Araba kullanıyorsanız başınıza gelmiştir. Tali yoldan gidişli-gelişli ana yola geçmek için yolun sağını solunu kontrol ederek dikkatli geçmek esastır. Yolun önce soluna sonra sağına bakıyorsun. Soldan gelen araç var. Trafikte kuraldır ana caddeden geçen aracın geçmesini beklemek.
Sen içinden adam geçiverse de sağ taraftan gelen araç yok, hemen geçerim diye nizami bir şekilde sabırla beklersin. Bizim hanım evladı, senin beklediğini göre göre sürmesine devam eder ve sinyal vermeden senin çıkmak için beklediğin tali yola döner. Sinyal mi ne gezer! Sen bu insan evladına içten içe kızmaya başlarken diğer taraftan araçlar ardı arkasına sökün eder artık. Böylesi bencilliğe, öküzlüğe, aymazlığa pes doğrusu!
26 Ağustos 2016 Cuma
Bundan sonra sen düşün müdürüm!
22.07.2016 tarihi itibariyle deruhte ettiğim okul müdürlüğü görevini bırakarak öğretmenliğe başlamak için atamamın yapıldığı okula gittim. Personel nakil belgemi verdim. Uygun olan bir yere oturdum.
Göreve başlama yazısını yazan müdür yardımcısını seyretmeye başladım, ikram edilen çayı yudumlarken. Elleri tuşta, gözü ekranda bana sorup benden aldığı cevapları yazmaya çalışıyordu. Ben çayımı sıcak sıcak içerken yardımcının soğumaya tutmuş çayı içilmeyi bekliyordu.
Koltukta oturanın evrakı yetiştirmek için gösterdiği çaba ve stresini gördükçe misafir koltuğunda oturmanın konforunu yaşadım. O, bilgisayara abandı, bense kasaldım. Dünya varmış dedim kendi kendime.
Çayımı içip çocuğumun TEOG tercih işini yaptırmak için diğer yardımcının yanına vardım. Mübareğin başını kaşıyacak zamanı yok. Çünkü biri tercih yaptırıyor, diğeri sırada bekliyor. İstişare yapmak isteyenlerin, soru soranların haddi hesabı yok.
Müdür ise amir olmanın gereği yazın sıcağında takım elbise ve kravatıyla resmi bir görüntü çiziyor. Misafir koltuğuna oturmuş, çayını yudumluyor, bir taraftan da işleyişi takip ediyor. Yüzü de gülmüyor. Kim bilir kafasında neler var? Okullar açılacak, hazırlık yapılacak, okulun boya-badana ihtiyacı varsa yaptıracak, bir taraftan okulda devam eden kursun düzenini sağlayacak, öğretmenlere gerekli duyuruları yapacak, yeni gelen öğretmenlerin başlayışı yapılacak, nakil gidenlerin ayrılışı sağlanacak, mesleki çalışma plan ve programı yapılacak, ders dağılımı yapılacak, eksik-fazla öğretmen belirlenecek, ders programı yapılacak, ders programını beğenmeyen öğretmeni memnun etmeye çalışacak, bitmez-tükenmez toplantıları takip edecek, gelen misafire ilgi gösterecek, problemini çözecek, eğitim ve öğretim başlayacak, açılış konuşması yapacak, ders denetimlerine girecek, öğretmenlere performans notu verecek, tüm öğretmenleri memnun etmeye çalışacak, ilçeden gelen günlü yazılara cevap verecek, dersine gelmeyen öğretmenin dersini dolduracak, izin isteyen personele izin verecek, rapor alanın raporunu izne çevirecek... Bir şey yapmadan oturuyor ama gördüğüm kadarıyla pek rahat değil.
Bundan sonrasını sen düşün müdürüm. Bana sorarsan en iyi koltuk müdür koltuğu değil, misafir koltuğudur. Çünkü herkesi memnun etmek, idare etmek zor. Bir iş yapmadan otursan da sorumluluk insanı bitirir, yaşlandırır. Allah kolaylı versin. 22/07/2016
Göreve başlama yazısını yazan müdür yardımcısını seyretmeye başladım, ikram edilen çayı yudumlarken. Elleri tuşta, gözü ekranda bana sorup benden aldığı cevapları yazmaya çalışıyordu. Ben çayımı sıcak sıcak içerken yardımcının soğumaya tutmuş çayı içilmeyi bekliyordu.
Koltukta oturanın evrakı yetiştirmek için gösterdiği çaba ve stresini gördükçe misafir koltuğunda oturmanın konforunu yaşadım. O, bilgisayara abandı, bense kasaldım. Dünya varmış dedim kendi kendime.
