Ana içeriğe atla

Ne mide varmış be sende!

Bazen bir ev köşesinde, bazen bir çay ocağında veya herhangi bir yerde; bir dostumuz, bir tanıdığımız ile laflarız. Çoğu zaman da  muhabbet deriz bu tür konuşmalara. Sakın bu adına muhabbet dediğimiz şey, yanımızda olmayan üçüncü bir tanıdığımızın dedikodu ve gıybeti olmasın. Denemesi bedava. İstersen bundan sonra yine böyle otururken ne konuştuğunu bir test et. Bu testin ücreti yok. Sadece yapman gereken vicdanının sesini dinlemek, eğer vicdan kalmışsa tabii.

Bakmayın siz: "Ben dobra bir insanım, karşılaşsam yüzüne de söylerim, benim kimseden çekincem yok" dendiğine. Madem kimseden çekinmemiz  yok, o halde ne diye konuşurken sağımıza solumuza bakıyor, fısıltı halinde konuşuyoruz. Kimin kimle bir sorunu, bir derdi varsa konuşsun, halletsin, iletişim kursun diye vermiş Allah bu lisanı. Baktık anlaşamıyor muyuz? O zaman sen yoluna, ben yoluma demek gerekmiyor mu? Herkes herkesle hiçbir şey yokmuş gibi güler yüz göstermek zorunda mı? Hiç mi medeni cesaretimiz, hiç mi öz güvenimiz yok kendimize.

Dedikodu dediğimiz şey; benimle konuşurken başkasının, başkasının yanında konuşurken de  benim aleyhimde  konuşmak demektir. Hepimizin bildiği ama yapmaktan kaçınmadığımız bir hastalık bu maalesef. "Ölmüş kardeşinin etini yemektir bu." O kadar çok yapıyoruz ki  bu  çeşit etten tiksinti de duymuyoruz artık. Haydi Allah'tan korkmuyoruz, kulundan utanmıyoruz, kendimize de mi saygımız yok?

Nasıl mide bu yahu! İçimizde nasıl taşıyoruz bu mideyi? Nereye kadar kendimizle yüzleşmekten kaçınacağız? İşte geldik gidiyoruz. Haydi ben senin yanında başkasının aleyhinde konuştum, sen nasıl dinledin beni be kardeşim! Niye susturmadın beni? Neden eşlik ettin benim konuşmalarıma?

Bende mide yokmuş, sende de yokmuş be kardeş!.. Hep kendimizi kandırıyoruz, konuştuklarım dostumda kaldı diye. Şunu bilelim ki, yapılan dedikodunun hiçbir zerresi konuştuğumuz yerde kalmıyor. Dolaşa dolaşa geliyor her birimize. Hele hakkımda konuştukların bana geldikten sonra hiçbir şey yokmuş gibi, pişmiş kelle gibi sırıtarak yanıma gelmen yok mu? Bana  sırıtırken görünen dişlerin var ya, işte o zaman dişlerinde ölmüş birinin etini yediğini görüyorum. Gülümseme değil sendeki sırıtmadır. Böylece "Takke düşer, kel görünür."

Eğer beni gördüğün zaman hala utanmıyor, aynı mesleği icraya devam ediyorsan ve buna da hala muhabbet diyorsan ne diyeyim: Afiyet olsun. Çoklu yüzünle, maskenle baş başa bırakıyorum seni.

Durumumuz Ömer Hayyam'ın: "

Bir elde kadeh, bir elde Kuran/Bir helaldir işimiz, bir haram." 
Tiplemesine benziyor. Güya namaz da kılıyoruz. Sakındırması lazım bizi dedikodu, gıybet ve diğer kötülüklerden. Temizlemiyorsa eğer suç namazda değil. Demek ki namazın da tam hakkını vermiyoruz. O zaman ya namazı bırakalım, ya da çekiştirmeyi. Hiç olmazsa namaz için ayırdığımız vakti doya doya 'muhabbet'te kullanalım. Namaz için de boşuna eğilip kalkmayalım. Yok olmaz diyorsak o zaman adam gibi namazımızı kılalım. Bunun tedavisi bu...

Bir kardeşin olarak Allah seni de affetsin, beni de. Bu hastalıktan seni de kurtarsın beni de... Olmaz olsun böyle "Muhabbet!" 08/07/2016


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde