4 Haziran 2016 Cumartesi

Ramazanlık fıkralar-2

“Senin rızkınla orucumu açıyorum”

Ateist biri  bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş 'Evrim ne güzellikler yaratıyor’ diye düşünüp mest oluyormuş, birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış.

Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışında ayının arkasında olduğunu fark ediyormuş. Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki bir dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış, tam vurmaya hazırlanırken adam "Allah’ım!” diye bağırmış. Bir anda zaman durmuş ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş, orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık hüzmesi adamın üzerine parlamış. Çok derinden gelen ilahi bir ses adama: 
"Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?" demiş. 
Adam utanç içinde: Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık, ama belki ayıyı dindar  yapabilir misin." demiş 
SES: “Peki" diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş. Nehir tekrar akmaya baslamış  herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, iki pençesini de göge doğru çevirmiş, ve konuşmaya başlamış:
"Allah’ım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamd olsun bana verdiğin nimetlere... 
***
“Sen ne işe yaradın?”

Bektaşi ile hacı, Osmanlı zamanında ramazanda içki içerken yakalanırlar. Kadı yaptıklarının cezasının ne olduğunu bilip bilmediklerini sorar bunlara.
Hacı af diler şeytana uyduk kadı efendi der ve hacıya idam cezası verir. Bektaşi’ye sıra gelir ve der ki: “Ben Kadı efendi ben gayri-müslimim, bana oruç farz değil” der. Kadı Bektaşi’yi serbest bırakır. Bektaşi kadıya sorar kadı efendi ben de şehadet  getirsem de müslüman olsam arkadaşımı da bağışlar mısın? Kadı efendi düşünür gavuru müslüman yapmanın ona sağlayacağı sevabı hesap eder ve hacıyı da affeder.

Kadının huzurundan ayrıldıktan sonra hacı şaşırarak Bektaşi’ye sorar: “Sen ne biçim adamsın be! Bir dinli oluyon bir dinsiz, sende iman yok mu bire münafık” deyip azarlar. Bektaşi: ”Gavur oldum kendimi , Müslüman oldum seni kurtardım. Peki sen ne işe yaradın?”

"Dininin kıymetini bil!"**



Uzun Ramazan günleri geldi, gidiyor bile. Her 30 yılda bir misafirimiz olur. 17 saatten fazla oruçlu olduk. Zor olmaya zor oldu ama imtihan bu. Üstesinden geldik evelallah. İbadetle geçirdik ve geçiriyoruz bu manevi iklimi. Biraz gülmeye, gülerken de düşünmeye ne dersiniz… O zaman buyurun:
***
Böylesi uzun yaz dönemlerinde oruç tutan yaşlı bir amca yatar kalkar, uyur, uyanır bakar Güneş hala tepede. Bir türlü akşamı yapamaz. Açlık ve susuzluk da canına tak etmiş anlaşılan.  Oyalanıp vakit geçirmek ister. Biner arabasına şehrin yakınındaki bir baraja doğru aracıyla giderken  bir de ne görsün; birisi ağacın altına oturmuş, nevalesini çıkarmış yemek yiyor. Varır adamın yanına: “Güpegündüz yiyorsun, oruç da tutmuyorsun, sen ne biçim Müslümansın, utanmıyor musun” diye adama çıkışır. Adam: “Arkadaş, ben Hristiyanım” deyince bizim yaşlı amca: “Hristiyan mısın, öyle mi? O zaman dininin kıymetini bil” der ve ayrılır oradan.

Kahta’da görev yaparken anlattığım bu  fıkraya Biyoloji Öğretmeni bir arkadaşımız katıla katıla gülmüştü. Her yerde bu fıkrayı anlatır, herkesten fazla yine kendisi gülerdi. Bir gün yanıma geldi. Arkadaş! Akşam TV’de  bir hocayı dinledim, yanına da birkaç kişi almış, durmadan fetvalar veriyor: Başörtüsü Kur’an’da farz değil, gerçek yaşam sizin ki…diye başladı. Adamı can kulağıyla dinledim. Onun anlattığı din çok kolay bir din. Çünkü o yok, bu yok diyor, hiçbir sorumluluğu yok bu anlattığı dinin. Ne var böyle dini yaşamaya dedim ve senin geçen gün anlattığın fıkra aklıma geldi. Eğer bu hocayı görürsem ona önce bu fıkrayı anlatıp sonra da  ardından “Oğlum …! Dininin kıymetini bil” diyeceğim dedi.