Çayımı içip çocuğumun TEOG tercih işini yaptırmak için diğer yardımcının yanına vardım. Mübareğin başını kaşıyacak zamanı yok. Çünkü biri tercih yaptırıyor, diğeri sırada bekliyor. İstişare yapmak isteyenlerin, soru soranların haddi hesabı yok.
Müdür ise amir olmanın gereği yazın sıcağında takım elbise ve kravatıyla resmi bir görüntü çiziyor. Misafir koltuğuna oturmuş, çayını yudumluyor, bir taraftan da işleyişi takip ediyor. Yüzü de gülmüyor. Kim bilir kafasında neler var? Okullar açılacak, hazırlık yapılacak, okulun boya-badana ihtiyacı varsa yaptıracak, bir taraftan okulda devam eden kursun düzenini sağlayacak, öğretmenlere gerekli duyuruları yapacak, yeni gelen öğretmenlerin başlayışı yapılacak, nakil gidenlerin ayrılışı sağlanacak, mesleki çalışma plan ve programı yapılacak, ders dağılımı yapılacak, eksik-fazla öğretmen belirlenecek, ders programı yapılacak, ders programını beğenmeyen öğretmeni memnun etmeye çalışacak, bitmez-tükenmez toplantıları takip edecek, gelen misafire ilgi gösterecek, problemini çözecek, eğitim ve öğretim başlayacak, açılış konuşması yapacak, ders denetimlerine girecek, öğretmenlere performans notu verecek, tüm öğretmenleri memnun etmeye çalışacak, ilçeden gelen günlü yazılara cevap verecek, dersine gelmeyen öğretmenin dersini dolduracak, izin isteyen personele izin verecek, rapor alanın raporunu izne çevirecek... Bir şey yapmadan oturuyor ama gördüğüm kadarıyla pek rahat değil.
Bundan sonrasını sen düşün müdürüm. Bana sorarsan en iyi koltuk müdür koltuğu değil, misafir koltuğudur. Çünkü herkesi memnun etmek, idare etmek zor. Bir iş yapmadan otursan da sorumluluk insanı bitirir, yaşlandırır. Allah kolaylı versin. 22/07/2016
Gözümüz aydın! Bizim de nur topu gibi teröristlerimiz var artık!..
Mizah
sever bir arkadaşımın hacı arkadaşlarıyla oturması bazen milli maça denk
gelirmiş. Maç esnasında milli takımda yabancı futbolcu olur mu diye
sorarmış. Hac refikleri: "Oldu mu hocam şimdi yaptığın. Bu milli maç.
Milli maçta yabancı olmaz" şeklinde cevap verirlermiş.
Bizimki
muzipliğine yine bir başka oturmalarında devam eder. Bu milli maçta yabancı var mı diye tekrar
sorduğunda: "Şimdi var artık. İşte şu gördüğün futbolcu yabancı. Türk
vatandaşı oldu" diye Mehmet Aurelio'yu gösterirler. Eskiden milli maçlarda
sadece o ülkenin futbolcularından seçme yapılırdı. Sonraları yabancıların da
Türk vatandaşlığına geçmeleri sonucunda artık milli maçlarımızda da yabancılar
görev almaya başladılar.
Bu
konu nereden aklıma geldi? Ben de eskiden Müslüman adam öldürmez. Çünkü yüce
kitabımız, adam öldürmeyi yasaklar. Kazara bir Müslüman birini öldürmeye kalksa
hemen pişmanlık duyar, öldürmek istediğini kendi arabasıyla hastaneye götürür
diye düşünür ve bu şekilde savunurdum. 1980'li yıllardan beri 'fundamentalist
İslam, radikal İslam' diye diye nihayet bizim de teröristlerimiz oldu. Artık
günlük sayısız insan öldürüyor benim Müslüman kardeşlerim. Hem de kim kimi,
niçin öldürdüğüne bile bakmadan. Soğan doğrar gibi kendi insanımızı
öldürüyoruz. Üstelik Müslümanlığı da kimseye bırakmadan yapıyoruz tüm bunları.
Müslüman coğrafyalarında birbirimizi boğazlama, canlı bomba olma, oluk oluk kan
akıtma maalesef vakayı adiyeden oldu. Durmadan da emperyalistlere,
kapitalistlere, koministlere, siyonistlere, sömürgeci devletlere kızıyoruz,
onların yüzünden diye.
