25 Nisan 2016 Pazartesi

Ne gölgen ne de ihsanın... Bugün sana, seni anlatacağım yine!

Değerli  İlçe MEM, ortaokullar ve İHO whatsapp grubu üyeleri!

Paylaşımlarınızı depolamak için telefonumun 16 GB  belleği dolduktan sonra 35 TL vererek aldığım 32 GB hafıza da mermi gibi gelen paylaşımlarınıza dayanamadı. O da doldu.

Çalışma hızınıza teknolojinin yetişmesi mümkün değil. Sizdeki bu hizmet aşkına hangi bellek dayanabilir ki. Sizin çalışmanıza benim hayallerim bile yetişemiyor.

Telefonumun öbür dünyada benden şikayetçi olmaması için  bundan sonra gelen paylaşımlarınızı ve önceki gönderdiğiniz etkinlik görüntülerini sileceğim. İnşaallah yanlışlıkla isminizi silmem. Hazine değerindeki paylaşımlarınızı silince zaman zaman bakıp duygulanamayacağım ama ne yaparsınız.

Bize protokol kurallarını anlatırken sabah 09.00'dan önce  ve akşam 18.00'den sonra resmi görüşme için telefonla aranılmaz denirdi. Onlardan mı öğreneceğiz bu nezaket kurallarını. Onlar sizi kıskanıyor. Bir defa sizin mesainiz paylaşımlarınızı göndermeye yetmiyor. Hele sabahın 07.00'sinde başlayan paylaşım bombardımanınız  gece 00.00'a kadar devam ediyor. Bu mesai tanımaz inatçı ve azimli tavrınız  gözlerimi yaşartıyor. Bu zorunlu birlikteliğimiz çok diş dökeceğe benziyor ama benim dişlerim ve sizi kıskananlar çatlasın, patlasın.

Bu yetenek sizde olduktan sonra nereye gitseniz iş bulursunuz. Çünkü hiç bir gazeteci, hiçbir paparazzi muhabiri sizin çektiğiniz kadar foto çekip gönderemez. Hangi kapıyı çalsanız sizi havada kaparlar. Mevcut pozisyonunuzla çok değerinizin bilindiği kanaatinde değilim.

Hayat boyu devam edecek bu foto çekip gönderme sizi yorduğunun farkındayım. Amirlerinizden birini görürsem sizin whatsapp paylaşımlarınızı gönderecek birer sekreter görevlendirmesini isteyeceğim.

Siz bize lazımsınız. Ne olur kendinizi çok yormayın. Allah rızası için yormayın. İyi ki varsınız.

Nacizane ben de sizden bir şey isteyebilir miyim? Size hiçbir  katkı sağlayamayan bu faniyi grubunuzdan çıkarmaları için bir girişimde bulunsanız da eğitim sisteminiz kurtulsa. Siz yolunuza gitseniz ben de yoluma gitsem daha iyi olmaz mı 25.04.2016

İnsanlığın sınıfta kaldığı yerdeydim *



20-24 Nisan tarihleri arasında bir vesileyle Bodrum ilçemizde bulundum. Bize mihmandarlık yapan otel  görevlisi Ferhat bizi sahile götürdü. Masmavi denizin ötesindeki adaları göstermeye başladı: “Şu adalar bizim, şu ileride gördükleriniz Yunanistan’ın. Mülteciler genelde karşıya geçmeye çalışırlar. Mülteci gördü mü Yunanlılar hemen ateş ediyor. Bizimkiler de kurtarmaya çalışıyor. Çok botlar battı buralarda… Bir zamanlar bizimmiş oralar. Hatta Almanlar 1940’lı yıllarda bize adaları teklif etmişler ama bizimkiler ‘Ne alırız ne de veririz’ demişler... Şu gördüğünüz ve yerleşim olan yer ise 12 Adalardan Kos Adası, yani İstanköy Adası. Hani geçen yıl cesedi kıyıya vuran çocuk cesedi, işte bu İstanköy Adasından botla gelen gelenler içinden ve ceset işte şurada bulundu” dedi…

Bizim o zaman ki hükümet böyle bir şey dedi mi demedi mi bilinmez. Haberin doğru sonucuna zaten varılmaz. Çünkü sanal aleme bile baksanız, dediydi demediydi haberlerine ulaşmanız mümkün. Her şeyimiz karanlık olduğu gibi bu konu da karanlık. Neyse konumuz bu değil zaten. Gidip görenleriniz bilir. Adalar burnumuzun dibinde gerçekten. 12 Adalara haydi yerinize marş marş dense özellikle İstanköy Adası koşarak bize gelir.

