanı olsa da bu tiplerin beyinlerini değiştirmekle işe başlamak lazım.
Konya'ya nakil geldiğim yıl kafamı sokacak bir ev nasip olmuştu. Doğal gaz döşenmesi için apartmana öncülük yapmak istedim. Sakinlerden çoğunluğu kiracı idi. Yönetici olmamama rağmen Konya'nın değişik yerlerinde ikamet eden ev sahiplerine ulaştım, durumu izah ettim. Bir tanesine ulaşamadım, evi nerede onu da bilmiyordum. Kiracısına ev sahibi ile görüştür dedim bir kaç defa. Bugün, yarın derken uzadı iyice. Sonunda kadına dedim: Kardeş, şu ev sahibinin adresini ver, bir görüşeyim dedin. Bana: "Kirayı yeni verdim, diğer aya kadar gidemem, öbür ay söyleyeyim" dedi. Telefonunu ver dedim. Telefonu bende yok dedi. Adresini ver dedim. Adresini de bilmiyorum dedi. Evini tarif ediver, ben gidip geleyim dedim. Evi uzak dedi. uzak olsun. Allah rızası için ne olur evini söyle dedim. Nihayet evi tarih etti. Apartmanımla ev sahibinin oturduğu apartmanın arası inanın 150 metre yoktu. Aynı sitenin farklı binasındaymış. bana göre 150 metre çok yakın bir mesafeydi ama kadına göre çok çok uzak bir mesafeydi anlaşılan. Kadın göründüğü kadar çok kötü niyetli biri değil. Yalan söyleyecek kapasitesi bile yok. Demek ki o 150 metrelik mesafe ona dağ gibi geliyordu.
Ruhen ve bedenen yorgun olan bu tiplerin samimi olduklarına inanıyorum. İşim çok diye korktukları kendi beyinlerinde oluşturdukları içinden çıkılmaz algıdan ibarettir. İşleri zor gerçekten. Tedavisi de olacağını sanmıyorum. Allah bunlara yardım etsin. 23/10/2016
Kazalarda soğukkanlı olabilmek
2000 öncesi idi sanırım. "B" sınıfı bir ehliyet almak için müracaat etmiştim. Bizden öncekilerin ehliyetleri eve teslim yapılırken ilk defa bizde kurs zorunluluğu getirildi. O kadar ciddiye alındı ki İlçe milli eğitim müdürü hafta sonu kurs merkezine gelerek bizzat kendisi yoklama alıyordu.
Kurs sahibi ve kurs öğreticilerinin iki sözlerinden biri "Bu sınavda asla yardım edilmeyecek, sınavdan kalabilirsiniz" şeklinde aba altından sopa gösteriyorlardı. Arabam yok, illaki ehliyetim olacak diye bir iddiam yoktu, ama görev yaptığım okulda dersine girdiğim bir öğrenci de vardı kursiyer olarak. Sınavı geçemesem öğrencimin yanında mahcup olmak da vardı. hele bir de okula gelip "Hocamız geçemedi, ben geçtim" derse yandın oğlum Ramazan dedim. Sürücü kursunun verdiği kitaba iyi bir çalıştım mecburiyet karşısında.
Sınav günü geldi çattı. Sınavı yaptım çıkacağım zaman cevaplar söylenmeye başladı. Oturdum, seçeneklerimi kontrol ettim. Bir seçeneğin dışında bütün seçenekler doğru idi. Söylediğiniz ilk sorunun cevabı yanlış, "B" değil, "C" olacak dedim. "Ben ne bileyim kardeşim, bana verilen seçenekler bunlar" dedi başımızdaki gözetmen. Yaptığım seçenekleri hiç düzeltmeden cevap anahtarını verip çıktım. Trafik ve İlk Yardım dersinden 100 almıştım, Sağlık Bilgisi sanırım 98, Motor ise 92-94 idi sanırım. Yazılıyı geçtim, en azından öğrencimin yanında mahcup olmamıştım.
Direksiyon sınavına hazırlamak için araba sürmeyi bilmeyen benim gibi 3-4 kişi vardı. Kurs merkezi bizi trafik eğitiminin yapıldığı piste götürerek arabayı kaldırmayı, belli bir süre götürmeyi ve durdurmayı öğretti.
Direksiyon pistine gitmek için kurs merkezine gittim. Benimle beraber aynı araca bizi sınav yapacaklar da bindi. Sessiz bir şekilde ilerliyoruz. Hem sessizliği bozayım, hem de şaka yapayım diye aracı süren kurs sahibine: "Direksiyon hangisi idi" diye sordum. şakadan anlayanın hali başka: "Unuttun mu hocam, işte şu" diyerek vitesi gösterdi. Yanımızdakilerin ciddiyetine rağmen kurs sahibiyle gülüştük.
Heyecanla piste vardık. Biz varırken çoğu polis nezaretinde önce gelenler imzasını atıp gidiyorlardı. Polisler bana da "İmzanı at" dedi. Tam imzamı atacağım zaman aynı araçla geldiklerimden biri: "Daha araba sürmeyi bilmeyenler var, nereye gidersiniz" diye itiraz etti. Bu ses oradaki herkeste bir soğuk duş etkisi yaptı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Polis: "Giden gitti" diyebildi. Ben benimle beraber gelen sonradan bizi sınav yapacak kişiler olduğunu öğrendiğim kişilere dönüp: "Sizin kastettiğiniz kişi galiba benim, buyurun aracıma, süreyim" dedim. hazır bekliyorlarmış, araca bindiler. Sür dedikleri yere kadar sürdüm. Sonra geri geldim. "Yeter mi" dedim. "Tamam" dediler, sonra arabayı park edip imzamı attım ve oradan ayrıldım. Bir kaç ay sonra gerekli evrakı hazırlayarak ehliyetimi alabildim. Arabam yoktu ama bir gün nasip olur inşallah dedim kendi kendime.
Niyetim ehliyeti nasıl aldığım değildi. Sağlık Bilgisi dersini bir eczacı veriyordu kurs merkezinde. "Kaza anında soğukkanlı olmak lazım, panik olmamalı..." şeklinde dersini işlerken parmak kaldırdım: "İyi de hocam kaza olduğu zaman soğukkanlı olmayı bizim toplum pek kabullenmez. üzüldüğümüzü belli etmek için mutlaka iki elimizi dizlerimize vurup bir o yana bir bu yana koşmamız lazım, yoksa bizi ayıplarlar" demiştim. Bu vesileyle ölümüne derse gelen kursiyerler biraz gülümsemişlerdi. Hoca da hak verip: "Maalesef bizde öyle, ellerini yana vurmazsan üzülmüyor" muamelesi görürsün, demişti.
21/10/2016 günü okuldan geldikten sonra evde abdestimi alıp camiye gitmek için evden hareketlendiğimde ani fren yapan bir araç sesini duyunca, kaza oldu sanırım dedim. Caddeye çıktığımda kalabalığı görünce kaza olduğunu anladım. yanlarına vardığım zaman ambulans da gelmişti bu arada. İhtiyar bir amcaya vurmuştu bir taksi. Amcanın bastonu kırılmış, kendisi ise bastonunu da bırakmamış yerde oturuyordu sersem bir şekilde. Bir evden bir hanımefendi bir bardak su getirdi. Amca suyu içti. Bu arada oğlu olduğunu sonradan anladığım amcanın evladı geldi. Anlaşılan telefon açılmıştı kendisine. Babasına: Nasıl oldu, geçmiş olsun, ağrıyan ve sızlayan bir yerin var mı" demeden, "Sana kim vurdu" dedi. İhtiyar amca, elinden bırakmadığı kırık bastonuyla vuranı işaret etti. Oğlu hemen adama yöneldi, yakasından tuttu, bir kaç el salladı. Bekleşenler neye uğradığını şaşırdı, kısa bir duraklamadan sonra kazayı gören birkaç kişi araya girip kavganın büyümesine engel oldu. Bir kaç yumruk yiyen sürücü ise: "Arkadaş ben kaçtım mı sanki" diyebildi. Uzaklaştırılan babanın evladı ise: "Daha sana göstereceğim" diye elini sallıyordu durmadan.