Kitabını,
sünnetini karıştırıp az da olsa mürekkebini yaladığım bu dinin insanları ne
kadar da savruldu. İslam ülkelerinde gözü olan kandan beslenenler bunun birinci
derecede sorumlusudur. Amenna... Buna bir şey demem. Tamam, içimizi
karıştıranlar, bizi birbirimize düşürenler, bizi birbirimizle temizleyenler hep
onlar. Onlar plan yapıyor. Biz ise uyguluyoruz. Bizim hiç mi suçumuz yok.
Bilelim ki malzemesi bizden bunların. Hani biri demiş ya bir gazeteciye:
"Savaş kapıda" manşeti at diye. Gazeteci: "Efendim, savaş kokusu
görünmüyor ortalıkta" deyince "Sen manşeti at, savaşı biz
çıkartırız" demiş adam. Gerçekten de öyle. Adamlar işgal edeceği,
sömüreceği yerde ilk önce içimizden terörist üretiyor, ardından işgale geliyor.
Bu asrın savaşı da bu. Dünyayı yaşanmaz kılmak. Biz birbirimizle cedelleşirken
puslu havayı seven kurt malı götürüyor maalesef. Ne zamana kadar kullandırmaya
devam edeceğiz Müslüman kardeşim kendimizi. Adam öldürmenin, canlı bomba
olmanın haklı tarafı olamaz. Geldik gidiyoruz neyi paylaşamadık şu dünyada. Biz
bu kafayla gidersek adamlar kendilerine gerek kalmadan bizi birbirimize
temizletecekler. Bizdeki bu grup, örgüt, mezhep bölünmüşlüğü oldukça hiç
düşmana ihtiyacımız yok. Bizim düşmanımız başkası değil kendimiziz. Bunu
bilelim ilk önce.
Kendisi
bir hazine olan İslam’ı kurallarıyla birlikte yaşama azminde olmadığımız ve
kendi grubumuzu ön plana çıkardığımız müddetçe yaşadığımızı sandığımız bu İslam
bize zelillikten başka bir şey vermeyecek. Bu ne ya! Yüce kitap: Öldürmeyin
diyor. Biz gerekçesini bulup katlediyoruz. Barış diyor, biz savaş anlıyoruz.
Çalışın, herkes için ancak çalıştığının karşılığı var diyor. Biz tembel tembel
yatmaya devam ediyoruz. İslam dünyası olarak dünyaya verdiğimiz bir katma değer
de yok maalesef. Biz bu gidişle birilerinin piyonu ve oyuncağı olmaya devam edeceğiz anlaşılan. Bari
işi-gücü terör olan, kan akıtan insanlar: “Bizim Müslümanlıkla bir alakamız
kalmamıştır” deseler bari.
Rezillik,
pespayelik akıyor her yerimizden. Dikiş tutmaz artık. Bırakalım bir başkasına İslam anlatmayı, önce
kendimiz Müslüman olalım. Zaten bu görüntümüzle kimse Müslüman olmaz. Niye
olsun? Lütfen şu görüntümüze bakarak birinin Müslüman olması için bir tane
sebep söyleyin bana.
Rabbim!
Affet bizi. Bizi bize bırakma. Bize aklımızı kullanmayı göster. Basiret ve
feraset ver. Ülkemize dirlik ve birlik gelsin. Düşmanlarımıza fırsat verme…
Not: Sözüm samimi Müslümanlara değil. Hem Müslüman hem de terör yapanlaradır. 26/08/2016
Not: Sözüm samimi Müslümanlara değil. Hem Müslüman hem de terör yapanlaradır. 26/08/2016
Dikkat! Ortalık kuzu postuna bürünmüş kurtlarla dolu *
Bugün
yazıma Mehmet TEZKAN’ın 11/08/2016
tarihli Milliyet gazetesinde çıkan “FETÖ’de 17/25 kriteri” başlıklı yazısında
anlatmış olduğu bir hikaye ile başlamak istiyorum:
Bir gün yaralı bir kuş
Hz. Süleyman’a gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman, dervişi
hemen huzuruna çağırtır. Ve ona sorar: “Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını
kırdın?” Derviş kendini savunur: “Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce
kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını
düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada
kanadı kırıldı.” Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve: “Bak, bu adam da
haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını
savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?” der.
Kuş kendini
savunur: “Efendim, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı
olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez diye düşündüm,
kaçmadım.” Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine
getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin
kolunu kırın” diye emreder. Kuş o anda, ‘Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın”
diyerek öne atılır. “Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle
açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi
yapar. Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın.. Çıkartın
ki benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”
Hikaye
günümüzde yaşadığımız olayları anlatmak için Hızır gibi yetişti imdadımıza.
