12 Temmuz 2016 Salı

Kimler din eğitimi vermelidir?

Vatandaşımız yeme içme gibi ihtiyaç duyar din eğitimini öğrenmeye. Çocuğuna karşı görevlerinden biri olarak görür bu işi. Belki arkamdan bir Fatiha okur muradındadır. Hayırlı evlat olsun derdindedir. 7'den 70'e diz çökeriz hocaların önünde. Rahmetli babam o yaşında namaz sürelerini unutmuş muyum der, önümde diz çökerdi. Saygısı bana değil, okuduğu sürelere idi. Doğru dediğimde çocuklar gibi sevinirdi. Milletimiz dinini öğrenmeye aşıktır desem mesele daha iyi anlaşılır.

Geçen bir yazımda "Din eğitimi anlayışımız çocuklarımızı dinden soğutmasın" başlıklı bir yazı kaleme almış, din eğitimi verilirken iyi niyetle öğrensinler diye yaptığımız bazı tasarrufların çocuklarımızı dinden soğutmaya sebebiyet verdiğini/verebileceğini, bu yüzden çocukların seviyesine inmek başarıyı getiren en önemli faktör olabileceğini, sevdirmek en önemli olabileceğini izah etmeye çalışmıştım.

Malumunuz olduğu üzere okullarda bir dersi sevmenin yolu öğrencinin öğretmenini sevmesinden geçmektedir. Din eğitimi ve öğretiminde de ders veren hoca mutlaka önemlidir. Bir şeyi öğretene biz hoca ya da öğretmen deriz. Din eğitimini veren öğreticilerde hangi özellikler olmalıdır?

Din eğitimini veren kişi her şeyden önce:
* Çocuğun seviyesine inebilen olmalıdır.
* Dersi öğretmekten önce kendisini sevdirmelidir.
* Yaşantısıyla örnek olmalıdır.
* Vatandaştan, veliden ve öğrenciden herhangi bir ücret almamalıdır.
* Dayak ve hakarete başvurmamalıdır.
* Dersini vermeyen öğrenciye öncelikle tatlı ve nazik bir dil kullanmalıdır.
* Namaz kılma, başını örtme vb sorumluluklarını yerine getirmede öğrenciye baskı yapmamalıdır.
* Kur'andan önce sevgiyi, saygıyı, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, yardımseverlik, başkasını rahatsız etmeme gibi iyi hasletleri örneklendirerek öğrenciyi işlemelidir.
* Veren el olmalıdır.
* Namaz kılmanın, Kur'an öğrenmenin önemi öğrenciye kavratılmalıdır.
* Ödül ve cezada anlatılabilir ölçüler koymalıdır. 
* Yaptıklarında öğrenciyi ve veliyi ikna edebilmelidir.
* En az İlahiyat fakültesi ve dengi bir okuldan mezun olmalıdır.
* Belli yaş grubunu okutan öğreticiler olmalıdır. İlkokul seviyesindeki öğrencileri okutan ayrı, ortaokul ayrı, lise ayrı, genç ve yaşlıları okutanlar ayrı olmalıdır. Çünkü aynı kişi her yaş grubundaki kişilerin seviyesine inemeyebilir.
* Yeterli donanım ve birikime sahip olmayan, ehliyetsiz kişilere görev verilmemelidir.
* Sosyal aktivitelerden anlamalıdır. Zaman zaman öğrencilerin faaliyetlerine katılmalıdır.
* Her şeyi yasaklayan yasakçı bir zihniyete sahip olmamalıdır.
* Öğrenciye sağlam bir din anlatmalıdır. Kendini ait hissettiği grubun üyesi yapmak için bir yol izlememelidir.
* Gezi, piknik gibi aktiviteler düzenlemelidir. 
* Önüne gelen her bir çocuğu kendisine emanet kabul etmelidir, kendi çocuğu bilmelidir.
* Samimi olmalıdır.
* Sabırlı olmalıdır. 12/07/2016

Siyasetçi mi ihraç etsek acaba?

Otururken düşündüm taşındım, bu ülkenin ihraç edilecek neyi var diye. Çünkü cari açık hep açık veriyor. Bir türlü ithalat ve ihracat dengesi sağlanamıyor. İthalatımız hep ihracatımızdan fazla nedense. Düşünüyorum, çünkü bu ülkenin ekmeğini yedim. İstedim ki biraz katkım olsun.