Kalabalık durmaya devam ederken camiye doğru yöneldim. Kazazedenin evladının yaptığını görünce 15-20 önce ehliyet kursunda Sağlık hocasının: "Soğukkanlı olmak lazım" sözü aklıma geldi. Hata sürücü de miydi, yoksa görünüşünden yürümekte zorlanan amca da mı idi bilmem. Ama olan olmuş, şükür ölen yok. Herkes ayakta. Böyle bir durumda oğlu yangına körükle gitmeye devam ediyor. Güya babasını korumuş olacak. Madem bu kadar babanı düşünüyorsun, bu yaşlı amcayı kendi başına camiye niye gönderdin, yanında ya da peşi sıra niye gitmedin dedim kendi kendime camiye girerken. Nedense sorunlarımızı şiddet uygulamadan halledemiyoruz. Ufacık bir kaza, büyük yaralar açabilirdi.
Her birimizin bu şekilde veya daha büyük kazalara sebebiyet verebiliriz. Bu tür durumlarda Sağlık hocamızın dediği gibi "Soğukkanlı olmak" lazım vesselam!.. 23/10/2016
Kurs sahibi ve kurs öğreticilerinin iki sözlerinden biri "Bu sınavda asla yardım edilmeyecek, sınavdan kalabilirsiniz" şeklinde aba altından sopa gösteriyorlardı. Arabam yok, illaki ehliyetim olacak diye bir iddiam yoktu, ama görev yaptığım okulda dersine girdiğim bir öğrenci de vardı kursiyer olarak. Sınavı geçemesem öğrencimin yanında mahcup olmak da vardı. hele bir de okula gelip "Hocamız geçemedi, ben geçtim" derse yandın oğlum Ramazan dedim. Sürücü kursunun verdiği kitaba iyi bir çalıştım mecburiyet karşısında.
Sınav günü geldi çattı. Sınavı yaptım çıkacağım zaman cevaplar söylenmeye başladı. Oturdum, seçeneklerimi kontrol ettim. Bir seçeneğin dışında bütün seçenekler doğru idi. Söylediğiniz ilk sorunun cevabı yanlış, "B" değil, "C" olacak dedim. "Ben ne bileyim kardeşim, bana verilen seçenekler bunlar" dedi başımızdaki gözetmen. Yaptığım seçenekleri hiç düzeltmeden cevap anahtarını verip çıktım. Trafik ve İlk Yardım dersinden 100 almıştım, Sağlık Bilgisi sanırım 98, Motor ise 92-94 idi sanırım. Yazılıyı geçtim, en azından öğrencimin yanında mahcup olmamıştım.
Direksiyon sınavına hazırlamak için araba sürmeyi bilmeyen benim gibi 3-4 kişi vardı. Kurs merkezi bizi trafik eğitiminin yapıldığı piste götürerek arabayı kaldırmayı, belli bir süre götürmeyi ve durdurmayı öğretti.
Direksiyon pistine gitmek için kurs merkezine gittim. Benimle beraber aynı araca bizi sınav yapacaklar da bindi. Sessiz bir şekilde ilerliyoruz. Hem sessizliği bozayım, hem de şaka yapayım diye aracı süren kurs sahibine: "Direksiyon hangisi idi" diye sordum. şakadan anlayanın hali başka: "Unuttun mu hocam, işte şu" diyerek vitesi gösterdi. Yanımızdakilerin ciddiyetine rağmen kurs sahibiyle gülüştük.