Bugün kim, ne; kimin eli kimin cebinde; kimlerin üzerinde hangi elbise var.
Belli değil. Sap ile saman karışmış durumda maalesef. Kimi hoca görünümlü bir
darbe azmettiricisi ve planlayıcısı, kimi siyasetçi görünümlü bir terörist,
kimi gazeteci görünümlü terör suçunu öven bir terörist… Kimse kendi elbisesini
giymiyor maalesef bu ülkede. Düşman da net değil. Böyle istismar elbisesi
giymiş insan müsveddelerini görünce insanın açık düşmanı alnından öpesi
geliyor. Çoğunun da üzerinde dokunulmazlık zırhı var. Hele bu ülkede
gazetecilere kolay kolay dokunamazsın. Hemen çığlığı basarlar: “Fikir özgürlüğü
yok ediliyor, gazeteciler tutuklanıyor” diye. Alın size bir gazeteci
görünümünde mürekkebi kan akıtan bir tweet: "Faşizme destek veren herkes
bedelini ödeyecektir. Buna Kılıçdaroğlu da dahil. Bu henüz başlangıç!" Bu
tweet ne zaman atılıyor? Ana muhalefet parti başkanının konvoyuna yapılan terör
saldırısı sonucunda bir askerimiz ölmüş, iki tanesinin de yaralandığı bir
olayın ardından atılan bir tweet. Yazık ki ne yazık! Bu tiplere bu ülke
gazetecilik yaptırdı, köşe yazısı yazdırdı, Tv ekranlarında program yaptırdı,
yorum yapması için ekranlara misafir edildi. Böylelerine Anadolu’da:
“Koynumuzda yılan beslemişiz” denir…Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu
şiirleri incelemesi için Shakespeare'e gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın,
sadece şemsiye yapın” olur. Bu adama birileri: Be ahmak! Senin yerin dağlar, gazetecilik
senin neyine” desin. Belki de ana muhalefet liderini öldürmede es geçmezdi. İnanın
dağlarda daha faydalı olur.
Bu
ülkede herkes üzerindeki istismar elbiselerini çıkartarak sevdiği ve faydalı olacağı işi yapsın.
Gazeteci gazeteciliğini, terörist teröristliğini, siyasetçi
siyasetçiliğini…yapsa. Fena olmaz sanırım. 26/08/2016
* 31/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.25 Ağustos 2016 Perşembe
Trafikte insan manzaraları
Trafik
demek sabır demektir. Çünkü sorunlar yumağıdır Türkiye'de. Arabanız varsa
trafiğe çıkmış olmalısınız. Çıktıktan sonra türlü türlü sürücü ile karşılaşmış
olmalısınız. Bu yazımda özellikle Konya'da sürücülerle ilgili gözlemlerimi
aktarmak istiyorum. Kendi sürüşümle ilgili gözlemlerimi aktaramıyorum. Çünkü
her konuda olduğum gibi bu konuda da sütten çıkmış ak kaşığım(!)
-Hız
sınırına riayet etmeyen, gerektiğinde makas atan, durmadan selektör yapan ve
korna çalan, ölümüne araç süren tabakhane yolcuları...
-Sol
şeridi kimseye vermeden hız sınırının altında trafikte ağır ağır giden, aracını
da sağa çekmeyen ardındaki sürücünün tansiyonunu tavan yaptıran ağır canlı
sürücüler...
-Kavşaklarda
kırmızı ışık yandığı zaman döneceği yere göre yanlış yerde durup yeşil yanınca
ters yöne dönmeye kalkan sürücüler...
-Yeşil
yanınca ışığın sadece kendisine ait olduğunu kabul edip kalkmamak için
direnenler.
-Kırmızı
yanmasına rağmen ışığa riayet etmeyip geçip gidenler...
-Kavşakta
beklerken yayaya kırmızı yanar yanmaz arkada duran araçtan korna çalanlar...
-Kavşakta
yaya geçidi çizgilerinin üzerine park edip yayaların geçişini engelleyenler...
-Dönel
kavşaktaki aracın geçiş önceliği var iken kavşak içinde bekleyen sürücüler...
Eğer kendine güveni gelir de yol benim deyip geçmeye kalkarsa sağ kalırsan
aracının ön düzenini rüyanda bile göremezsin. Çünkü buralarda yol hakkı hep düz
yoldan gelenlere aittir.
-Sağa-sola
döneceği zaman sinyal vermeden geçip gidenler... Hele tali yoldan bölünmemiş
ana caddeye çıkmak için aracını durdurup gelen bir aracın geçmesini beklersin.
Adam rahatını bozmadan aheste aheste gelir. Sonra gözünün içine bakarak tali
yola sinyalsiz dönüş yapar. Sürücünün geliş hızına göre karşıya geçerim dersen
adamın hızlanası gelir ve ardı arkasına korna çalar hem de uzun uzun.
-İki
şeritli yolun tam orta şeridinden ağır ağır giderek kimseye yol vermeyenler...
-Yaya
kaldırımı üzerine araç park edenler...
-Yaya
geçidinde bekleşen yayalara yol vermeyenler... Kazara geçmeye yeltenen olursa
ayak parmaklarını feda etmesi gerekir.
-Trafiğin
yoğun olduğu bir yerde tali yoldan ana caddeye geçmek için yol verilmez. Kazara
biri centilmenlik yapar da, yol vermeye kalkarsa ardındakiler acı acı kornaya
basar. Verme niye veriyorsun diye.
-Kavşaktan
tam kalkacağı zaman aracını stop ettirenler...
-Park
etmek ve durmak yasaktır levhalarının olduğu yere aracını park edenler...
-Yolun
sağına aracını park ederek çift şeritli yolu teke indirenler... Otobüs duraklarına
araç park edenler...
-Sürücülerin
hep yolun sol şeridini kullanmaları. Çünkü yolun sağları park edilmiş araçların
işgali altındadır.
-2-3
şeritli yollarda kamyon, tır gibi araçların orta ya da sol şeridi
kullanmaları...
-Kavşakta
aracını park edenler…
-Trafikte
ne olur ne olmaz diyerek araçların şoför mahallinin altında kürek sapı
bulunduranlar...
-Yakıtı
bittiği için arkadan iteklenen araçlar…
-Ben
geliyorum, haberiniz olsun, bana istediğiniz küfrü yapabilirsiniz diyerek
aracının el frenini kaldırarak arabasını bağırtanlar…
Durum Konya'da bu. Diğer şehirlerimizde nasıldır bilemem. 25/08/2016
Durum Konya'da bu. Diğer şehirlerimizde nasıldır bilemem. 25/08/2016
Bana öyle bir peygamber anlatın ki bana örnek olsun!...*
Toplum
olarak genelde -bize sorumluluğumuzu
hatırlatmayan- hikayemsi bir dini
seviyoruz, dinin gizemli dünyası ilgi alanımıza giriyor, Kur'an'da bulunan
muhkem ayetlerden ziyade birden fazla anlama geldiği için yoruma ihtiyaç duyan
müteşabih ayetlere ilgi duyuyoruz. Konu olarak da İsa-Mesih, mehdi, müceddit...
gelecek mi? Cinler alemi, şefaat, mucize, gaybın bilinmesi, cin... gibi
konular hep gündemimizdedir.
Peygamberimizi
anlatırken de hep ön planda mucizelerini ele alıyoruz. Ayı nasıl ikiye böldüğünü,
çocukken kalbinin nasıl temizlendiğini, hicret esnasında örümceğin nasıl ağ
ördüğünü, kuşun nasıl yuva yaptığını, Süraka'nın atının nasıl sürçtüğünü,
ticarete gittiğinde Güneş'ten korunmak için bulutun nasıl gölge yaptığını...vs
anlatır dururuz. Sorarım size: Bu şekil anlatılan bir peygamber bizim için
örnek olur mu? Bilelim ki Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur'an-ı Kerimdir.
Tüm asırlara hitap eder ve etkisi devam etmektedir.