Cesedi kıyıya vuran çocuk deyince içim cız etti. Hemen sahilde yüzüstü yatan küçük bebeğin ölmüş bedeni gözümün önüne geldi geldi  gitti. Çok da vakit geçmemişti aslında. Ama olayın geçtiği yeri unutmuşum. Ne de çabuk unutmuşum. Çok değil, tarihler 02.09.2015' i gösterdiğinde  umuda yolculuk yapmak için kaçak yolla yurt dışına gitmeye  çalışan Suriyeli mültecilerin haberi vardı gazetelerde:  "Kıyıya vuran Suriyeli çocuk dünya gündemine oturdu. Bodrum'dan Kos'a botla gitmeye çalışan 3 yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni dünya gündemini sarstı” şeklinde… Bu haberi okur okumaz yüreğim dağlanmış ve konu ile ilgili duygu ve düşüncelerimi aynı gün blogspotumda değerlendirmiştim. Yazıma bir göz attım. Hiç Bodrum’dan bahsetmemişim. Zaten benim için de yer, bölge önemli değildi. Önemli olan içimize sığdıramadığımız bir çocuk cesediydi benim konum. Sizleri, o gün içimi paralayan ve bugün yeniden alevlenen feci olay üzerine 02/09/2015 tarihinde kaleme aldığım yazımla baş başa bırakıyorum:

 O kıyıya vuranlar balık değil maalesef. İnsanlığımızın sınıfta kaldığının, yüz karalığımızın, birbirimizi yediğimizin görüntüsüdür. Ölen insanlığımızdır. Hemcinsimizi diri diri yediğimizin görüntüsüdür. Bu asırda yaşayan bizleri, ardımızdan gelecek nesil –kalırsa- lanetleyecektir.

Topu birbirimize atmayalım. Hepimiz suçluyuz. Yönümüzü dönüp kaçıyoruz içimiz dayanmadı diye. Mahşerin vicdanından nasıl kaçacağız. Bari iz bırakmayalım. Balık niyetine yiyelim. Olur mu demeyin. Zaten İmamı Şafii "Denizden babam çıksa yerim" demedi mi? Hem de kart falan değil, taptaze...

Mübarek "Öyle bir zaman gelecek ki, insan görünümlü, insanlıktan nasibini almamış, hedefine ulaşmak için kıyameti koparmayı bile göze alan, nesli bozan nesil gelecek, birbirlerini diri diri yiyecek. Bunu yapan insan bozmaları ne yapsa yeridir. Evlatlarını da yesinler" diye fetvasını vermiş sanki. Midem bulandı diyenler insanlığın öldüğü yerde mide bulanmasının lafı mı olur. Naz yapma, ye hadi. Afiyet olsun.

Bu asır hemcinslerini yiyen yamyamların asrı olarak tarihe geçecek bilesin.

Sözüm meclisten dışarı. 02/09/2015”  (dilinkemigiyok.blogspot.com.tr)

Hiçbir yerimize özellikle sahillerimize çocuk cesetleri vurmasın. Tertemiz kalsın oralar…

* 27/04/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Kadar Şeffaflık Fazla Değil mi?**

Dijital kameralar, akıllı cep telefonları çıktı. Her şeyimiz şeffaflaştı artık. Ânı yaşar olduk. Her ânımızı kameraya, fotoğraf karesine almaya başladık. Neredeyse dışımız içimize, içimiz de dışımıza çıktı. Her yaptığımız, her yediğimiz telefonlarımızda kayıtlı…

Tüm derdimiz yaşadığımız o ânı ölümsüzleştirmek.  Mahşerde hesaba çekilirken her yaptığımızın ortaya çıkacağına inanır ama bu nasıl olacak demeyi de içimizden geçirirdik. Şimdi hemen hemen herkesin her ânı telefonların objektifinde. Kendimiz kayda alıyoruz. Herhalde öbür dünyada kendi kendimizi kendimiz ele vereceğiz. Ebedi alemde sadece samimiyet testimiz emin elde. Her objektife verdiğimiz pozun samimiyet, niyet açıklaması orada olacak.