Tahıl ihraç etsek, bizden daha ucuza mal eden ülkeler var. Rekabet edemeyiz. Teknoloji ihraç etsek, bizden daha iyi yapanlar var. Bir şey bulmalıyım ki diğer ülkelerde az, bizde fazla olsun. Sattıkça ardından yeniden bitsin. Böylece cari açıktan kurtuluruz. Hay aklımla bin yaşayayım.  Bizde kum gibi diğer ülkelerde mumla aranan bir değeri buldum sonunda. Siyasetçi ihraç edeceğiz, etmeliyiz. İnanın bu işte bu ülke çok para kazanır. Kısa zamanda bu ülke ekonomik yönünden düze çıkar. Gayri safi hasılamız dünyada rekor üstüne rekor kırar. Bizde siyasetçi bu kadar çok mu diye düşünebilirsiniz bir an için. Şöyle etrafınıza bir bakın, medyayı, sanal alemi takip edin, yığınla bu ülkede siyaset yapan insanlar görürsünüz. Her birimizin bir işi olsa da asla siyasetten uzak tutamayız kendimizi. Nerede birden fazla insan varsa, okuması, ilgi alanı ne olursa olsun hiçbir anımız siyasetsiz geçmez. Hep devlete nizamat vermeye çalışırız. Aslında şöyle olacak demeye başlarız. Siyaset yapmak için illaki aktif siyasette olmak gerekmiyor. Bizde mecliste grubu olan siyasi partilere ait 550 vekil bulunur. Bunlar hem siyaset yapar hem de paralarını alır. Partiler hazineden yardım da alırlar. Geriye kalan kısım meccanen siyaset yapar. İktidar ülkeyi yönetmek için karar almaya çalışır, muhalefet eleştirir. Karşılığında da en yüksek dereceden maaşlarını alırlar. Bu milletin kahir ekseriyeti bu işi amatörce yapar. Karşılığında da bir kuruş almaz. Kimi iktidarı tutar, iktidarı tutanlara göre iktidarın hep yaptığı doğrudur. Kimi de muhalefeti destekler, iktidarın her yaptığını kötüler. Partiler de bu fanatikleri sayesinde ayakta durur, siyasette varlıklarını onlara borçludur. Arada kim yaparsa yapsın; iyiye iyi, kötüye kötü diyen az sayıda bir tampon bölge insanı vardır ki bunlar ne İsa'ya yaranır, ne de Musa'ya. Aktif siyasilerin en sevmediği tiptir bunlar.

Demem odur ki bizde seçim zamanı olsun ya da olmasın her evde, her iş yerinde, her muhabbet ortamında insanımız yaşına başına bakmadan siyaset konuşur. Oturur kalkar; hükümet kurar, hükümet yıkarız. Kendimizin düşüncesinden başka doğru bir düşüncemiz de yoktur. Ben bir başbakan olsam der konuşmamızı devam ettiririz. Neredeyse siyaset yapmaktan işimizi yapmaya zaman kalmaz.

Bu kadar siyasetten anlayan kalifiye elemanın olduğu bir başka ülke bilmem ben. Bir ülkede birden fazla başbakan, 550 den fazla vekil, 25-26 kişiden fazla bakan olamayacağına göre o zaman biz bu kalifiye elemanlarımızı başka ülkelere ihraç etsek hem biraz da o ülkeler faydalanır, biz de ekonomiyi düze çıkarırız. 12/07/2016

Din eğitimi anlayışımız çocuklarımızı dinden soğutmasın! *

Her eğitim ve öğretim yılı sona erdikten sonra velilerimiz ortaokul ve liselerde okumakta olan çocuklarının yaz tatilini daha iyi değerlendirsin diye okullar kapanmadan bir arayış içerisine girer. Kimi sportif faaliyetlere, kimi de bu dönemde özellikle Kur'an-ı Kerimi iyice öğrensin diye resmi-özel kurslara  yönelir. Son zamanlarda dini eğitim verilen yerlerde de olumlu bir şekilde değişik sportif ve kültürel etkinliklere yer verilmektedir.

Konya gibi halkı mütedeyyin yerlerde vatandaş mutlaka çocuğuna din eğitimi aldırmayı bir vazife olarak bilir. Bunun için de çaba gösterir. Hatta 80'li yıllarda çocuğunu zanaate veya ortaokula gönderecek olsa bile  Kur'an öğrensin diye bir çok aile bir yıl Kur'an eğitiminin yapıldığı yerlere gönderirdi çocuğunu. Burada amacım; kurslara gideni, kursta görev yapan ve çocuklarımıza başta Kur'an ve din eğitimi veren hocalarımızı eleştirmek değildir. Bu camianın içinden gelen biri olarak geçmişte iyi niyetli de olsa bir çok hocamızın yaptığı bazı tasarruflar çocuklarımızda aksi tesir yapmıştır. Niyetim din eğitiminin verildiği yerlerde eskiden olan olumsuz tavırların olmamasına katkıda bulunmaktır.

Geçmişte din eğitimi verilen yerlerin çoğunda dayak, şiddet, hakaret, ezme yaygındır. Çünkü çocuk teslim edilirken "Eti senin, kemiği benim" düşüncesiyle teslim edilir babası tarafından. Çocuğun ders vermeme, haylazlık yapma, çocukluğunu yaşama gibi bir lüksü yoktur. Hocasının dediğinden dışarı çıkarsa gelsin dayak, gitsin dayak. Allah ne verdiyse artık. Çocuğa iyi niyetle yapılan bu muamele diğer arkadaşlarının gözü önünde yapılır ki, diğer çocuklara ibret olsun. Başta olayın kahramanı ve onu izleyenler alacağı dersi alır. Eve gelip ailesine durumu anlatsa " Hocanın vurduğu yerde gül biter" denir. Bir araba sopa da evden yer. Bu deveyi ya güdeceksin, ya güdeceksin kuralından başka seçeneğin olmadığını gören taze dimağ, -içine sinmese de- artık dersini veren, yaramazlık yapmayan, kurallara uymak zorunda hisseder kendini. Böylesi biri okur belki okumaya; ama ya içine kapanır, ya kendine öz güveni kalmaz. Okuduğundan ve çevresinden soğur içten içe. Her cüz ve Kur'an okuduğunda bilinçaltına yerleşmiş yediği ya da gördüğü şiddet, baskı veya hakaret gözünün önüne gelir. Kötü hatıralar yeniden canlanır gözünde bir bir.

Geçmişte öyle örneklerini gördüm ki insanın akıl ve hafsalası almaz gerçekten. Üzerinde sopa kırılmış, falakaya yatırılmış öğrenciler bilirim. Masada yediği yemekten sonra masanın altına dökülen ekmek vb kırıntıların el ile toplatıldığını bilirim. Namaza gelemediği için horlananları bilirim. Geçmişten günümüzde çok şey değişti bunun farkındayım. Derdim hala geçmişe özenenler çıkarsa diye dert edindim  bu meseleyi. Şimdilerde herkes hafız yapılmıyor. Hafızlığa müracaat edenlerin içerisinden seçmece öğrenciler alınıyor. Bu güzel bir gelişme. Görevliler daha pedagojik yaklaşıyor. Yine de eskiye özlem duyanlar az da olsa var hala aramızda. Geçen gün çocuğu kursta okuyan bir veliye görevli, çocuğunun ezberleri yapmadığından dert yanıyor. Baba oğluna: “Oğlum ezberlerini vermemişsin, niye” diye soruyor. Çocuk öğretmenin yanından ayrılınca babasına ezberini okuyor. “Oğlum hocan da niye okumadın” deyince “Baba! Öğretmen geçen gün bir arkadaşı dövdü. Okuyamasam beni de döver diye okumadım” cevabı veriyor. Beraber 7 yıl aynı yurtta kaldığım bir arkadaşımı gördüm 25 yıl sonra. Hoşbeşten sonra, “Hocam sana bir şey sorabilir miyim” dedim. “Buyur” dedi. “Namaz kılıyor musun” dedim. Niye sordun” dedi. “Ne olursun söyle” deyince, “Ne yalan söyleyeyim kılmıyorum” dedi. Bu soruyu niye sorduğum garibinize gitmiş olabilir. İnanın yaşadığımız muhitte ucundan, kıyısından din eğitimi almayan çocuğumuz yok gibidir. Din eğitimi alırken namazımızı kılar, orucumuzu tutar, cemaatimize devam ederiz. Nedense eğitim sona erdikten sonra uzun süre namaza, niyaza yaklaşmayız. Niçin acaba? Bence bunun sorgulanması lazım... Tecrübeme dayanarak bir hususu belirtmek isterim. Şiddet gören şiddet uygular. Dayak atanların mutlaka kendisine geçmişte şiddet uygulanmıştır.

Küçük yaşta önümüze gelen çocuğa pedagojik yaklaşılmazsa bu durumu fazla yadırgamamak lazım. Önümüze gelen çocuk gerekirse Kur’an okuyamasın, ezber yapamasın, namaz kılmasın. Bunlara karşı sevgi dilini kullanmak lazım. Öğreteceğiz diye kullandığımız insani olmayan yöntemler maalesef yaşımız ne kadar ilerlerse ilerlesin yaşantımızda soğukluklar meydana getirebiliyor. Bugün yapmamız gereken tek metot, çocuk gerekirse öğrenmesin, ama nefret etmesin olmalıdır. Susayan biri nasıl ki içmek için su bulabiliyorsa dün din öğretimini almayan/alamayan kişi ihtiyaç hissederse nereden olsa, hangi yaşta olursa olsun dini bilgileri öğrenebilir. Meslektaşlarım bana kızmasınlar. Belki kol kırılır, yen içerisinde kalmalı diye düşünenlerimiz çıkabilir. Görev yapan hepimizin kendisini sorgulaması lazım. 12/07/2016
* 25.01.2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Hız için yaratılmışız sanki...

Ramazan ve Kurban* bayram tatilleri aradaki mesaileri de birleştirmek suretiyle uzatıldığı zaman nefsime ve bedenime hoş gelse de içim cız eder hep. Yine bu sene trafiğe epey kurban vereceğiz diye düşünmeye başlarım.

Tatil ne kadar uzun olursa tatile çıkan ailelerin sayısı da bir o kadar artıyor. Hele bir de şimdi yollarımız iyi, arabalarımız konforlu, sağlam ve son model. Bastıkça basıyoruz arabanın hakkını vermek için. Eceli çağırıyoruz hep kendi hızımızla. Kazalarda dikkatsizlik, yol hatası ve karşı tarafın hataları da olabiliyor. Ama genel itibariyle kazaların büyük bir çoğunluğu yaptığımız hızın eseri.  Sonuç: 135 ölü, 981 yaralımız var 2016 Ramazan'ında. Her uzun bayramlarda nice ocaklar söner, nice aileler bayramı gözyaşları içerisinde geçirir.

İstatistikleri bilmem ama bu ülkede trafik kazalarında ölenlerin sayısı teröre kurban ettiklerimizden daha fazla. Terörü günlerce konuşur, lanetleriz ama trafik canavarı genelde pek gündemimize gelmez.

Bakanlar Kurulu karar alarak bayram tatilini uzatabilir. Bu vesileyle bazıları da fırsat bu fırsat diye tatili turistik tatil olarak değerlendirebilir. Kimse kaza yapsınlar/ölsünler diye tatil vermez/tatil yapmaz. İş yine bizim insanımızda bitiyor aslında. Normal hız sınırıyla gitmeyi bir türlü beceremiyoruz milletçe. Radara yakalanma yoksa bastıkça basıyoruz. Hız sınırına uymamak için yaratılmışız sanki.

Bu ülkede terör için tedbir aldığımız kadar maalesef trafik canavarı için tedbirler almıyoruz. Ah, vah ile geçiştiriyoruz. Hatta geldiğimiz yönde radar varsa karşı araçlara selektör yaparak uyarırız, ceza almasın diye. Bunu da iyilik diye yapıyoruz. Radar varsa, polis varsa dünyanın en kurala uyan toplumu kesilir, bunları atlattık mı ne kural ne nizam işler bize...

Konya'da  İstanbul Caddesi diye bilinen çevre yolda bir kaç yıldır TEDES uygulaması var. Caddenin hız sınırı olarak 70 km belirlenmiş. Kimse hız sınırını aşmıyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kazalar da yüksek oranda azaldı. Aslında adı geçen caddede günlük iki saat kontrol yapılıyor. Ama saati belli olmadığı için sürücülerin hepsi kurala uyuyor.