Bu fıkrayı 2000'li yıllarda anlatmıştım. O zamandan bu zamana o hocaya arkadaşımız “Dininin kıymetini bil dedi mi bilmem. Eğer demediyse adı geçen hoca vefat etti artık. Ne o, başörtüsü farz değil diyebilir. Ne de bizim ki fıkrasını anlatabilir.
***
Orucun uzun tutulduğu yıllar yine. Teknolojinin çok gelişmediği eski dönemlerde Erzurum’da hocanın Ramazan başladı anonsuyla birlikte vatandaşlar oruca başlar. Yaşlı bir teyze de katılır bu kervana. Ramazan’ın son günleri teyze evin damına oturmuş, kendince bir tekerleme tutturmuş Ramazan’a veda ediyor: “Ey Şehri Ramazan, ne zaman geldin, nere gidiyorsun? Elveda ey şehri Ramazan…” şeklinde dönüp dönüp söylüyor. Teyzenin muzip bir gelini varmış. Kayınvalidesine şaka yapmak ister: Anne, anne! İmam orucu erken başlatmış, daha 10 gün daha tutulması gerekiyormuş, haberin olsun” der. Teyze: “Gidinin imamı, niye yanlış başlatmış, ben bu yaşlı halimle nasıl tutacağım o kadar orucu” diye hocaya kızmaya başlamış.

Yazımı geçen senenin Ramazan bayramı arifesinde Gökhan ÖZCAN’ın Yenişafak’ta yazdığı ‘Geçmiş olanın arifesinde” başlıklı yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum: "Şimdi sonuna geldik; “Giderken bize bir şey bırakıyor mu?” Bol bol iftar ettik, inşallah bol bol oruç da tutabilmişizdir...


Ne hissettiğimizi samimiyetle soralım kendimize; oruç günlerinin sona ermesi içimize bir burukluk mu bırakıyor, yoksa bir yükten kurtulmuş olmanın sevincini mi? İlkiyse rahmet ayının bizler için bir 'imkan' olduğunun farkına varmış, ikinciyse 'müşkilat'tan bir şey olarak görüp geçmişiz demektir. Dillerimiz pervasız, ilkini söylemeye çok daha hevesli! Peki gönüllerimiz ne diyor bu işe? İnsan sevdiğinin hizmetine mecbur olduğu için mi koşar?..." 04/06/2016
** 27/06/2016 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Birileri Kıyameti koparmaya çalışıyor *

Yusuf peygamber: "Nefsim bana kötülüğü emrediyor" demişti biliyorsunuz. Nefsin istekleri bitmez, bizi kötülüklere sürükler de sürükler. Yaptığımız kötü işlerimiz için öz eleştiri yaparken genelde nefsime hakim olamadım deriz. Hasılı hayat nefisle mücadeleden ibarettir.

İbadetler nefsin kötülüklerinin önüne geçmek, onunla mücadele etmek için emredilmiştir. Hangi ibadeti ele alırsak alalım, hepsi nefse ağır gelenlerdir. Oruç da bunlardan biridir. Belki de nefse en ağır geleni. Her 30 yılda bir yaz dönemlerinde oruç tutarız. İşte bu sene  6 Haziran da başladık bu ibadete. 17 saati geçecek imsak halimiz. Kolay mı? Zor elbet. Kolayı herkes yapar. Asıl olan zoru başarmaktır. Rabbim başaranlardan eylesin.

