2 Ağustos 2016 Salı

Yumuşak Karnımız-1 *

Son olaylar iyice gösterdi ki bizim yumuşak karnımız dindir.  Bizi tankla, tüfekle alt edemeyecek odaklar içimize, yanımıza hep din ve din duygusuyla yaklaşmışlardır. Buna ben şeytanın sağdan yaklaşması diyorum. Bu milletin genlerinde din her zaman için vardır. Olmaya da devam edecektir. Birileri bunu iyi test etmiş. Bütün zehirlerini bu alandan zerk ediyorlar. Çünkü biz, dini dört dörtlük yaşayamasak da;  Allah, peygamber, din, iman diyene karşı tüm yağlarımız erir. Canımızı, malımızı veririz.

"Din halkın afyonudur" diyen Karl Marx'ı haklı çıkarırcasına halktaki bu din duygusu maalesef hep istismar edilmiştir. Uyutulmuştur. Halkımız din ile aldatılmıştır. Çok uzağa değil yakın tarihimize bakalım, başımıza bela olan örgütlerin kendi emellerine dayanak yaptıkları, çıkış noktaları hep dindir: DAİŞ, IŞİD, TALİBAN, BOKO HARAM, EL-KAİDE, FETÖ... gibi.

"Apaçık bir kitap" olan Kur'an-ı, anlaşılmaz kılmada üstümüze yoktur. Hele peygamber anlatımımız evlere şenlik gerçekten. Bizim için mücadelesi, azmi, gayreti, dürüstlüğü, merhameti, adaleti, eminliği... gibi örnek olacak ayakları yere basan,  bir peygamberi anlatmaktan ziyade her yaptığını mucize olduğunu gösteren, uçan-kaçan-ulaşılmaz bir peygamber anlatıyoruz hep. Malumunuz mucizeler, inkar edenleri ikna etmek amacıyla Allah tarafından peygamberler üzerinde gösterilen, insanları aciz bırakan,  harikulade olaylar demektir. Mucizevi bir peygamber teması  o kadar çok işleniyor ki veli diye bilinen bazı zatlar, keramet adı altında kendilerine bir pay çıkarabilsinler. Peygamberin diliyle Allah: "Ben de sizin gibi bir insanım... Ben gaybı (geleceği) bilmem, melek de değilim...bana sadece vahiy geliyor...ben bana vahiy olunana uyarım..." buyurmasına rağmen  "Efendim! Allah bildirirse peygamber gaybı bilemez mi" diye iyi niyetle sorular soruyoruz. Israrla peygamberimiz, Isevilerin İsa'ya yaptığı gibi yapmayın. Ben de sizin gibi bir insanım vurgusu yapmasına rağmen durmadan ulaşılamaz bir peygamber profili çiziyoruz. Yücelteceğiz düşüncesiyle yaptığımız, din bezirganlarının ekmeğine yağ sürmektedir. Kendisine şeyh, efendi, pîr, mehdi, İsa-Mesih, kainat imamı, hoca, salih bir zat, müceddit...vs payesi vererek kerameti kendinden menkul bazı kişiler, maalesef saf duygular içerisinde olan insanımızı ve akıllarını esir almaktadırlar. İçlerinde samimi olanlar varsa onları istisna tutuyorum. Kimin daha üstün olduğunu ancak Allah'a karşı sorumluluk bilincini en iyi yerine getiren takva sahibi olduğu, Kitap'ta belirtilmesine rağmen bazı insanlara kutsiyet izafe ediyoruz. Anlatılan kerametler ise dudak uçuklatır cinsten. Halbuki ilmihal kitaplarımızı bile açıp okusak veli bir insanın kerametinin ortaya çıkması bir kadının özel halini anlatması gibi denir. İçlerinde öyleleri var ki, durmadan gece gündüz rüyasında peygamberle yatar, peygamberle kalkar. Kitaplarımızda rüya ile amel edilmez sözünü kulak ardı ederek aval aval bakıyoruz. Hatta kulak verip amel edenlerimiz bile var. Bakıyorlar ki inananlar var. Hızlarını alamayıp yaptıkları etkinliklere önem atfetmek için "Peygamber aramızdaydı" deniyor. Bu gizemli dünya, halkımız ve öğrencilerin de çok hoşlarına gidiyor. Din kültürü derslerinde en fazla ilgi duyulan konular ve sorulan sorular: üç harfliler, mehdi gelecek mi... vs.