Devlet belli yerlere trafik polisi gönderip hız kontrolü yaptıracağına, bazı yerlere bazen radar koyup kontroller yapacağına ana arterlere TEDES gibi uygulamalar başlatsa, hareket halindeki tüm araçların hızını, trafikteki hareketlerini izleyen ve kaydeden mobese kamera gibi ölçümler olsa, kim görünmez dediği yerde hız sınırını aşmışsa ardından cezası otomatik olarak gelse trafik kazalarında azalma olur kanaatindeyim. Trafikte 'S' çizenler, hatalı sollama yapanlar, kural tanımayanlar bir bir ortaya çıksa biz hemencecik kurallara uymaya başlarız. Dediğim çok masraflı denebilir. Hiçbir şey insanın maliyetinden daha pahalı değildir. Sanırım Fatih projesi için harcanan maliyetten daha fazla olmaz. Bu mesele 'Akıllı tahta' projesinden daha önceliklidir diye düşünüyorum. Yine de çok masraflı denirse, öncelikli olarak hız sınırının sürekli aşıldığı, çok kaza yapılan yerlere öncelikli olarak mobeseler konmaya başlansa sadece  trafiğimiz rahatlamaz aynı zamanda terör, gasp, hırsızlık gibi suç oranlarında da azalma meydana gelecektir. Cezalar mutlaka caydırıcı olmalıdır, cebimizi yakmalıdır. Bir daha tövbe dedirtmelidir bize.  Yoksa çok analar ağlayacağa benziyor  bu gidişle.

Devlet tatillerin arasındaki mesaileri tatillerle birleştirmemelidir. Yarım günde olsa mesai, tüm kurum ve kuruluşlar işlerine rutin devam etmelidir. Böyle günlerde rapor, izin vb verme tasarruflarında daha fazla özen gösterilmelidir. Devlet çalışanlarına izin verme konusunda bonkör davranmamalıdır. Çalışan tatilini ne zaman yapacaksa yapsın. Bu ülke tatil cenneti olma özelliğini kaybetmelidir, birçok iyi hasletlerimizi kaybettiğimiz gibi.

Tatil verilecekse de adına "9 gün tatil" demesinler. Çünkü tatil 9 gün değildir. Verilen tatil 5 gündür. Cumartesi, pazarları da ekleyip uzun tatil adı vermesinler. Zaten o günler bayram olsa da, bayram olmasa da bordro mahkumlarının tatil günleridir. Bu böyle biline.

Benim tatili önleme tedbirlerim bu şekilde. Görüşlerim mutlaka kazaları önler iddiasında değilim. Bu tedbirler olacağına başka tedbirler de olabilir. Yeter ki kazaların önüne geçilsin. Aman siz hiçbir öneri sunmayın efendim!... 10/07/2016

*Turizm Bakanı şimdiden açıklama yaptı, Kurban Bayram tatili muhtemelen 9 gün olacak diye. Kurbanla beraber kurbanlıklarımızı da giyelim.



10 Temmuz 2016 Pazar

Hani Samanlık Seyran Olacaktı? *

Akşamından uygun bir yer bulamadığım için aracımı sote bir yere park etmiştim sabahleyin uygun bir yere kaldırırım diye. Gündüzünde kullanma ihtiyacı olmadığından arabanın yerini değiştirmeyi de unuttum. Gecenin 12.30 suları. Bir ses ki ne ses: Yatsan uyutmaz, otursan oturtmaz bir ses. Can havliyle bir araç bağırtılıyor yine. El frenini kaldırmak suretiyle arabayı cayırdatma mahareti. Marifet denirse eğer. Ani fren sesi, lastik kokusu, deli danalar gibi ölümüne bir sürüş. Yine bir gencimiz hava ve stres atıyor anlaşılan. Tüm mahalleli kimi perdenin ardından, kimi balkonundan, kimi de dört duvar arasından bu trafik holiganının kaç kişiye, park edilmiş kaç araca vurmadan gencin insafa gelip durmasını bekliyor.

İt, dalaşmadan arabamı çalıya dolayayım, hem de hasta gencin aracının plakasını alıp trafiğe bildireyim diye dışarı çıktım la havle çekerek. O da ne?  Ses kesildi. Sokağın ortasına üstün körü park edilmiş siyah  bir aracın sürücüsüne araç dışından biri yüksek sesle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Özel bir meseledir dedim aracıma yürüdüm. Az sonra "112'yi bir arar mısın" diye bana seslendiler. Yanlarına vardım. Aracın dışındaki, şoför mahallindeki genci araçtan indirmeye çalışıyordu. Az önce deli gibi araba süren bu muydu soruma: "Aracın lastiklerinden gelen kokuya bakılırsa bu" cevabı aldım. Aracın içindeki genç sinir krizi geçiriyordu. Hızlı hızlı nefes alıyor, konuşamıyor, eli ayağı tutmaz olmuştu. Eli ayağı tutmayacak şekilde sinir krizi geçiren biri arabayı nasıl durdurdu orası muamma. Kazasız atlatıldı bir trafik holiganlığı daha. Hele şükür.

Sesin kesilmesiyle birlikte kapı ve pencereden izleyenler sökün etti aşağıya. Gencin annesi geldi bir hışımla. Oğluna: " Bırakıver artık. Ben sana bu iş olmaz demedim mi" diye ileri-geri konuşmaya başladı. Ardından telefonla birini aradı: " Oğlumun peşini bırak, bu iş bitti, düğün yok artık" dedi, telefonu kapattı. Orta yerde bir gönül meselesi var ve  düğün arifesindeler anlaşılan. Yere yığılan annenin başına da kadınlar toplandı. Kadın sakinleştikten sonra: "Her şeyi aldırdılar bize. İğneden ipliğe ne istedilerse aldık. Bir ay sonra düğün yapacaktık. Oğlan ev kiraladı. Kız: 'Ben başkasının oturduğu eski evde oturmam; bana yeni, sıfır ev bulacaksın. Başka türlü olmaz' demiş. Oğlanın çılgınlığı da bundan işte" diye açıklama yapmış. Tüm dert bu. Bereket kızımız çok mütevazı. Sıfır ev  satın al dememiş. O zaman vay benim mahallemin haline. Kriz geçiren bu genç o zaman; kaç kişiye, kaç araca, kaç eve çarpacaktı, kim bilir? Elhasıl mürüvvetleri şimdilik olmayacak gibi gözüküyor. Düğün işi de yattı, kızımızın en büyük hayali sıfır ev işi de. Hani "İki gönül bir olunca samanlık seyran olur” idi. Bu atasözümüz için bundan sonra, “Ev sıfır olunca iki gönül seyran olur” mu diyeceğiz? Kişiye özel bu olay; bayramdan çıktığımız, düğünlere hız verdiğimiz bu ayda kaç hanede cereyan ediyor kim bilir? Düğünden önce mutluluğu dünyalık işlerde arayan bu nesil evlenince nasıl mutlu olacak? Dünyalık hırslarına nasıl gem vurulacak? Bu da ayrı bir konu.

Aklı olan birileri, “Düğünden önce her şeyi aldırayım, her şeyim tastamam olsun, insan bir defa evlenir” düşüncesinde olanlara, “Huzur ve mutluluğun anahtarı her şeye sahip olmada   değil; makul olanla  yetinmededir. Düğünden önce her şeyi satın alabilir ya da aldırabilirsiniz ama yarın huzuru bulamayabilirsiniz, çünkü ne alınır, ne de satılır” desin. Vesselam! 10/07/2016

Not: Aşkan Semt Pazarında hiçbir sürücü tarafından kullanılmayan bu kavşak, mahallelinin yüreğini ağzına getirecek şekilde trafik holiganları tarafından yarış pisti olarak kullanılmaktadır. Belediyemiz ölüm pisti olarak kullanılmayacak şekilde bu kavşak üzerinde yeni bir düzenleme yapmayı düşünmekte midir? Trafik polislerimiz bazı geceler zaman zaman bu kavşağın etrafını kontrol etmeyi ve tedbir almayı planlarının arasına almak  ister mi acaba? İnşallah alacağınız tedbirler ölümlü kazadan sonrasına kalmaz.

*13/07/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Rü'yet-i Hilal **

90'lı yıllar fakültede öğrenci iken ramazan ayı geldiğinde ve bayrama girerken Hilal göründü, görünmedi tartışması olurdu. İslam dünyası oruca başlama ve bayrama girme konusunda 2'ye hatta 3'e bölünür, herkes de kendi görüşlerinin daha doğru olduğunu savunurdu. Biz kendi görüşümüz daha doğru diye hakkında ayet ve hadisi delil olarak dile getirmeye çalışırken birileri içine düştüğümüz durumdan dolayı halimize bıyık altından gülmeye devam etti hep.