Heyecanla piste vardık. Biz varırken çoğu polis nezaretinde önce gelenler imzasını atıp gidiyorlardı. Polisler bana da "İmzanı at" dedi. Tam imzamı atacağım zaman aynı araçla geldiklerimden biri: "Daha araba sürmeyi bilmeyenler var, nereye gidersiniz" diye itiraz etti. Bu ses oradaki herkeste bir soğuk duş etkisi yaptı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Polis: "Giden gitti" diyebildi. Ben benimle beraber gelen sonradan bizi sınav yapacak kişiler olduğunu öğrendiğim kişilere dönüp: "Sizin kastettiğiniz kişi galiba benim, buyurun aracıma, süreyim" dedim. hazır bekliyorlarmış, araca bindiler. Sür dedikleri yere kadar sürdüm. Sonra geri geldim. "Yeter mi" dedim. "Tamam" dediler, sonra arabayı park edip imzamı attım ve oradan ayrıldım. Bir kaç ay sonra gerekli evrakı hazırlayarak ehliyetimi alabildim. Arabam yoktu ama bir gün nasip olur inşallah dedim kendi kendime.
Niyetim ehliyeti nasıl aldığım değildi. Sağlık Bilgisi dersini bir eczacı veriyordu kurs merkezinde. "Kaza anında soğukkanlı olmak lazım, panik olmamalı..." şeklinde dersini işlerken parmak kaldırdım: "İyi de hocam kaza olduğu zaman soğukkanlı olmayı bizim toplum pek kabullenmez. üzüldüğümüzü belli etmek için mutlaka iki elimizi dizlerimize vurup bir o yana bir bu yana koşmamız lazım, yoksa bizi ayıplarlar" demiştim. Bu vesileyle ölümüne derse gelen kursiyerler biraz gülümsemişlerdi. Hoca da hak verip: "Maalesef bizde öyle, ellerini yana vurmazsan üzülmüyor" muamelesi görürsün, demişti.
21/10/2016 günü okuldan geldikten sonra evde abdestimi alıp camiye gitmek için evden hareketlendiğimde ani fren yapan bir araç sesini duyunca, kaza oldu sanırım dedim. Caddeye çıktığımda kalabalığı görünce kaza olduğunu anladım. yanlarına vardığım zaman ambulans da gelmişti bu arada. İhtiyar bir amcaya vurmuştu bir taksi. Amcanın bastonu kırılmış, kendisi ise bastonunu da bırakmamış yerde oturuyordu sersem bir şekilde. Bir evden bir hanımefendi bir bardak su getirdi. Amca suyu içti. Bu arada oğlu olduğunu sonradan anladığım amcanın evladı geldi. Anlaşılan telefon açılmıştı kendisine. Babasına: Nasıl oldu, geçmiş olsun, ağrıyan ve sızlayan bir yerin var mı" demeden, "Sana kim vurdu" dedi. İhtiyar amca, elinden bırakmadığı kırık bastonuyla vuranı işaret etti. Oğlu hemen adama yöneldi, yakasından tuttu, bir kaç el salladı. Bekleşenler neye uğradığını şaşırdı, kısa bir duraklamadan sonra kazayı gören birkaç kişi araya girip kavganın büyümesine engel oldu. Bir kaç yumruk yiyen sürücü ise: "Arkadaş ben kaçtım mı sanki" diyebildi. Uzaklaştırılan babanın evladı ise: "Daha sana göstereceğim" diye elini sallıyordu durmadan.
Kalabalık durmaya devam ederken camiye doğru yöneldim. Kazazedenin evladının yaptığını görünce 15-20 önce ehliyet kursunda Sağlık hocasının: "Soğukkanlı olmak lazım" sözü aklıma geldi. Hata sürücü de miydi, yoksa görünüşünden yürümekte zorlanan amca da mı idi bilmem. Ama olan olmuş, şükür ölen yok. Herkes ayakta. Böyle bir durumda oğlu yangına körükle gitmeye devam ediyor. Güya babasını korumuş olacak. Madem bu kadar babanı düşünüyorsun, bu yaşlı amcayı kendi başına camiye niye gönderdin, yanında ya da peşi sıra niye gitmedin dedim kendi kendime camiye girerken. Nedense sorunlarımızı şiddet uygulamadan halledemiyoruz. Ufacık bir kaza, büyük yaralar açabilirdi.
Her birimizin bu şekilde veya daha büyük kazalara sebebiyet verebiliriz. Bu tür durumlarda Sağlık hocamızın dediği gibi "Soğukkanlı olmak" lazım vesselam!.. 23/10/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)