Mucizevi
peygamberin örnekliğinden söz edilemez. Bir defa şunu bilelim ki peygamberin 63
yıllık hayatı hep mücadeleyle geçmiştir. "Allah'a ve ahiret gününe
inananlar için Allah'ın Rasülü’nde sizin için güzel örnekler vardır"
buyurulmaktadır. Hep ayakları yere basan bir peygamber vardır: Bir hicreti var
ki dillere destandır: Kendisini öldürmek isteyen müşrikleri yanıltmak için
yatağına Hz Ali’yi yatırıp habersizce evinden ayrılması, Medine şehrine ters
bir istikamette olan Sevr isimli mağarada 3 gün boyunca yol arkadaşı Hz Ebu
Bekir ile birlikte gizlenmesi bir zekanın ve taktiğin ürünüdür. Yolda
kılavuzluk yapsın diye işinin ehli ve aynı zamanda güvenilir olan müşrik
Abdullah b. Uraykıt’ı seçmesi emanetlerin din-cemaat-grup-sendika-parti
merkezli bir taassuba göre değil, işin ehline tevdi edilmesine bir
örnektir. 440 km’lik bir mesafeyi deve
yürüyüşüyle günlük ortalama 55 km gidip,
8 günde Kuba’ya varması mücadelenin, sabrın ve azmin örnekliği olsa
gerek. Yine kendisine emanet edilen müşriklerin eşyasını vermesi için ölümle
burun buruna geldiği bir esnada emanetleri sahiplerine vermesi için Hz Ali’yi
görevlendirmesi emanete ne kadar riayet ettiğini, ihanet edilmemesi gerektiğine
bir işarettir.
“Hırsızlık
yapan kızım Fatıma da olsa cezasını verirdim” demesi adaletine, Hacer’ul
Esved’in konması esnasında oy birliğiyle
hakem tayin edilmesi, Safa Tepesi’nde toplanan insanlara: “Şu dağın ardından
düşman bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız” buyurduğunda,
“Evet biz sana inanırız. Çünkü bu güne kadar asla yalan söylediğine şahitlik
yapmadık” denmesi yine güvenilirliğine işaret olsa gerek. Üstelik kendisine
‘Güvenilir’ anlamında ‘el Emin’ lakabı bizzat düşmanları tarafından
verilmiştir. “Alemlere rahmet olarak gönderilen” Peygamberimiz'in Uhud Savaşı
için fikir alışverişinde bulunması,
savaş esnasında dişinin kırılıp yanağından yaralanması ve ölümle burun buruna
gelmesi yine onun, hayatında istişareye önem verdiğine ve mücadele azmine bir
örnektir. Peygamberin hayatından bize numune-i imtisal olacak binlerce örnek verebiliriz. Biz bu düsturları
bırakarak onu anmak ve anlatmak için hep mucizelerine sarıldık. Niçin acaba?
Peygamberi, bu şekil olağanüstü özellikleriyle anlatmak suretiyle sakın
birileri: “Peygamberler mucize gösterir, biz de keramet gösteririz” demek
isteyerek kendilerine pay çıkarmış olmasın. “Ben de sizin gibi bir insanım…bana
sadece vahiy geliyor…gaybı bilmiyorum” demesine rağmen hep gelecekten haber
veren bir peygamberi ön planda tutmak nasıl izah edilir acaba?
* 27/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*
23 Ağustos 2016 Salı
Ne olacak bu ilahiyatçıların hali?
Dini
bir yapılanma olarak bilinen bir yapının yıllardır kazandığı müktesebatı 15
Temmuz'da elinin tersiyle bir çırpıda itmesi sonucunda şimdi çoğu kimse
ilahiyatçılara kızıyor; toplumdaki görevlerini yerine getirmediler, doğruları
anlatmadılar, sorumlulukları büyük diye.
Bir
ülkede işler ters gitmeye başlayınca ilk işimiz, sorumlu ve suçlu avına çıkarız. Tabii
kendimize dokunmadan egomuzu ve içimizi rahatlatmaya çalışırız. Bunun adı suçu
başkasına yamamaktır. Şunu bilelim ki bir yerde işler sarpa sarmışsa
birbirimizi suçlamayı bırakıp, gözümüzü bir başkasına kaydırmaktansa kendi
kendimize öz eleştiri yapıp ben bu süreçte ne yaptım, ya da ne yapmadım da
başımıza bu geldi şeklinde düşünmemiz lazım. Çünkü bu ülkede yaşayan herkes bir
makinenin dişlileri gibiyiz. Bir yerde bir aksama meydana gelmişse sorun
arızalanan yerde olabildiği gibi bir başka yerdeki ihmalden de kaynaklanabilir.
Ben burada ilahiyatçıları ele almak istiyorum. Çünkü çoğu kimse ilahiyatçıların
iyi bir model olup etrafına bir kaç insan toparlayamadığını, bildiklerini
söyleyemediğini...dile getirmeye başladı. Haksız da sayılmazlar hani.
İlahiyatçılar hakkındaki yazacağım görüşler kendi görüşlerim olacaktır. Geneli
ifade etmez.