Fakültede fikrini aldığımız  Prof. akıl hocamız bize: "Peygamberimiz Ramazan orucunu bir iki gün kala karşılamayınız buyuruyor. Siz  üç gün kala oruç tutmaya başlayabilirsiniz" der. Biz de orucumuza halel gelmesin diye 3 gün öncesinden oruç tutmaya başlardık, peygamberin oruca daha dinç girilsin düşüncesiyle söylediğine aldırmadan.

Orucun başını bu şekilde halleder, orucumuzu tutardık. Orucun sonuna doğru yine bir telaş alırdı bizi. Bayram ne zaman? Hilal ne zaman göründü diye mesele edinmeye başlardık. Çünkü Diyanet güven vermezdi o günlerde bize. Gözümüz kulağımız uzaklardan gelecek haberde idi. Birbirimizden  haber beklerdik. Arife günü bir dostumuz arardı: "Malatya'daki kardeşlerimizden haber geldi, bugün bayram" diye. Madem bugün bayram, oruçlu olmak haramdır diye bir yudum su içerdik. Göreve başladım Adıyaman'a geldim. Bu sefer bu tür haberler Konya'dan gelmeye başladı. Nedense KM'lerce uzak olan Konya; Malatya'dan, Sınır komşusu Adıyaman ise Konya'dan haber alıyordu. Haberi veren de kim belli değildi. Bildiğimiz, Müslüman kardeşlerimizdi haberi veren. Diyanetten daha güvenilir gelirdi bize.

Yaş ilerleyip olgunlaştıkça kendi kendime sormaya başladım, bu işler niye böyle oluyor diye. Müslümanlar niçin aynı günde oruca başlayıp aynı günde bayram edemiyorlardı. Daha mayıs ayında 55 ülke bir araya gelmiş, ortak karar almışlar. Sonuç yine farklı günlerde bayrama girdik.

Birlikten ne kadar uzağız yine.  Hem de o kadar uzağız ki. Allah'ın ayetlerinden olan "Güneş ve Kamer bir hesap üzerinedir" denmesine rağmen.  Yine Bakara 189. ayette: “Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: ‘Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir" denmesine rağmen.  Peygamberin: "Biz ümmî bir milletiz. Okuma, yazma bilmeyiz... Hilali görünce oruca başlar, yine Hilali görünce bayram ederiz" demesine rağmen. Astronomi ilmi iyice ilerlemiş, rasathanelerde ileri seviyede gözlem ve incelemeler yapılıyor olmasına, bilimin aylar öncesinden Güneş'in, Ay'ın ne zaman, nerede tutulacağı bilimsel tespitlerine rağmen biz hala Hilal göründü mü, görünmedi mi tartışmalarını yapıyoruz. Bir ve beraber olacağımız basit ve kolay bir konuda bile ayrılmayı becerebiliyoruz. Helal olsun bize... Peygamber ne desin başka Allah aşkına. Açık değil mi şu söz: "Biz okur yazar değiliz, hesap bilmeyiz." Yaşadığı dönemde Astronomi ilmi bugünkü gibi gelişmiş olsaydı Peygamber Astronomi ilminden faydalanırdı. Başka bir şeye de itibar etmezdi.

Hasılı bu bayramda ağzımızın tadını kaçırdılar bazı ilim bilmez, irfan bilmez kişilerimiz yine. İslam dünyasının başına ne gelirse bizi birbirimize düşüren olarak Amerika, İsrail gibi dış güçlerde ararız düşmanı hep. Bu sefer düşmanı dışarıda aramaya gerek yok, sapı da bizden maalesef. Bizim bizden başka düşmana da ihtiyacımız yok. Allah Müslüman yöneticilere, ilim adamlarına feraset, basiret versin. Bilimsel verilerle aklı kullanmayı nasip etsin inşallah.

90'lı yıllardaki Diyanet'e olan güvensizliğim, Sait Yazıcıoğlu, Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez'in Diyanet İşleri Başkanı  olmasıyla beraber yerini güvene bırakmıştır. Rasathane'ye de itimadım sonsuzdur. Benim için oruç, bir ve beraber başladığımız gündür. Aynı günde bayram yaptığımız gündür bayram.

Umutlarımız önümdeki Kurban Bayramında. Bakarsınız hep birlikte bayram yapar İslam Dünyası….09.07.2016

** 10/07/2016 Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Temmuz 2016 Cuma

Ne mide varmış be sende!