Millet olarak bazı ibadetlerini aksatsak da yediden yetmişe hazırlanırız bu ibadete. Hele çocuklarımızda sahura kalkıp oruç tutacağım sevinci ve beklentisi görülmeye değer gerçekten. Küçüklüğümüzdeki bu içtenliğin, umudun büyüyünce de devam etmesi temennisiyle Rabbim sabırlar versin bu uzun günlerde, özellikle şeker hastalarına.

Halkımız, daha kolay olmasına rağmen namazdan daha fazla önem verir bu ibadete. Üstelik riyası da yoktur. Namazda gözü yoktur belki ama orucu es geçmez. Oruç tutmayan da oruçlu gibi görünür, dışarıda yemez içmez. Evet bir zamanlar böyleydi. Hatta hiç dini duyarlılığı olmayan bile Ramazanda olmaz diye lokantasını açmaz, açan da iftara doğru açar, iftar hazırlığını yapardı. Gazinosuna: "Ramazanda kapalıyız" yazardı. Sanatçılar ramazanları tatil olarak geçirirlerdi. Hasta bile olsa halkın görebileceği yerlerde yiyip içmezdi. Açık lokantalar genelde otogar, hastane civarlarında olurdu. Özel halleri olan kızlarımız, annelerimiz mutfakta gizli gizli yer, çocuğundan saklardı yemesini, içmesini. Kahta'da çalışırken demircilik yapan Hristiyan esnaflar vardı. Ramazan gelince gündüz yeme içme işlerini gizli yaparlardı. Doğru ya da yanlış, bir duyarlılık vardı ülkemin insanında bir zamanlar. Müslüman’ında da vardı bu duyarlılık, Hristiyan’ında da.

Son yıllarda Konya gibi mütedeyyin bilinen şehirler de bile duyarlılıklar azalmaya başladı maalesef. Çarşıya çıkıldığı zaman aleni yiyenleri çokça görebiliyoruz artık. Eskiden oruç tutmaya bahaneler buluyorduk, şimdilerde tutmamaya bahaneler arıyoruz. İsteyen tutar, isteyen tutmaz, adam ister inanır, ister inanmaz, orucun önemini bilir ya da bilmez ama bir duyarlılık vardı eskiden. "Allah'tan korkmuyorsan, bari kulundan utan" anlayışı hakimdi, Şimdi, "Allah'ın bildiğini kulundan niye saklayayım" noktasına geldik.

Kimsenin tuttuğu orucunda, yediği yemeğinde gözüm yok, tutmayanları da ayıplamıyorum, herkes kendi azığını doldurur. Fakat bizde yine bir atasözümüz var: "Biri yer, biri bakar. Kıyamet işte ondan kopar" diye.  Oruç tutma ama yeme ve içmeyi aleni yapma. Kimsenin kıyameti koparmaya hakkı yok. Bu davranışımızla kıyametin kopmasını hızlandırıyoruz gibi geliyor bana. Hepimiz öğrencilik yaptık bir zamanlar. Teneffüste kantinden aldığımızı yiyemeden öğretmen zili çalınca koşa koşa gelir, yiyeceği ya sıranın altına koyar, ya da öğretmenden izin alır, dışarıda yer gelirdik. Çünkü arkadaşlarımız bakarken rahat yiyemezdik, utanırdık.

Anadolu'nun dokusunda bu vardı bir zamanlar. Güzel bir doku, güzel bir hassasiyet. Ye, iç. Bari biraz ötede yap bu işi. Bu sosyal dokumuzu bozmayalım ne olur? İyi Ramazanlar! 04/06/2016

* 11.06.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.


Almanya gözündeki merteğe baksın...*

Anadolu’nun yurt edinilmesinde Rumlar’a karşı Selçuklular’ın yanında yer alan Ermeniler’e,  Osmanlı’da  “Milleti Sadıka” denmiştir. Hiçbiri, en güçlü dönemlerin de bile Ermenileri yok etme yoluna gitmemiştir. 1915 savaş ortamında dış devletlerin kışkırtmasıyla birlikte içeriden hançerlenmeye çalışılan bir millet olsa olsa kendini korumaya çalışmıştır, yedi düvel ile savaştığı bir ortamda.