Din: "İnsanların  iki dünya saadetini sağlamak amacıyla  Allah tarafından gönderilmiş ilahi kurallar bütünü" olduğuna göre sorun, dinin kendisinde değil; uygulayıcıların kendi menfaatlerine göre dine yükledikleri anlamlardadır. Bundan kurtulmanın yolu dini yasaklamak değil, yanlış anlaşılmasının önüne geçmek, gerekli tedbirleri almaktır. Bildiğiniz gibi İslam Hukukunda 'Harama- kötü davranışlara götüren yolların tıkanması' anlamına gelen 'Seddi zerai' diye bir fıkıh kaidesi vardır. Bu kaidenin zamanıdır diye düşünüyorum. Dini özellikle Hz Muhammed'i gizemlilikten kurtarmak lazım.  02/08/2016

* 12/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Bir yalnız adam **


94 yılında yapılan mahalli seçimlerde seçim öncesi TV'lerde yapılan açık oturumlarda gördü millet ilk önce. Bedrettin DALAN, İlhan KESİCİ, Zülfü LİVANELİ...gibi ağır topların arasında öylesine çağırılmış biri görüntüsü hakimdi ekranlarda. Sunucusundan, adaylara varıncaya kadar herkes küçümseyerek bakıyordu tepeden. Anlaşmışçasına ezmeye çalışıyorlardı. Gücüne bakmadan kendi fikrini zikrini anlattı ekranlardan. Horlamaya çalışanlara karşı dik durdu. Ezdirmedi kendini ve savunduğu fikri. Sonunda başardı Türkiye'nin en büyük şehrine başkan oldu. Reis idi artık adı.

İşe hamdele ile başladı. Şehrin su ve çöp sorununu çözdü ilk önce. 5 yıllık süresini tamamlamadan Siirt'te Ziya GÖKALP'e ait "Minarelerimiz süngü..." şiirini okuduğu için soluğu hapishanede aldı ve bir daha muhtar bile olamayacak şekilde siyasi yasaklı oldu. Arkasından gittiği Hocasının partileri bir bir kapatılıp iktidardan indirildiği 28 Şubat sürecinde belki de Hocasının: "Evladım, iktidara gelsek de bizi muktedir yapmayacaklar, özünüzü kaybetmeden gömleğinizi çıkarın, elmanın bir yarısı olun, farklı bir kulvarda mücadele edin" sözüyle yeni bir parti kurdu. Genel başkanı olduğu partisinin milletvekili olamadı. Partisi iktidara geldi kendisi siyasi yasaklı oldu. Aslan düştüğü yerden kalkar misali, okuduğu şiirden dolayı siyaseten yasaklı hale geldiği Siirt'ten vekil seçilerek hükümetin başına geçebildi.

İktidara gelen bu saralı zihniyeti muktedir yapmamak için YÖK'ü, SEZER'i, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Askeriye, İstanbul dukaları vb devletin tüm kurumları harekete geçti... Başbakan oldun ama seni Çankaya'ya göndermeyeceğiz dendi, 367 garabeti o zaman ortaya çıktı. 2008-2009 yıllarında partisi kapatılmaktan gücün kurtuldu. Tabir yerindeyse devletin köşe başlarını tutmuşları savaş açtı kendisine. Her biriyle teker teker mücadele etti, asla başını eğmedi, boyun bükmedi.

2009 yılında dünyanın en büyük terörünü uygulayan devlete 'One minute' dedi. Yavaş yavaş yalnızlaştırılmaya başlandı. Etrafındaki dost devletler bir bir yanından uzaklaşmaya başladı. Hızını kesmedi 'Dünya beşten büyük' dedi. İyice yalnızlaştırıldı. Doğu sorununu çözmek için çözüm sürecini başlattı. 2011 yılından beri hem içerideki düşmanlarla uğraştı hem de dışarıyla. 1970'den beri beslenen içimizdeki uyuyan hücreler harekete geçirildi. Ardı arkasına 'Gezi olayları, 17-25 Aralık olayları, 6-7 Ekim PKK olayları...' birbirini izledi. 3 milyon Suriyeli mülteciye kucak açarken Güneydoğu'nun birçok il ve ilçesinde hendek savaşları başladı...