Sanal alemi takip ediyorsanız ne demek istediğimi daha iyi ifade etmiş olurum. Sanal alem bugün; dünün magazin, paparazzi görevini görüyor. Üşenmeyip bir bakalım. Bütün yediğimiz içtiğimiz, yaptığımız orada. Ameliyat öncesi bir poz, ameliyat sonrası bir poz, yatakta yatarken bir görüntü, çıkarken bir görüntü. Profilimize de “Kendini mutlu hissediyor, üzgün hissediyor, canı sıkkın hissediyor” şeklinde eklemeler de yapıyoruz. Sanal alemdeki arkadaş grubumuzdan   birkaç tebrik, birkaç geçmiş olsun, bir kaç beğeni ile mutlu olmaya, varlığımızı hissettirmeye çalışıyoruz. Böylesi anlarımızda keşke samimi dostlarımız kapımızı çalsa daha iyi olmaz mı? Her şeyini çekip paylaşan bizler  için bir sıkıntı daha var: Kendi ölüm ânımızı kim çekecek? Oldu olacak bir dost ayarlayalım bari,  o ânımız da gizli kalmasın.

Baharın gelmesi yazın kendisini göstermeye başlamasıyla birlikte yarın mangal partilerini de görmeye başlarız artık. Nedense hiç mahremimiz, kendimize özelimiz kalmadı. Duyarlılık ve hassasiyetlerimizi kaybettik. 90 öncesi kağıt poşetlerimiz vardı; aldıklarımızı, yiyecek ve giyeceklerimizi onun içine koyardık. Kese kağıdı yoksa bile gazetelere sarılırdı. Konu komşu, eş dost görmesin; alan var, alamayan var. Kimsenin hakkı kalmasın düşüncesine sahiptik. Sonraları siyah naylon poşetler çıktı. Kese kağıdının yerini tutmasa da yine bir karartma söz konusuydu. İçi dışını gösteren şeffaf poşetlerimiz hayatımıza girdi. Aldıklarımız görünür oldu. Şeffaf poşetlerle birlikte biz de şeffaflaştık artık. Kazara eş dost göremediyse aynı anda sanal aleme yükleyerek cümle alem görsün diye podyuma çıkıyoruz. Bu konuda o kadar mesafe katettik ki, giydiğimiz pantolonun, gömleğin altında iç çamaşırı olarak ne giydiğimiz bile görünür oldu. Ailecek gittiğimiz pikniklerde bile pişirdiğimiz etler sanal alemde beğeni bekler oldu. Hatta bazıları hızını alamıyor; apartman, balkon dinlemiyor, cümle alem görecek şekilde mangal partisi yapıyor: Ben mutluyum bak, çatla der gibi. Paylaşanların sayısı ne kadar fazla ise beğeni sayısı da epey fazla. Aslında yiyip içtikten sonra piknik yerini ne şekilde bıraktığını paylaşsa daha iyi olurdu. Yediği, içtiği, yaptığı her şeyi paylaşanlar çocuk değil maalesef, koca koca adamlar. Biz büyükler yaparsak böylesini, bugünün küçükleri yarın neler yapar bir düşünelim.

Yaşadığım çağdaki çağdaşım olan insanları anlamakta zorlanıyorum. Neyi ispatlamaya çalışıyorlar anlamıyorum gerçekten. Eskiden “Yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat” denirdi. Şimdi anlatım yok, sadece görsel paylaşım var. Mutlu görünümlü pozların ardında nasıl bir ruh hali var merak ediyorum.

Çektiğimiz her kare için eskiden albümlerimiz vardı kişiye özel. Yeniden o albümlere dönelim. Ya da dijital ortamda özelimizin olduğu bir klasör oluşturalım. Mutlu ve özel günlerimiz yine kendimize özel kalsın. Zaman zaman bakıp anılarımızı tazeleyelim.

Gelin şu sanal alemi birbirimize fayda sağlayacak yararlı bilgilerle dolduralım. Takipçilerimizi kah güldürelim, kah düşündürelim. Her yediğimiz herzeyi cümle aleme afişe etmeyelim. Çok şey istemiyorum. “Kişinin her duyduğunu aktarması ona günah olarak yeter” biliyorsunuz. Sanırım her anı, her kareyi, her yediğimizi paylaşmak da aynı kategoriye girebilir. Çağımızın günahı bu olsa gerek.