Ermeni diasporasının lobi faaliyetleri sonucu her yıl bir iki ülkenin parlamentosunda sözde soykırım yasa tasarısı görüşülür ve yapılan oylamada 1915 yılında Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı kabul edilir oldu. Şu ana kadar yirmiyi aşkın ülkenin meclisinde bu sözde yasa tasarısı yasalaştı. En son Almanya meclisinin tasarıyı oylamasıyla beraber bu konu tekrar gündemimize geldi.

Geçen sene başka ülkelere kızdık, şimdi de Almanya'ya kızıyoruz. Hani I.Dünya Savaşına yanında müttefik olarak girdiğimiz, dost diye bildiğimiz ve birlikte savaştığımız ülke.  Bizde bir atasözü var: "Domuzdan post, gavurdan dost olmaz" diye. Gelinen noktada Almanya'nın dostluğunu tekrar görmüş olduk. Bu gidişle bu diaspora, her yıl yaptığı lobicilik faaliyetleri sayesinde bir iki ülkenin parlamentosunda bu tasarının gündeme gelmesini sağlayacak. Sonunda tüm dünya bizi mahkum edecek.

100 yıl önce bir  ülkenin yediden yetmişe topyekûn savaştığı bir ortamda meydana gelen olayların hesabı masaya yatırılıyor anlayacağınız. Soykırım oldu mu, olmadı mı bilmem. Ama niye girdiğimizi bugün dahi anlayamadığım, kobay olarak kullanıldığımız ve uğruna bir cihan devletini kaybettiğimiz ve küllerinden 50'den fazla devletin kurulduğu bir savaş ortamında her şey olabilir. Millet üç beyinsizin hayalleri sonucu var olma mücadelesi vermiştir. Ölmüştür, öldürmüştür. Savaş bu. Mesele tarihçilere de bırakılmıyor, her yıl siyaseten ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor. Dünya ölçeğinde özellikle meclislerin almış olduğu bu kararlar hep siyasi kararlardır. Menfaat ilişkisine dayanır. Burada haklılığa bakılmaz. 

1913-1923 yılları arasında bu millet 4 milyon km2 den fazla toprak kaybetmiş ve bugün bu ülke  783,6 km2’ye hapsedilmiştir. Aslında esas mesele, dün tamamen alamadıkları bu toprakları yine Ermenileri üzerimize salmak suretiyle bizi içeride boğmaya çalışmak ve düştüğü yerden aslanın ayağa kalkmasını engellemektir. Güney Doğu bölgemizdeki terör de bu mücadeleden bağımsız değildir. 80 öncesi biliyorsunuz bir örgüt var idi, şimdilerde duyulmayan: ASALA. 1975-1985 yılları arasında Türkiye’nin büyükelçiliklerine saldıran ve sefirlerini öldüren bir terör örgütü. PKK’nın ortaya çıkmasıyla birlikte bugünlerde adı  sanı duyulmayan bir örgüt. Bugün bir taraftan Güney Doğu’da bizi içeride oyalamaya çalışırlarken dışarıda da lobi faaliyetleriyle dünya gündeminde Türkiye’yi mahkum etmeye çalışıyorlar... Anlayacağımız soykırım iddialarıyla bizi hep savunmada bırakmak istiyorlar. Haklarını yememek lazım. Gerçekten iyi lobi faaliyeti yürütüyorlar. Çünkü en iyi savunma saldırıdır.