Bazen bir ev köşesinde, bazen bir çay ocağında veya herhangi bir yerde; bir dostumuz, bir tanıdığımız ile laflarız. Çoğu zaman da  muhabbet deriz bu tür konuşmalara. Sakın bu adına muhabbet dediğimiz şey, yanımızda olmayan üçüncü bir tanıdığımızın dedikodu ve gıybeti olmasın. Denemesi bedava. İstersen bundan sonra yine böyle otururken ne konuştuğunu bir test et. Bu testin ücreti yok. Sadece yapman gereken vicdanının sesini dinlemek, eğer vicdan kalmışsa tabii.

Bakmayın siz: "Ben dobra bir insanım, karşılaşsam yüzüne de söylerim, benim kimseden çekincem yok" dendiğine. Madem kimseden çekinmemiz  yok, o halde ne diye konuşurken sağımıza solumuza bakıyor, fısıltı halinde konuşuyoruz. Kimin kimle bir sorunu, bir derdi varsa konuşsun, halletsin, iletişim kursun diye vermiş Allah bu lisanı. Baktık anlaşamıyor muyuz? O zaman sen yoluna, ben yoluma demek gerekmiyor mu? Herkes herkesle hiçbir şey yokmuş gibi güler yüz göstermek zorunda mı? Hiç mi medeni cesaretimiz, hiç mi öz güvenimiz yok kendimize.

Dedikodu dediğimiz şey; benimle konuşurken başkasının, başkasının yanında konuşurken de  benim aleyhimde  konuşmak demektir. Hepimizin bildiği ama yapmaktan kaçınmadığımız bir hastalık bu maalesef. "Ölmüş kardeşinin etini yemektir bu." O kadar çok yapıyoruz ki  bu  çeşit etten tiksinti de duymuyoruz artık. Haydi Allah'tan korkmuyoruz, kulundan utanmıyoruz, kendimize de mi saygımız yok?

Nasıl mide bu yahu! İçimizde nasıl taşıyoruz bu mideyi? Nereye kadar kendimizle yüzleşmekten kaçınacağız? İşte geldik gidiyoruz. Haydi ben senin yanında başkasının aleyhinde konuştum, sen nasıl dinledin beni be kardeşim! Niye susturmadın beni? Neden eşlik ettin benim konuşmalarıma?

Bende mide yokmuş, sende de yokmuş be kardeş!.. Hep kendimizi kandırıyoruz, konuştuklarım dostumda kaldı diye. Şunu bilelim ki, yapılan dedikodunun hiçbir zerresi konuştuğumuz yerde kalmıyor. Dolaşa dolaşa geliyor her birimize. Hele hakkımda konuştukların bana geldikten sonra hiçbir şey yokmuş gibi, pişmiş kelle gibi sırıtarak yanıma gelmen yok mu? Bana  sırıtırken görünen dişlerin var ya, işte o zaman dişlerinde ölmüş birinin etini yediğini görüyorum. Gülümseme değil sendeki sırıtmadır. Böylece "Takke düşer, kel görünür."

Eğer beni gördüğün zaman hala utanmıyor, aynı mesleği icraya devam ediyorsan ve buna da hala muhabbet diyorsan ne diyeyim: Afiyet olsun. Çoklu yüzünle, maskenle baş başa bırakıyorum seni.

Durumumuz Ömer Hayyam'ın: "

Bir elde kadeh, bir elde Kuran/Bir helaldir işimiz, bir haram." 
Tiplemesine benziyor. Güya namaz da kılıyoruz. Sakındırması lazım bizi dedikodu, gıybet ve diğer kötülüklerden. Temizlemiyorsa eğer suç namazda değil. Demek ki namazın da tam hakkını vermiyoruz. O zaman ya namazı bırakalım, ya da çekiştirmeyi. Hiç olmazsa namaz için ayırdığımız vakti doya doya 'muhabbet'te kullanalım. Namaz için de boşuna eğilip kalkmayalım. Yok olmaz diyorsak o zaman adam gibi namazımızı kılalım. Bunun tedavisi bu...

Bir kardeşin olarak Allah seni de affetsin, beni de. Bu hastalıktan seni de kurtarsın beni de... Olmaz olsun böyle "Muhabbet!" 08/07/2016