Bu yaz Şeytan’ın bacağını kıralım. Yediğimiz, içtiğimiz kendimize has kalsın. Mangalımızın şahitleri bizimle konuşamayan, sır saklayan sessiz doğal ortamlar olsun… Afiyet olsun. 25/04/2016

** 25/04/2016 günü Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Nisan 2016 Pazar

Alaturka mı tercih edersiniz, yoksa alafranga mı?

Tuvalet ihtiyacınızı gidermek için alafranga mı tercih edersiniz, yoksa alaturka mı? Sizin tercihinizi bilmem ama çoğunluğun tercihinin alaturkadan yana olduğunu görüyorum koşuşturma ve bir arayış içerisine girmelerinden.

Otellerin hemen hemen hepsinde wc'lerde hep alafranga tuvalet var. WC'ye girmesiyle çıkması bir oluyor bazılarının. Hayırdır dediğimde "Klozetmiş WC. Ben normal WC arıyorum diyenlerin sayısı az değil. Araya araya bir tane normal WC bulanların sıraya girdiklerini görebilirsiniz. Şayet bulamadıysa normalini, mecburiyetten klozete oturanların derdi büyük tabii halden anlayanlar için.

Bir tanıdığım misafirlikte olduğu bir yerde def-i hacet için WC'ye gider. Hiç oturmadığı ve görmediği bir WC ile karşılaşır. Geri dönse olmaz, eli mahkumdur... Nice sonra gürültüye ev sahibi tuvalete gelir. Bakar ki misafiri uzanmış yatıyor. İşin hikmeti az sonra anlaşılır. Çünkü misafir klozetin üstüne ayağıyla çıkar, bildiği tuvalet oturuşuyla çömelir. Dengesini kaybetmesiyle birlikte kendisini yerde, kafasını duvarda bulur. Misafir hiç ummadığı bir yerde tuvalet zede olur.

Hotel odalarına yerleştirilmiş modern WC'leri anlayabilirim ama umuma açık, herkesin kullandığı helâlarda bu modern tuvalet şekli ne  hijyeniktir, ne kullanışlıdır, ne de ihtiyaçtır. İçeriye girenin ne şekil oturduğunu, ne şekil kullandığını bilemezsin, çıplak vücudunun soğuk seramikle teması sanki kısa süreli bir elektro şok geçirmesine sebebiyet verir insana. Haydi güç-bela ihtiyacını giderdin, bundan sonra da taharet problemi ortaya çıkar. Hasılı bu bize yabancı. Yok hayatımıza girdi deniyorsa tercih hakkı olacak şekilde alternatif de olmalıdır. Abdesthaneye giren hangisinde rahat edecekse onu kullansın. Masraflı olur, külfetli olur, o küçük WC'lere ikisi sığmaz denirse o kadar geniş evler, lüks oteller yapıyoruz rahatımız için. Ömrümüzün 92 gününü geçirdiğimiz bu zaruri ihtiyaç yerinde eziyet üzerine eziyet çekmeyelim.

Klozete Anadolu'da hasta WC'si denir. Çömelemeyen, eğilemeyen, ayaklarını bükemeyen insanımız için zorunlu ihtiyaç böylesi yüz numaralar, sağlam adamlar için değil. Modern kenef yaparak modern olunmaz. İlla olacağız diyorsak başka alanlarda modern ve çağdaş olalım. Bizim anadan babadan görme/kalma yüz numaralarımıza karışılmasın.

WC konusuna girdik, çıkamadık. Bir başka sorun daha var: Bir çok yerde yapılan lavabolar estetik  olmaya estetik, görüntü harika. Kullanınca görürsün ki ihtiyaç için yapılmamış, sanki seyirlik. Bir abdest almayı deneyin, ayağınızı yıkayabilirseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Abdest düşmanı lavabo bunlar. Dizayn edenin, piyasaya sürenin abdest gibi bir derdi olmasa gerek. Neyse konumuz WC idi, değil mi?

Sahi bu WC'lerin hangisi sağlıklı: Alafranga usul mü, yoksa alaturka tarz mı? WC çeşidinin hangisi sağlıklı araştırmaya bile gerek duymadım. Siz ne derseniz deyin; Altıncı hissim bana, anam babam usulü, klasik WC"ler daha sağlıklı dedi bile.