Biz tasarıyı geçiren ülkelere kızıyoruz, tasarının kabul edilmesi için faaliyette bulunan diasporaya kızıyoruz, eyvallah. Şimdi de tasarıya el kaldıran 11 Türk uyrukluya kızıyoruz. Bu gidişle kızmadığımız kimse kalmayacak. Daha biz haklılığımızı kendi soydaşımıza anlatamamışız, kime ne diyeceğiz? Hani bizim bizden başka dostumuz yoktu? Bilelim ki, kızgın sirke küpüne zarar verir. Millet olarak soğukkanlı olmamızda fayda vardır. Gücün nispetinde değerin vardır dış ülkeler yanında. Devletlerarası ilişkiler menfaat ilişkisi üzerine yürür. Devlet iyi bir diplomasi yürütmelidir. Dışarılarda lobicilik yapan, kamuoyu oluşturacak ülkesini seven, dünyaya açılmış neferlere ihtiyacımız var. Başkası alttan alta yıllar yılı adam adama markaj lobicilik faaliyeti yürütürken biz, yasa tasarıları meclislere geldiği zaman harekete geçiyoruz. Kusura bakmayın “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye.

ABD, Almanya gibi sömürgeci gelişmiş devletler bir ulusun yok edilmesi konusunda samimiyse gelin herkes eteğindeki taşları döksün: Biz Ermenilere yaptığımızın hesabını, Ermeniler de bize yaptıklarının hesabını versin, Onlar Kızılderelilere, Yahudilere yaptıklarının hesabını versin… Bıraksınlar 100 yıl öncesi olanlara da bugün Irak’ta, Suriye’de olanlara el koysunlar. İlk önce kendi gözlerindeki merteğe baksınlar... Biz geçmişi tarihe gömdük, çöpe attık. Çöpü karıştıran kedi ve köpektir.  03/06/2016
* 08.06.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.



3 Haziran 2016 Cuma

Bencil adam

Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan kişi demektir TDK sözlüğüne göre bencil.

Ben merkezlidir, başkasını düşünmez. Kendi işinin olduğuna bakar. Bir başkası için kılını kıpırdatmaz. Kendisini alemin akıllısı kabul eder. Diğerkamlık yoktur lügatinde… Rahatına düşkündür. Dünyayı kendisinden ibaret sanır. Merkezine de kendisini koyar. Her gittiği yerde, her ortamda kendi işinin olmasına bakar. Aşıktır kendisine, aklına, zekasına.

Belirtileri nedir derseniz, saymakla bitmez ama bazı örnekler verelim:
* Gelir otobüs durağına aracını park eder. Trafik aksayacakmış, kilitlenecekmiş asla düşünmez. Aracını uygun yere park edip iki adım yürümez. İki şeritli yolun biri bu tür araçlarla işgal altında olur. Otobüs gelince de yolcu almak ve indirmek için geriye kalan tek şeridi kullanır. Diğer araçlar arka tarafta sıralanır durur. Yolun açılmasını bekler. O ise, aracının içinde ya da karşı mağaza da keyif çatar. Dünyaya kapalıdır o anda. Sadece kulağını açık tutar. Olur ya polis gelir de anons ederse aracının başına gitmek için.
* Şehir içi dolmuşçuluk yapar. Kesinlikle kendisine ayrılan dolmuş durağında durmaz. Her el kaldırana, her ineceğim diyene  durur, trafiği tehlikeye atacağım demeden.  Aniden durur, önüne geçmeye çalışır, gerekirse 'S' çizer. Yeter ki bir yol bulabilsin. Belediye otobüslerinin önünde durur, durağına yanaşmasının önüne geçer. Koca otobüs onun ardında onun yolcuyu alıp kalkmasını bekler. 60-70 saniye araçlar kırmızı ışıkta bekler. Yeşil ile birlikte harekete geçer, çünkü 10 saniyelik bir süresi vardır. Ne mümkün efendim! En önden kalkan dolmuş, ışığı geçer geçmez gider sağda durur, diğer araçların geçişini de engeller. Arkada bekleyenler çatlasın. Çünkü onun bütün derdi kendisini tercih eden bir yolcuyu kapmak, indireceği yolcuyu istediği yerde indirmek.
* Bir müşteri ulaşım aracı olarak dolmuşu mu seçti. İstediği yerde inecek bir defa. Az önce biri inecek var der, iner. Daha dolmuş kalkar kalkmaz, bu da inecek var diye seslenir. Önceki yolcuyla aynı yerde inse olmaz. Çünkü iki adım yürümüş olur. Ayrıca para verdi çünkü.
* Araç trafiğinin yoğun olduğu yolların sağ taraflarına park eder. Hem de durmak ve park etmek yasak levhasına rağmen. Yolun sağı işgal edildiğinden tüm araçlar hep sol şeridi kullanır, değilse yoluna devam edemez zaten.
* Bir yerde kuyruk ya da sıra mı var. Kim bekleyecek o kuyruğu. Hemen araya girmeye çalışır, giremese ön sıralarda bir tanıdığı vardır, işini ona yaptırtır.
* Bir hastanede muayene mi olması gerekir, mutlaka bir tanıdığını devreye koyar, çünkü beklemeye tahammülü olamaz, mutlaka araya kaynak yapması gerekir. Zira sıra beklemek boş ve kimsesi olmayan insanların işidir.
* Bir yerde trafik sıkıştı mı asla yol vermez. Çünkü lügatinde centilmenlik yoktur.
*kazara bir yerde beklemek zorunda mı kaldı, gözü önlerde kaynak yapanlardadır. Çünkü zaman zaman kendisinin yaptığı bir şeydir. Biri girmeye kalkarsa bu hemen arkadan seslenir, "Hop hemşerim, biz burada niye bekliyoruz" diye