İlahiyatçıların çoğu niçin iyi bir model değildir? Niçin sözleri dinlenmez? Her zaman her yerde
niçin doğruları söyleyemez? Sorunu İlahiyatçıların çocukluğunda yani yetişme
şartlarında aramak lazım. İlahiyatçıların yetişme ortamı olan Kur’an Kursu ve
İHL gibi eğitim yuvalarında yerine ve kişiye göre şiddet, hakaret, korku,
baskı, incitme vardır. Bu saydığımız şeyler çocuktaki öz güveni küçük yaşta yok
ediyor. Kendine olan öz güveni kaybeden kolay kolay bu yetiyi bir daha kazanamaz.
Her şeyden önce bu eğitim yerlerinde görev yapanlar iyi bir pedagoji
eğitiminden geçirilmelidir. Çocukların seviyesine inebilecek iletişim bilgisine
sahip olmalıdır. Yine din eğitimi verilen yerlerde okuyanların ekseriyeti maddi
imkanlardan yoksun öğrencilerden oluşmaktadır. Çoğu yurtlarda kalmaktadır.
Zengin kimselerin zekat, sadakaları bu çocuklara verilmektedir. Özellikle Kuran
Kursunda okurken cenazesi olan kimselerin hatmine götürülen bu çocuklara,
karşılığında para verilmektedir. Giyim-kuşam gibi ihtiyaçları yine buralara
zenginler tarafından gönderilen elbiselerden karşılanmaktadır. Hem elbise, hem
harçlık yönünden hep almaya alıştırılan bu çocuklar özellikle verme yöntemi
dolayısıyla ezik ve incinmiş olarak yetişmektedir. Ayrıca kafasına takılan
soruları rahat bir şekilde hocasına soramaz. Sorduğu takdirde ayıplanma, azar
gibi durumlarla karşılaşma riski yüksektir. Giyim-kuşam konusunda farklı
giyinme yine ayıplanma ve beraberinde dışlanma riski taşır. İbadetlerde
gevşeklik ve ihmal gerektiği zaman azar ve şiddete yol açabilir. İbadetlere
zaafı olan birey üzerinde ayrıca durulmaz, ibadetin önemi ve sevgisi verilmez.
İlahiyat Fakülteleri yüksek lise gibidir. Mahalle baskısını okuyan hisseder.
Değişik grup ve cemaatlerin öğrenci kapma yeridir aynı zamanda. Farklı fikirler
ileri sürmek "-ci,-cı" damgası yemek için yeter sebeptir. Kur'an
Kursu, İHL ve ilahiyat ikliminde yetişenler farklı toplum kesimi ve öğrenci
kitlesiyle pek muhatap olmazlar. Kendi içinde kapalı bir kutu gibidir. Sanki
bir laboratuvarda yetişir.
Fakülteyi
bitirip göreve başladığı zaman bu okul türlerinden bir başka yerde görev
yapmada zorlanırlar. Çünkü kendi dünyasından farklı bir ortam olduğunu görür.
Kolay kolay uyum sağlayamazlar. Herkes kendisinden iyi şeyler konuşmasını,
sohbet etmesini bekler. Toplum da yeni fikirlere kapalıdır. Toplumdaki yerleşik
din algısından başka farklı bir fikir öne sürülürse kabul edilmez. Herkes kendi
fikrini ve görüşünü desteklemesi için ilahiyatçıyı bir nevi noter olarak görür.
Hatta çoğu zaman halk bildiği bir konuyu test etmek için soru sorar, bazıları
da soru sormak için sorar. Kimse ilahiyatçının fikrini tasvip etmez, önem
atfetmez. Çünkü çoğu kimsenin
ilahiyatçıdan önce danıştığı hocaları vardır. Hocasına yüklediği gizem kendi gözünde
daha değerlidir. İlahiyatçı olarak sırtını herhangi bir gruba dayamaz isen
görüşüne riayet edilmez, arkanda destek bulamazsın. İlahiyatçıdan sohbet
bekleyen kişiler de kendilerinin eleştirilmesini istemezler. Kendilerinin
dışındaki insan ve grupların eleştirilmesini ister. Kendi, ilahiyatçıdan övgü
bekler. Farklı fikir öne sürdüğün zaman adın reformcuya çıkar, düzenin hocası
hatta sapık görüşlü denir. Çoğumuz dinde çözüm aramaktan ziyade eski mezhep
imamlarının görüşünü söylememizi ister. Onların görüşleri üzerine yorum ve
değerlendirmede bulunmak tehlikelidir. Doğru bildiğini kolay kolay söyleyemez.
Çünkü ihtiyaç sahibi olduğundan geçmişte bir başkasının elinden para almıştır.
Özellikle onların yanında dik duramaz, ya sessiz kalır, ya da görüş içine sinmese
de kendisinin okumasında emeği olanların görüşlerini tasvip eder görünür.
İlahiyatçıları eleştirmek için mutlaka yetişme şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu ülkenin her şeyden önce farklı fikirlere açık olması, ilahiyatçıyı rahat bırakması ve farklı fikrinden dolayı dışlamaması gerekir. Din eğitiminde uzmanlaşacak kişilerin ekonomik durumu iyi olanlardan seçilmesi, herhangi bir grup ve cemaate ait olmaması, tüm cemaatlere aynı mesafede bakması, doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyebilmesi gerekir. Din eğitimi alacak kişilere ta küçüklüğünden itibaren dinin sevdirilerek anlatılması, asla baskı yapılmaması, şiddete maruz kalmaması için eğitimi verecek kişilerin çocuğun seviyesine inebilecek kişilerden seçilmesi esas olmalıdır. Lise ve üniversite ortamında öğrencinin başkasına muhtaç olmadan kalabileceği rahat bir ortam olmalıdır. Öğrenciye yardım yapılacaksa bu yardım başarısına göre burs vermek şeklinde olmalıdır. İlahiyat fakültelerinin sayısı mutlaka azaltılmalıdır. Ortalama 20 net yapabilen bir öğrenci bu fakültelere girememelidir. Dini alanda tartışmalı olan konular yaşayan akademisyenlerden oluşacak bir kurul vasıtasıyla masaya yatırılıp vuzuha kavuşturulmalıdır. Farklı görüşü olanların görüşü de şaz görüş olarak kamuoyuna bildirilmelidir. İlahiyatçıların başvurduğu kaynaklar konusunda ortak bir kanaat ortaya çıkarılmalıdır... Cemaat ve gruplar din alanında konuşacak ve fetva verecek kişileri mahalle baskısına tabi tutmamalıdır. Herhangi bir cemaate mensup bir ilahiyatçı da konuşacağı zaman cemaat şemsiyesini bir tarafa bırakmalıdır.
Vatandaş
ilahiyatçılardan kendi görüşüne uygun fetva vermesi ve görüş bildirmesi için
beklenti içerisine girmemelidir. Bir konu hakkında bilgi edinecek kişi birden
fazla ilahiyatçıdan görüş sormasında fayda vardır. Görüşü isabetli olmayan
kesinlikle dışlanmamalıdır. Farklı görüşünden dolayı meslektaşlarıyla rahat bir
şekilde fikir alış verişinde bulunabilmelidir…
Çok iyi yetişmiş ilahiyatçılarımız var. Onları tenzih ederim. Tespitlerim genele teşmil edilemez. İlahiyatçıları yetiştirenlerin ve onlara yardım edenlerin iyi niyetinden kimsenin şüphesi olmasın. İlahiyatçılardan çok şey bekleyenler lütfen takkelerini öne koyup onların evlerinden başlayarak okul ortamlarındaki öz güvenlerini yok eden hal ve hareketlerini göz önünde bulundurmalarında fayda vardır.
Hasılı, küçüklüğünde dayak diyen ve baskı gören ilahiyatçı, büyüyünce dayak atan olabiliyor, hep almaya alışan veren yani cömert olamıyor, büyüse bile içindeki baskıyı atamıyor, rahat konuşamıyor, hep fincancı katırlarını hesaba katmak zorunda kalıyor.
Yine her zamanki gibi uzun ve karışık anlattım maalesef. 23/08/2016
Çok iyi yetişmiş ilahiyatçılarımız var. Onları tenzih ederim. Tespitlerim genele teşmil edilemez. İlahiyatçıları yetiştirenlerin ve onlara yardım edenlerin iyi niyetinden kimsenin şüphesi olmasın. İlahiyatçılardan çok şey bekleyenler lütfen takkelerini öne koyup onların evlerinden başlayarak okul ortamlarındaki öz güvenlerini yok eden hal ve hareketlerini göz önünde bulundurmalarında fayda vardır.
Hasılı, küçüklüğünde dayak diyen ve baskı gören ilahiyatçı, büyüyünce dayak atan olabiliyor, hep almaya alışan veren yani cömert olamıyor, büyüse bile içindeki baskıyı atamıyor, rahat konuşamıyor, hep fincancı katırlarını hesaba katmak zorunda kalıyor.
Yine her zamanki gibi uzun ve karışık anlattım maalesef. 23/08/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)