İhtiyacımız olmasa ebediyyen girmeyeceğimiz varlığı bir dert, yokluğu ayrı bir dert ve sıkıntı kaynağı olan bu eza yerlerinde geliştirdiğimiz modern klozet sistemiyle kendi kendimize eziyet etmeyelim. Hele genele açık WC'ler kesinlikle klasik olsun...

Sessiz kaldığınız göre yoksa siz alafranga usulü mü tercih ediyorsunuz?  24/04/2016 Bodrum







22 Nisan 2016 Cuma

Eleştiri ve tenkit yoksunları

Kapalı toplumlar, öz güveni gelişmemiş olanlar, kendi kendine kritik yapmayanlar, kendiyle barışık olmayanlar genelde eleştiriye açık olmaz, asla eleştiriye gelmezler. Bu tiplerde savunma ve saldırı yeteneği müthiş gelişmiştir.

Eleştiri ve tenkit özellikle yapıcı olanı mükemmelliğe götürür: Almasını bilenler için. Kişi kendin biliyorsa Rabbini de bilir zaten. Edep haddini bilmektir. Haddini bilmeyenin elinde tek sermayesi vardır: saldırı. Amerikan büyükelçisi bir dizi ikili görüşme için Rusya'ya gelir. Görüşme sonrası büyükelçiye Rus metrosu gösterilir. " Bu metro belirlenen vakitte gelir. Gecikmez. Olsa olsa en fazla 3 dakika gecikir" açıklaması yapılır. Beklenen tren süresinden 5 dakika sonra gelir. Amerikan Büyükelçisi, "5 dakika gecikti" deyince Rus Büyükelçi, " Ama efendim, siz de Kızılderilileri öldürdünüz" der. Evet Amerikalılar Kızılderilileri öldürdü. Ama konu bu değil. Mesele Rusların kendilerinin reklamlarını yaptıkları trenin gecikmesi olayıdır. Trenin niçin geciktiği inceleneceği yerde misafir büyükelçinin ülkesinin geçmişte yaptığı katliamı söyleyerek saldırıya geçiliyor. Rakibi susturmanın en kolay yolu zaten saldırıdır. Hele bazılarında meslek dayanışması var. Üyelerden biri hakkında bir şey söylesen mesleklerine saldırı addederler, hemen saldırıya geçerler.

Pazarcı esnafı da kendisini eleştirtmez. Çünkü malına güvenmez. Yağlar, boyar; önüne koyar. Sana satmaya çalışır. Bu, olsa olsa aşağılık kompleksi olan insan psikolojisidir. Başka da izahı yoktur. 22.04.2016


Kendisini dev aynasında gören kompleksli kişiler

Bazıları hiç tenkit ve eleştiriye gelmez. Çünkü kendilerini dev aynasında mükemmel olarak görür. Hep övülmeyi ve methedilmeyi ister. Kafalarını kuma  gömen devekuşu gibidir bunlar. Kazara içlerinden birini bir eksikliğinden dolayı eleştirmeye kalksan meslek dayanışması kendini gösterir. Hemen bir savunma ve saldırı refleksi ortaya çıkar.

 Her meslekte mesleğini iyi icra edemeyen kişiler olsa da bunlara anlatamazsın. Beyefendi görünümüyle kazma küreğin arkasındaki sap gibidir bunlar. Nasıl yapıldıysa öyle olur. Ne eğebilirsin ne de kırabilirsin. Ancak insanı kırar, incitir ve üzer. İletişim nedir bilmezler.

Orman Eski Bakanı Mustafa Taşar kendisini kızdıran kişilere "Hala  bıraktığımız yerde otluyorsunuz" demişti.  Bunlar da kazma olarak gelir, kazma olarak giderler. Kendilerini asla yetiştirmezler. Yarım yamalak zekalarıyla başkasını kandırdım sanır. Bilseler ki, ancak kendilerini kandırabilirler.

Zekası ve anlayışı kıt olur. Sen falan şöyle yaptı de. O hemen saldırı var diye hakarete başlar: Senin gibilerine bu bile fazla diye. Kişiliğine saldırır. Zaten çapına bakmadan kendisini dev aynasında görmeye alışmıştır. Çıktığı o yüksek yerden başkasına kızar, hakaret eder, sürekli eleştirir. Böylesinin ne menem bir mahluk olduğunu denemek bedava. İstersen kaşının üstünde gözün var de. İşte gerçek yüzünü o zaman görürsün. Zaten bu tür kazma ve kürek sapından da başkaca bir davranış göremezsin. Hep pohpohlanan tiplerdir ne de olsa. İçindeki aşağılık kompleksini irin olarak akıtır üstüne. Ne büyük bilir, ne de küçük. Haddini de bilmezler. Dedim ya kazma mı kazma. En iyisi uzak durmak. Çünkü ne kazma kazmalığından ne de sap sağlığından vazgeçer. Bu tipler böyle geldi böyle gider. Bunlarla uğraşacağına deveye hendek atlat daha iyi. Mesafe alırsın. Bu tiplere karşı çalıyı dolanmak ve susmak edeplicedir. Yok yola getireceğim dersen pisliğini, kalabalığını sana bulaştırır...