Alın size bir kaç tane bencil insanda olan özellikler. Öyle zannediyorum sizin de hemen söyleyebileceğiniz örnekler aklınıza gelmiştir...



Düşman çatlatan eğitimci dayanışması

Konya’da bir lisenin kantincisi, çalıştığı okula çocuğunu da getirir. Kantinde sıkılan çocuk bir müddet sonra okulun bütün odalarına girip çıkmaya başlar. Açık gördüğü müdür yardımcısı odasına da girer. Odadaki dolapla oynayan çocuk bir zoru başarır, dolabı üstüne düşürür ve hastaneye kaldırılır. Muayenesi yapılıp yatışı yapılan çocuğa polis tutanak tutar.

Okul müdürü ne yapacağını şaşırır, yardım ve destekleri için bir telefon kadar yakın olan amiri ilçe milli eğitim müdürünü arar. Durumu izah eder.

İlçe Milli Eğitim Müdürü: “Hocam, tutanağı gönder de biz de bir soruşturma açalım” der.

Gördüğünüz mü bizdeki dayanışmayı… Buna, düşman çatlatan eğitimci dayanışması denir. Eğer bilmiyorsanız öğrenin. Bu iyiliğimi de unutmayın. 03/06/2016

Elveda Kaşınhanı!

Konya'dan, doğup büyüdüğüm Güneysınır'a giderken 25.km'de köprünün üzerinden tepeden temaşa edip geçerdim bu beldeyi. Oraya vardım mı kendimi İlçeme bir adım daha yaklaşmış, İlçemden Konya'ya gelirken de Orayı görünce kendimi şehre girmiş bilirdim. Şehirler arası yolun ve  rayların ikiye böldüğü, kendisi küçük fakat ülkeye kattığı katma değeriyle büyük, bir yerleşim yeri. Eski bir belde, şimdilerde Meram ilçesine bağlı Büyükşehir sınırları içerisine alınmış bir mahalle.

Bozkır ve  Hadim'in ekmeğini taştan çıkartan insanlarının  Göçmenlerle kaynaşarak mesken edindiği; toprağı bereketli, insanları çalışkan bir yer. Türkiye'nin bir mozaiği: Zengini zengin, fakiri fakir. İmkanları iyi olan birkaç kişiyle konuştuğumda kimi ırgat olarak gelmiş, kimi birkaç dönümle başlamış ziraata zamanında.  Satın alma gücü olan satın almış, ya da tarla kiralamış... Bugün geldikleri noktada birçoğu işveren olmuş, insanlara iş verir duruma gelmişler. Sabahın erken saatlerinde başlayan hummalı çalışmaları, geç vakitlere kadar devam ediyor... 

Öğretmenliğe başladığım 1991 yılından itibaren sırasıyla 1.Karatay Kemerli Kolça İlkokulu, 2.Nizip İHL, 3.Kahta İHL,  4.Kahta And. Lisesi, 5.Seyhan İSÖ And. Lisesi, 6.Sarayönü And. Lisesi, 7.Meram Çomaklı Talip Kahraman İÖO, 8.Karatay Mehmet-Hanife Yapıcı And. Lisesi ve 9.Selçuklu Şemsi Tebrizi  İHL'de... kiminde uzun süre kiminde teşehhüt miktarı çalıştıktan sonra memleketime giderken yukarıdan bakarak geçip gittiğim yerleşim yeri olan Kaşınhanı ile 10.tercihim olarak yollarım kesişti. 10.köy olarak Kaşınhanı İHO 'da göreve başladım.. Hani şu havucuyla meşhur yerle... Çay ocağında yeni tanıştığım biri, çalıştığım yeri sormuştu da. Ben 'Kaşınhanı' deyince:  "Çok mu kaşındın oraya gitmek için demişti sonradan meslektaşım olduğunu öğrendiğim kişi.

1.5 yıl kaldım aralarında. Bu kadar az bir sürede belki bir şey veremedim Kaşınhanı'na. Kaşındığımı öğrenmemle birlikte başka şeyler de öğrendim. Her şeyden önce 45 dakika süren otobüs yolculuğunu değerlendirmeyi öğrendim. Gelirken- giderken 400 kadar  yazı yazdım cep telefonum vasıtasıyla. Yolculuğun ne zaman bittiğini bile anlayamadım. Belki de geçmişte fazla havuç yemediğimden gözlerim bozulmuştu... Konya merkezde iken çevremde dönen başı şeyleri görememişim, Kaşınhanı'nın havucunu yeyince gözlerimin feri geldi. Keşke bu havuçtan daha önce bol bol yeseymişim. Çünkü uzaktan Konya'yı seyredince bazı şeyleri daha iyi anlamaya, görmeye başladım. Eli açık ve cömert insanlarını tanıdım; parasıyla, aracıyla seferber olan. Anneler yaptığımız kermeslerimize yaptıkları enfes yiyecekleriyle katkıda bulundular. Tanışmadığımız insanlar yesinler diye öğretmenler odasına havuç, lahana, turp bırakıp gittiler, hem de çuval çuval. Gelen misafirimiz oldu mu? Çocuklar havuç bulabilir miyiz der demez aynı anda onlarca öğrencinin: "Hemen hocam " deyip sağa sola dağılmak için harekete geçtiğini gördüm. Ziyaretimize gelen eş-dosta çuval çuval havuç ikram ettik hediye olarak. Ne diyeyim Allah bol kazanç versin bu elleri nasır tutmuş sahavet ehli insanlara. 

Anne-babalardaki  bu çalışma azminin, çok sevdiğim ama sevgimi belli etmediğim öğrencilerime biraz daha sirayet etmesini istiyorum. Ölüleri bakın: 2015-2016 TEOG sınavında ne yapmış bir görelim:

2015-2016 ÖĞRETİM YILI TEOG-1 SONUÇLARI
İLÇE
OKUL ADI
OKUL TÜRÜ 
VE SAYISI
TÜRKÇE
MAT.
FEN
TC.
İNG.
DİN
İLÇE ORTALAMASI
62,46
45,29
59,77
60,83
56,12
76,17
MERAM
KAŞINHANI
 ATATÜRK ORTAOKULU
ORTAOKUL
 VE İHO
60,13
36,50
60,13
61,75
50,38
78,88
  RESMİ OKUL SAYISI
51
13.
24.
12.
8.
17.
9
2015-2016 ÖĞRETİM YILI TEOG-2  SONUÇLARI
İLÇE
OKUL ADI
OKUL TÜRÜ 
VE SAYISI
TÜRKÇE
MAT.
FEN
TC.
İNG.
DİN
İLÇE ORTALAMASI
58,59
41,34
55,36
61,00
54,26
78,03
MERAM
KAŞINHANI
 ATATÜRK ORTAOKULU
ORTAOKUL
 VE İHO
63,21
39,23
60,51
71,28
54,08
82,31
  RESMİ OKUL SAYISI
51
11.
16.
8.
6.
15.
9.


Yeşil renk ile boyanmış yerler ilçe ortalamasının üstünde.  Tebrikler… Keratalar! Öğretmenlerini biraz daha iyi dinleseler bu iş mutlaka daha iyi olacaktı. Buna canı gönülden inanıyorum. Matematik ve İngilizce kadrolu öğretmenimiz yok. Bu derslerde sık sık öğretmen değişikliği olması sebebiyle     -listeye bakıldığı- zaman öğrencilerimize olumsuz katkı yaptığı görülecektir.  Öğretmen sirkülasyonu oldukça fazla. Biraz daha gayret gösterseler çok daha iyi puan alabileceklerdi öğrencilerimiz. Yeter ki kendilerine güvensinler. Burada ayrıca 40 İHO okulu içerisinde yapılan ezbere hadis yarışmasında il ikincisi olarak 1500,00 lira ödülü alan öğrencimizi de tebrik ediyorum…     
                 
Gelen öğretmen ve idareci en azından öğrencileri mezun edinceye kadar dursa inanıyorum ki çok zeki olan bu çocuklar kendilerindeki yetenekleri göstereceklerdir. Maalesef ben de duramadım, ayrılıyorum aralarından. Benim ki buruk bir ayrılık. Kısa süre de olsa ısınmıştım ekmeğini yediğim yere. Öğretmeninden, öğrencisine, personelinden velisine varıncaya kadar bir aile olmuştuk kısa zaman zarfında.

13 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra memlekete gelmek için başvurduğum müdürlüğüm de 11 yıl sürdü. Bu kadar yıl nasıl sürdürdüm bilmiyorum. Çünkü bana ve kişiliğime yabancı, iğreti idi yöneticilik. Sırtımdaki yumurta küfesini atarak kendi isteğimle tekrar  öğretmenliğe dönüyorum hayırlısıyla, koltuğa iyice yapışmadan...

Kaşınarak geldiğim bu yerde teşehhüt miktarı durarak elimden gelen gayreti göstermeye çalıştım. Yediğim, içtiğim, oturup kalktığım, dertlerini/mi paylaştığım herkesten pozitif bir enerji alarak gidiyorum.  Kubbede kalan hoş bir sada idi her biri. Bundan sonra doğup büyüdüğüm yere gelip giderken yine mahallenin ortasından, tepesindeki köprüsünden geçeceğim, ama tepeden bakmayacağım artık... Öğretmeni, öğrencisi, velisi ve halkı, kalın sağlıcakla. Hakkınızı helal edin Sürç-i lisan etmişsem affola... 

Yeni yerim: Mehmet Beğen Ortaokulu, görevim: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği...

Meraklısına not: İncindim, kırgınım. Kime mi ? Dağa. Gönül koydum ben ona. Ama onun haberi yok zaten. Kalbi ve vicdanı da yok maalesef. Çünkü o dağlar olmuş koca bir kaya. "Al sana bir kaya, nereye dayarsan daya."  İyice taşlaşmış olsa da  ben şimdilik iyi niyetli olduğunu bildiğim fakat şımaran dağımı uzaktan seveceğim... Dağlar hep zirvede olur biliyorum. Hep zirvede olması sebebiyle aşağıdakilere tepeden bakmamasında, mütevazı olmasında, gönüllere köprü olmasında, gönülleri fethetmesinde  fayda vardır. Büyüklüğü onu şımarıklığa itmemesi lazım. Çokluğuyla övünüp böbürlenmemesi gerek. Tevazu ona daha çok yakışır. Çünkü bu ülkenin ve yeryüzünün denge unsurudur dağlar. Denge demek orta yol demektir…  03/06/2016