Faili meçhul cinayet ve olaylarıyla karşı karşıya geldi. Muhsin YAZICIOĞLU, Danıştay saldırısı, Uludere olayı, Suriye ve Rusya'nın uçağının düşürülmesi gibi olaylar birbirini takip etti. 2002 yılından itibaren iç ve dış güçlerle uğraşırken diğer taraftan ülkenin ekonomi ve alt yapısını geliştirdi.

Hiç yılmadı, hiç boynunu eğmedi, kimseye eyvallah demedi. İçi ne ise dışı o oldu. En yabancısı olduğu alan diplomatik dil idi… Daraldığı  zaman hep meydanlara çıktı sevenleriyle buluştu. Meydanların dilini iyi kullandı. "Kefenimle çıktım yola" dedi hep. "Kaderin üzerinde bir kader var" sözü eksik olmadı hiç dilinde.

17-25 Aralık'tan sonra iç düşmanları anlatmak için meydanlarda hep o hainleri anlattı. Herkes dinledi ama kimse anlamadı. Derdini kendi partisine bile anlatamadı. Kimse tehlikenin farkına varmadı belki de varmak istemedi. Kimse inanmasa da o, “Muhtar bile olamaz artık” dedikleri muhtarları toplayarak derdini anlatmaya devam etti, belki de olamadığı muhtarlığa özlem duyarak. Bir musibet bin nasihatten iyidir misali 15 Temmuz gecesi olunca herkesin kafası dank etti. Topla, tüfekle, tankla, uçakla geliyorlardı üzerimize son vuruşu yapmak için. Kendisini öldürmeye gelenlere aldırmadan, tehlikeyi göze alarak kalkışmanın en fazla olduğu iki ilden birine indi kefeniyle. Halkı meydanlara çağırdı, milyonlar kulak verdi ona. İçeride ve dışarıda yalnızdı, kimse onu anlamıyordu ama onun milyonları vardı. Meydanlar ona kol kanat gerdi, kimi şehadet şerbetini içti, kimi de yaralandı, çoğu da dur durak bilmeden uykuya meydan okurcasına sahayı terk etmedi. Haklılığını  herkes anladı, ama  bu anlama bize pahalıya mal oldu maalesef.

Hasılı yalnız adamdı hep. Haklılığı ortaya çıkınca farklı kulvarlarda yürüyenler de kol kanat gerdi kendisine. Çünkü mesele vatan ise gerisi teferruattı zira. Tarih yalnız adamın tek başına meydan okuyuşunu, mücadelesini, başarısını yazacak; başını eğmediğini, pes etmediğini konuşacak. Analar ne evlat(lar) doğurmuş diyecek. Dünyanın zulmüne meydan okudu diyecek...

Başka devletler 50-100-150 yıllık hesap ve planlar yaparken biz ülke olarak hep günü birlik yaşadık. O gelerek bu milletin ufkunu açtı. 2023 diye hedef koydu, hızını alamayıp 2053 dedi. Yetmez  2071 dedi. Sanki büyük devlet böyle olunur dercesine. Ülkemiz ve dünya mazlumlarının tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü, işiten kulağı oldu. Kim tutar bundan sonra onu. Allah ondan razı olsun. Onun ve milletin yolu hep açık olsun.

Bu millet  seviyor yalnız adamı…samimiyetini, içtenliğini, dobralığını, olağan halini seviyor. Bakmayın bazılarının düşman gibi göründüklerine. İç hainleri temizledi ya, helal olsun ona! Gücüne güç katsın Rabbim. Memleketimize dirlik ve birlik versin. 30/07/2016

** 02/09/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

"Tavşana kaç tazıya tut" demişler *

Kendimi bildim bileli devlet hep dindar-mütedeyyin insanlara soğuk baktı. Bir irtica paranoyası hakimdi ülkede: Laik ve anti laik şeklinde. Gerici-yobazdı dindarın adı bazı kesimler nezdinde. 70'lerin 2.yarısından itibaren çocuklarını okutmaya başlayan Anadolu insanı 80'lerle birlikte başörtüsü mücadelesinin içerisinde buluyordu kendisini. Kimi başını açarak okuyabildi, kimi okulunu bıraktı, kimi  okuluna bile gidemedi. 90'lı yıllarda 'İkna odalarına' sokulan  kız öğrencilerinin sayısı az değildi. Saralı gibi görüldü nedense kızların başörtüsü. Helalinden bir iş bulmak için okuyan çocukların önleri kesildi bulunan katsayı ucubesi sayesinde. Çünkü onlara göre, İHL'lerde okuyan çocukların tercih ettikleri bölümlerin başında hukuk ve siyasal fakülteleri geliyordu: ‘Yarın bize laikliği bunlar savunacaklar korkusu sardı onları.’ Katsayı adaletsizliği sayesinde vatandaşın hem okusun ekmeğini kazansın, hem de dinini öğrensin, arkamdan bir Fatiha okusun diye teveccüh gösterdiği okullara  kibrit suyu döküldü... İlköğretimi bitirmeyen çocukların yaz tatilinde cami ve kurslarda Kur'an öğretimine yasak getirildi.

Yükselme umudunu taşıyan asker ve mülkiye erkanı başı açık eşler aradı hep. Çünkü 'Disiplinsizlik nedeniyle' ‘YAŞ’ tahtaya basıp kapının önünde bulabilirlerdi kendilerini. Askeriyenin nizamiyelerine başörtülüler ve sakallılar alınmadı. 2000'li yıllarda başörtülü eşleriyle birlikte devlet erkanını karşılayamadı devletin tepesindeki yetkili kişiler. Eşli-eşsiz davetiye türü çıktı bu zaman diliminde. Kurdukları partiler 'İrticanın odağı' olmaktan bir bir kapandı.

Küçük çocukların 'Kutlu Doğum' haftasında okuduğu ilahiler 23 Nisan'a alternatif gibi gösterilmeye başlandı. Okul ve iş yerlerinde insanların ibadet edeceği bir yeri bulabilmeleri nadirattandı. Paranın dini imanı olmaz sözünü nakzedercesine bu süreçte 'Yeşil sermaye' avına çıkıldı.

Din Kültürü dersleri olsun mu olmasın mı, vay efendim laik bir ülkede bunlar olur mu olmaz mı, dinin eğitimi değil, öğretimi yapılmalı... gibi tartışmalar hiç eksik olmadı. Yıllar yılı kamusal alan ile yattık, kamusal alanla kalktık maalesef.

Kamusal alanda dine, dini yaşantıya, dini kılık kıyafete yer yoktu. Okullar da nasibini aldı bundan. 1000 yıl devam edecek dedikleri bir süreci başlattılar devlet aklıyla. Hem dini ilmi hem de müspet ilmi öğrensin diye vatandaşın tercih ettiği okulların önü, katsayı adaletsizliğiyle kesilmesi sonucunda: "Ben cahil kaldım, cehaletten çok çektim, başımıza ne gelirse cehaletten diyen insanımız çocuğunu okutmaktan yılmadı. Alternatif yollara yöneldi. 80'lerden itibaren kendini gösteren bir yapı ile kesişti mütedeyyin insanların çoğunun yolu. Devlete egemen yapının bir kesime hayatı dar ettiği dönemlerde vatandaş 15 Temmuz'da harakiri yapan bir başka yapının kucağında buldu kendisini yıllar önce. Yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali...

Horlanmış ve dışlanmış Anadolu insanı iktidara gelince devlet, tüm kurumlarıyla savaş açtı. İktidara gelseler de muktedir olmalarının önüne geçmek için ellerinden geleni yaptılar. 367 ucube kararı, iktidar partisi hakkında kapatma davası birbirini izledi. Böyle bir ortamda yıllar yılı devlet içinde kadrolaşmış bu yapı iyi rolde sağdan yaklaştı. Denize düşen yılana sarılır misali...


Dine soğuk bakan devlete egemen olanların dönemlerinde sakıncalı piyade muamelesi gören bu yapının her dönemde hızı kesilmeden emniyet, askeriye ve adalet mekanizmalarında kadrolaştığı göz önüne alınırsa bu yapı 80'den bu yana neredeyse tüm siyasi iktidarlar tarafından korunup gözetilmiştir. Burada devlete ve millete iyi bir oyun oynanmıştır. Bu oyunu biz 15 Temmuz'da kanımızla ödedik maalesef. Bu yapının doğumu, gelişmesi ve zirve yapmasında 70'ten günümüze neredeyse tüm iktidarlar pay sahibidir. Sanki oyun kurucular: "Biz mütedeyyin insanlara hayatı zindan edeceğiz, onları biz kovalayacağız, onlar kaçıp size gelecekler, siz onları istediğiniz şekilde yetiştireceksiniz" demişler gibi. Buna biz "Tavşana kaç, tazıya tut" diyoruz. Kamusal alanı mütedeyyin insanlara zindan edenlerin hepsinin niyeti budur demek istemiyorum. Bu işte rol alanlar bilerek ya da bilmeyerek bu yapıya hizmet etmiş oldular maalesef. 30/07/2016

* 03/08/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Temmuz 2016 Cuma

Tarih ne yazacak?

BİR HAİNİ YAZACAK:
-Bir hainin içimizden oluşturduğu hainler şebekesini yazacak.
-Devletin bütün kilit noktalarının hainler tarafından işgal edildiğini yazacak.
-2016 yılında emir subaylarının ve yaverlerin darbeye kalkışmasını yazacak.
-Hiç olmadığı kadar bu ülkede güvenin zedelendiğini yazacak.
-Bir örgütün kripto duruşunu yazacak.
-Barış ve hoşgörü mesajı verenlerin nasıl canileştiğini yazacak.
-40 yıl boyunca deşifre olmadan devletin içerisinde  nasıl yerleştiklerini, kadrolaştıklarını yazacak.
-Emperyalist devletlerin maşası bir örgütün kendi halkına nasıl mermi attığını, meclisini bombaladığını, halkın üzerine tankları sürdüğünü yazacak.
-Hiç olmadığı kadar insanların Allah ile aldatıldığını yazacak.
-Bir yapının 1970'lerden beri tüm devlet yapısı içerisinde yuvalandığını, siyasilerin hepsinin göz yumduğunu yazacak.
-Bir milletin süper, zeki beyinlerinin nasıl esir alındığını, beyinlerinin yıkandığını yazacak.
-Devletin içerisine çöreklenen bu örgütü çözemeyen devleti yazacak.
-Bu yapının devletiyle, milletiyle herkesi ayakta uyuttuğunu yazacak.
-Bir milletin himmet adı altında hizmet maksadıyla aktardığı paralarının nerelerde, kimlere hizmet amacıyla kullanıldığını yazacak.
-Ülkemizde emelleri olan emperyalist devletlerin en az 50 yıl planlar yaptığını, bizi içimizdeki beyinsizlerle yola getirme planları yaptığını yazacak.
-Bizim bizden başka dostumuzun olmadığını yazacak.
-İçlerindeki onca gizli haine rağmen yıkılmadan ayakta duran büyük bir devlet olduğunu yazacak.
-Bir ülkeye okumamış cahilinden ziyade okumuş insanlarının nasıl zarar verdiğini yazacak.
***
KAHRAMANLIKLARI YAZACAK:
-Bir milletin yediden yetmişe hainlerle nasıl mücadele ettiğini yazacak.
-Birinin ak dediğine, siyah diyen; birbiriyle her alanda ayrışmış bir milletin vatan söz konusu olunca gerisi teferruattır dediğini yazacak.
-Darbeye karşı meydanlar nasıl indiğini, tankların altına nasıl atladığını, günlerce nasıl nöbet tuttuğunu yazacak.
-Bileti kesilmiş yalnız bir adamın kefenini giyerek nasıl meydanlara çıktığını, halkı nasıl meydanlara davet ettiğini, şapkasını alıp nasıl kaçmadığını yazacak.
-İçlerindeki sayısız hainlere rağmen bir milletin hala nasıl dimdik ayakta olduğunu yazacak.
-Birbiriyle kıyasıya mücadele eden siyasilerin kırgınlıklarını bir tarafa bırakarak nasıl birleştiğini yazacak.
-7'den 70'e bir milletin nasıl destan yazdığını yazacak.
-2016'dan önce uyuyan bir milletin nasıl uyandığını yazacak.
-Bir milletin darbeci hainlere ve arkalarındaki süper güçlere karşı nasıl Osmanlı tokadı indirdiğini yazacak… 29/07/2016







28 Temmuz 2016 Perşembe

Bence hangi tür müdürlük daha iyiydi?

-Üstat, sen 2014 haziranından önce ve 2014 haziranından sonra yöneticilik yaptın. İki müdürlüğü bir değerlendirir misin?
-2014 haziranına kadar yürüttüğüm müdürlük sınava dayalı bir müdürlük idi. Sonrasında yaptığım müdürlükte ise sınav kriteri yoktu.
-Ne demek istiyorsun?
-2014 öncesinde elde ettiğim müdürlük bir emeğin, bir çabanın mahsulü idi. Sonrasında bir emeğim olmadı.
-Biraz daha açar mısın?
-Fıkra sever misin?
-Elbette.
-Gencin birisi bir kızı sever. Kız da onu. Müstakbel kayınpederinden kızını istemeye gider. Kayınpederi: "Damat, kızım da seni istiyor. Önce bizim usullere göre seni sınamam lazım. Geçersen kızım senin. Biliyorsun biz geçimimizi dilencilikle sağlarız. Git akşama kadar dilen. Kazandığını bana getir gel" der. Genç için kolay bir sınavdır bu. Çünkü babası çok zengin. Akşama kadar yatar, akşam babasının parasından biraz para götürür. Kayınpederine teslim eder. Kızın babası: " Bu olmadı damat tekrar topla gel" diyerek getirdiği parayı avucuna aldığı gibi serpiştirir. Oğlan ertesi gün aynı yöntemle biraz daha fazla para getirir. Adam tekrar elindeki parayı atar. Damadına: "Sen gerçekten benim kızımı istiyor musun? Eğer istiyorsan bana baba parasını getirme. Az olsun ama emeğimin karşılığı olsun. Sana son kez bir şans daha vereceğim" der. Damat bakar ki pabuç pahalı. Çıkar akşama kadar dilencilik yapar, çarşıda ve cami önlerinde. Yolda görse elinin tersiyle iteceği bozuk üç-beş kuruşu kayınpederinin avucunun içine döker. Parayı alan kayınpeder elini kaldırıp atacağı zaman damat, kayınpederinin bileğini yakalar: "Sen ne yapıyorsun, benim akşama kadar anam ağladı, onu toplamak için" diyerek parayı attırmaz. Kayınpederi: " Şimdi oldu evlat, sınavı kazandın. Çünkü az da olsa bana kendi emeğini getirdin. Artık kızımla evlenebilirsin" der ve damat mutlu sona ulaşır.
-Yani?
-El hasılı doğru ya da yanlış, iyi veya kötü, isabetli ya da isabetsiz belirlenen bir kritere göre girilen bir sınav için bir emek vardı birincide. Şimdikinde ise belirlenmemiş bir kıstas, CV veya referans var. Birincide koltuğuna oturan daha kendinden emin, daha öz güven sahibi iken ikinci de kişi koltuğun kendisine bahşedildiğini hisseder. Sınava dayalıda koltuk sahibi kimseye minnet etmezken sınavsızda kendisini o makama getirenlere karşı kişi minnet borcu hissedebilir. Başa kakma söz konusu olabilir. Kişi oturduğu koltukta rahat edemez. Beğenmezlerse alınırım/alınacağım endişesi taşır. Bu kıyaslamayı yaparken sınava dayalı gelenler çok iyi müdürlük yaptı, sınavsız gelenler yapamadı anlamı çıkmasın. Sınavlı gelip ağzına yüzüne bulaştıranlar olabildiği gibi sınavsız gelip çok iyi becerebilenler çıkabilir. Ya da tersi. Hem sınava dayalıda hak edenler olabileceği gibi sınavsız seçimde bu işi layıkıyla yapanlar çıkabilir. Bu işlerde iyi veya kötü objektif kriterler belirlenmeli. Kriteri geçen atanabilmeli. Devletin her kademesinde görev yapanlar özellikle koltuk sahipleri önce rehberlik ardından teftiş amaçlı sürekli iyi bir denetimden geçmeli. Denetimler sonucu başarı kriterini yakalayamayanlar asli görevine döndürülmeli. Kamu görevi yapanlar şucudur, bucudur, şunun adamı gibi etiketlerle yaftalanmamalıdır. Objektif kriterlerle ortaya konmayan hiçbir şeyde kamu yararı ortaya çıkartılamaz. Ancak 'yandaş, muhalif, karşı' kişiler algısı oluşur. İnsanlar, 'bizden' ya da 'bizden değil' damgası yer. İnsanları bir yerden alırken de bir yere getirirken de onların onurlarını korumada azami hassasiyet gösterilmelidir. Emek sarf edilmeden elde edilen veya verilen bir şey bedava gelen ulufe gibi bir şey gibi geliyor bana. Piyangodan çıkma gibidir. Bir yere gelmek için birilerini bulma dönemine tekrar girme gibidir.
-Sonuç?
-Demem odur ki, 2014 öncesi ve 2014 sonrası hiç bir koltuk bana zevk vermedi. Oturduğum koltuk bana hep eğreti geldi. Kendimi yabancı hissettim. Mizacıma, kişiliğime tersti bana göre koltukların hepsi. 11 yıldır koltuk mu beni taşıdı, ben mi koltuğu taşıdım bilemedim.
-Bir tercih yaparsan eğer hangi müdürlük dersin?
-Basit veya zor bir emek sarf edilmeden elde edilen koltuk bana daha şık daha etik gelmedi. İşin hülasası budur.
-Eyvallah!... 06.07.2016

Kulağımıza Küpe Olsun!..*

Yarım asrı devirdim şu fani dünyada. Hayatın içinde her şeyi gördüm. Bana dünya nedir deseniz:  "Oyun ve eğlenceden" ibaret olan bu "imtihan" dünyasını menfaatperest insanoğlunun kaygı, tasa, dert, kan, gözyaşı, ölüm vb. işkenceye çevirerek hemcinslerine dar ettiği bir dünyadır derim.

15 Temmuz 2016 itibariyle yaşattıkları ise her şeyin tuzu- biberi oldu. Ölümlerden ölüm beğendirdi. Dünyayı iyice yaşanmaz kıldırdı bize. Dünya kuruldu kurulalı böylesini görmedi. Çekememezlik hastalığına yakalanarak yeryüzünde ilk kanı akıtan Kabil yapmadı bunların yaptığını. O; daha mertti, seni öldüreceğim demişti kardeşine. Öldürdükten sonra da hemen pişmanlık duymuştu yaptığına. Hz Adem'in otoritesini kabul etmeyerek üstünlük ve egemen olma nöbetine yakalanan İblis: Senin salih kullarını kandırıp yoldan çıkaracağım demişti Yaratanına karşı. Kıyamete kadar mühlet istemişti. Açıkça meydan okumuştu: Ben kötüyüm, benden çekinin, kendinizi koruyun diye. Eğip bükmedi hiç, saman altından su yürütmedi.

Günümüzde kendisini gizleyen; duruşu, oturuşu, konuşması ve davranışlarıyla insanlara güven veren bir tip daha çıktı ortaya. Kabil'den daha cani, İblis'ten daha sinsi. Kanlarımızda ve damarlarımızda dolaşan şeytana rahmet okutacak şekilde. Allah'la aldattı bizi. Sarığını, cübbesini giydi. Çıktı kürsüye. Allah, peygamber, Kur'an, hadis dedi. Barış, hoşgörü ve kardeşlik dedi. Hep ağladı. İki ceketim yok dedi, acındırdı kendisini. İnsanlığı kurtarmak lazım bu bataklıktan, bunun için eğitim, eğitim dedi. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim, en büyük hayalim 'Kıtmîr' olmak dedi. Her farklı düşüncedeki devlet adamlarıyla iyi geçindi. Millete karşı farklı bir maske taktı. Biz o maskeye aşık olduk devletiyle, milletiyle. Malımızı-mülkümüzü, paramızı-pulumuzu verdik. Devasa binalar yaptı millet 'Allah rızası ve himmet' adı altında. Cennet böyle kazanılırdı zira. Yetmedi oğlumuzu- kızımızı da verdik iyi yetişsin diye. Çünkü eğitim, dini yaşantı bizim kırmızı çizgimizdi. Devlet de dine mesafeliydi zaten. Millet oluk oluk akıttı. Parayı ve serveti gören insanoğlu yerinde durur mu? Her sektörde varız artık diyerek devasa bir güç oldular.

Anadolu insanının tırnaklarıyla meydana getirdiği eğitim yuvaları para basmaya başladı bir süre sonra. Basında, medyada, ticaret sektöründe de kendilerini gösterdi. Para o kadar fazlaydı ki, dünyanın kanını emen sömürgeci bir devletin kendisine tahsis ettiği sırma köşklerde 17 yıldır ikamet ediyor hastalığını bahane ederek. Karargah merkezi orası artık. Oranın ekmeğini yiyor. Kim kimin ekmeğini yiyorsa bir müddet sonra onun kılıcını sallamaya başlar. Güven vererek kendisine emanet edilen Anadolu’nun zeki beyinleri devletin kilit noktalarına da yerleştirilmişti nasılsa. Üç yüz yılı aşkın bir şekilde Ashab-ı Kehf’in ayakları ucunda bekleyen kıtmirin vefası bir tarafa bırakılarak ihanet düğmesine basıldı. Hedefe ulaşmak için gerekirse taş üstünde taş kalmayacaktı. Çünkü efendileri kendilerine öyle emrediyordu. Bakmayın siz kendisine ‘Efendi’ dendiğine. Bunun ‘Efendi’ görünümlü durumu ise tam bir kölelikmiş, ‘Hizmet’ adını verdiği hareketi ise efendilerine hizmetmiş. Bir kölenin en büyük hayali, özgür olduktan sonra bir köle edinmekmiş. Bizde efendi, bir kurumda çalışan en alt birimdeki insanlara verilen unvandı. Kendisi ve adanmışları bu lakabı gururla taşıdılar hep. İsmiyle zikredenleri düşman bellediler. Kin, intikam ve başarma hırsı gözünü o kadar bürümüştü ki, kırk yıldır kazandığını  bir bir heba etti. Nasılsa cebinden tek kuruş koymamıştı. Mirasyedi idi zira.

Adam baştan beri, “Ben efendilerimin bendesi bir ‘Efendiyim’ demiş, biz yine anlayamamışız. Zira o, Nas süresinde geçen “Cinlerden ve insanlardan oluşan; insanların kalplerine vesvese veren -Şeytan’ın kardeşi- hannas” imiş. Şükürler olsun bu milletin verilmiş sadakası varmış. Geç de olsa bedel ödeyerek ihaneti anladı ve tek vücut oldu. Bundan sonra bizi “Allah’la aldatanlara karşı bu hareket kulağımıza küpe olsun. Tekrar girersek aynı delikten herkes bize: “Deli deli tepeli, kulakları küpeli” desin. 28/07/2016

30/07/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

"Bizim geri vitesimiz yoktur"

TEKNOLOJI VE BİLİM NE KADAR ILERLERSE DE HEP HADDINI BİLDİ: HER DEDIGINE VE YAPTIGINA BIR GERI VITES KOYDU. SAHABE ALLAH VE RASULU DAHA IYI BILIR DEDI, MUFESSIR VE FAKIHLERIMIZ DE GÖRÜŞÜNÜ SÖYLEDIKTEN SONRA: "ALLAHÜ A'LEM" DEDİ. ANADOLU INSANI KESİN BILDIGI BIR SEYE BILE, "ALLEM" =ALLAHÜ A'LEM DER. YANI HADDİNİ BİLİR.

"Bizim geri vitesimiz yoktur" diyen güruh, ihanetinizle birlikte intihar ederek ölüme gidiyorsunuz. Hem de pisi pisine... Bir insan, bir güruh kendi istemedikce itibarı yok olmaz. Kazandigi itibarini yok etmek isterse de kimse engel olamaz. Rahmet, bereket ve gufran ayi bitiyor. Bu ayda Şeytan bile zincire vurulur. Cünkü bu ay muhasebe ayidir ayni zamanda. Sizin şeytanınız pardon akil hocaniz, lideriniz size sagdan yaklasiyor haberiniz ola. Allah mustakimden ayirmasin. Unutmayin ki öz elestiri, tevbe etmek bir erdemdir. Ademi adam yapan tevbesidir, Iblisi Şeytan yapan ise hatasini kabul etmeyip, yaptigina mazeret bulup burnunun dikine gitmesidir. O, dün ben üstünüm diyordu, bu gün de sana ben dogru yoldayım dedirtiyor. Kendini ne sanır isen san, milletin algiladigi kadarsin. Bu millet yanlista isabet etmez. Dün vezir yaptı, bu gün ise rezil... Unutulmamalı ki, kimse bulunmaz Hint kumaşı değildir. Allah isteyeni izzet ve şereflendirir, isteyeni de zelil eder. Allah hata ve kusur yapanı hemen yok etmez, mühlet verir...Teşbihlere takilmayalim, bir dost hatirlatmasidir sadece. Maksat üzüm yemekse bağcı önemli degil... 27.07.2014