Hiç mi işe yaramaz dersen,   ancak kazmaya, küreğe sap olur diyeceğim ama hiç de haketmediği halde yemini ve suyunu fazla vermekten iyice kalınlaşırlar. Bu sefer sap da olamazlar. Olsa olsa ancak odun olurlar... 22.04.2016

20 Nisan 2016 Çarşamba

Hikmetinden sual olunamayan sözlü mülakatları**

Dünya bir sınav yeridir. Ahiretin tarlasıdır. Dünyaya imtihan için geldik. İmtihan süresi bir ömürle sınırlı. Ömür içerisinde telafi edilirse edilir, edilemezse öbür dünyaya  gideriz. Öteki alemde ise bu dünyada yaptıklarımızın  hesabını veririz..

Hayat bir imtihandır. İmtihan içinde sınav yani. Okumak istiyorsak, okuyup bir yere gelmek istiyorsak mutlaka sınavlara girmemiz lazım. Kolay gibi görünse de işin içinde sınav varsa zor oğlu zordur: En kolay sınav bile insanı terletir.

Her sınav zordur. Ama en zor sınavlar sözlü sınavlardır. Hababam filmlerinde de kendini gösterir bu sözlü sınavlar... 70-80-90'lı yıllarda okuyan öğrencilerin korkulu rüyasıdır tahtaya çıkıp imtihan olmak. Bakanlık bu sözlü sınavları kaldırdı. Bunun yerine öğrencinin  sınıf içi davranış ve derse katılım vb durumunu değerlendiren bir değerlendirme sistemi getirdi. Tüm bir dönemi içine alan bu sürece de performans adını verdi.

Tahtaya kaldırılıp sözlü olma yöntemi okul hayatı boyunca kaldırıldı. Okulu bitirip  herhangi bir yerde görev almak için yazılı sınavın yanında ayrıca mülakat adı verilen sözlüler hayatımızın bir parçası olmaya başladı şimdilerde. Her sözlü sınav ne kadar hakkaniyet ölçüsü içerisinde yapılırsa yapılsın beraberinde acabaları eksik etmiyor maalesef. Kulağımıza kar suyu kaçırıyor nedense. Her bir sözlü sınav, mülakat adına ne denirse densin kamuoyu nezdinde 'Torpilliler işe alındı, alınacak' olgu ve algısı oluşturmaktadır. Hele bu tür sınavlara üst kademedeki birinin yakını giriyorsa şayia alır başını gider. Yakın, kazanmayı hak etse bile 'Şuyuu, vukuundan beter' olur. Bu açıdan bir üstün yakını bazen avantajlı olabiliyor, bazen de avantajsız. Aslında şayialardan uzak kalmak için en iyi sistem yazılı yapılan sistemdir. Yazılıda başarılı olan atanır. Atandıktan sonra ciddi denetimlerle atananın performansı incelenir. Görevini yapan hangi düşünceden, kimin akrabası olursa olsun işine devam eder. Görevini layıkıyla yapmayan, yapamayan kim olursa olsun işine son verilir. Şimdi sizleri düşündüren, hafifçe gülümsetecek fıkra ve anekdotlarla baş başa bırakıyorum:
***
Bir ülkede  bir işe iki kişi alınacaktır. Yazılı sınavı üç kişi geçer. Adayların sözlü sınava alınması kararlaştırılır. İşe alınacak iki kişi belirlenir. Komisyon kara kara düşünmeye başlar: “Ya bizim istemediğimiz 3.kişi kazanırsa. Ya da kazanmasını istediğimiz iki kişi soracağımız soruyu bilemezse” diye. Komisyon üyelerinden biri: -“Siz o işi bana bırakın, ben sizin istediğiniz adayları kazandırırım” der. Sınav başlar. Kazandırılacak ilk aday çağrılır. Ona, “Titanic kazası hangi tarihte olmuştur” sorusu sorulur. Adam cevabı bilir, geçer not alır. İkinci kazandırılacak adaya da, “Titanic kazasında ölen kişilerin sayısı kaç kişi” diye  sorulur. Bu da cevabı bilir ve geçer not alır. Sıra, kazanması istenmeyen kişiye gelir. Ona da, “Titanic kazasında ölenlerin  adını soyadını söyle” denir. Adam cevabı bilemez ve sınavdan geçer not alamayarak elenir. Böylece tertemiz bir sınav yapılmış olur. Evli evine, köylü köyüne gider.
***
Kastamonu’da  bir kişi resmi olarak işe alınacaktır. Sınava çok kişi müracaat eder. Sınava girecek  torpilli kişi önceden belirlenir. Komisyon toplanır. “Kazanacak adayı ilk önce çağıralım, basit bir soru soralım, formalite yerine gelsin” denir. Başına talih kuşu konan aday sözlü mülakata çağrılır. Kendisine: -Kastamonu ile Abana arası 101 km'dir.  Abana’dan çıkan bir kuş 50 km hızla gelirse Kastamonu’ya  ne kadar sürede gelir, şeklinde bir soru sorulur. Torpilli aday düşünür, taşınır fakat cevabı veremez.  Komisyon ne kadar ipucu verdiyse de nafile. Sonunda adama: -Arkadaş soru bu kadar zor mu, niye cevap vermedin, bu soru çok kolay, lütfen çıkınız, derler. Adam dışarı çıkar. Dışarıda bekleyenler: “Ne sordu” diye sorarlar. Soruyu söyleyince, “Çok kolaymış” derler.
Adam: -Neresi kolay bu sorunun? Yolculuk yapan bir kuş. Kuşun ne zaman geleceği bilinir mi? Gider bir dala konar, su içmeye iner, yayılmaya koyulur,  cevabı verir.
***
Ramazan AYVALI: "Yozgat Yüksek İslam Enstitüsüne mülakatla öğrenci alıyoruz. Adaylar sırayla girdi, çıktı. Bir tanesi geldi. Kendisine  küçük namaz sürelerinden hangisini sorduysam bilemedi. Adaya: 'Yavrum, bu süreler namaz kılmada da gerekli biliyorsun, bunları ezberle' dedikten sonra komisyonun diğer üyelerine: 'Arkadaşlar, bende kanaat hasıl oldu, buyurun siz sorun' dedim. Diğer üyeler de, 'Hocam soru sormaya gerek yok, bizde de kanaat hasıl oldu, öğrenci çıkabilir" dediler. Öğrenci çıkar, az sonra ardından yeni bir aday çağırmak için ben de çıktım. Baktım ki az önce sınavdan çıkan çocuk: 'Arkadaşlar! Yeminle söylüyorum, benim hakkımda şimdiden kanaatleri hasıl oldu, beni enstitüye almayacaklar" diye sesli bir şekilde konuşuyor. Bu duruma şaşırıp kaldım" şeklinde bir anekdotunu anlatmıştı.

Burada olduğu gibi kazanamayan kişiler 'Torpilliler alındı' şeklinde yaygara da çıkarabiliyor.
***
2000 yılında Anadolu Öğretmen Liselerine öğretmen alımı için Kahta'dan Ankara'ya mülakata gittim. Tercih olarak da atanmak için Afyon Anadolu Öğretmen Lisesini tercih ettim. Sınav öncesi adaylarla tanıştım. Benim tercih ettiğim okulu isteyen Afyon'dan gelen 3 öğretmen daha olduğunu tespit ettim. Bana "Torpilin var mı" dediler. Hayır yok dedim. "Madem kimin kimsen yok. Ta Adıyaman'dan bunun için niye geldin be mübarek" dediler. Sınava girdim. Komisyondakiler iyi davrandı. Branşımla ilgili sorulara cevap verdim. Plan çeşitleri, disiplin amiri gibi sorular sordular. Ben de biraz eksiğiyle birlikte cevap verdim. Komisyon başkanı: " Sadece Afyon'u tercih etmişsin. Başka yerleri düşünürsen değerlendirelim dedi. Kendisine: Halen Güneydoğu'da çalışıyorum. Eğer tekrar o taraflarda değerlendirecekseniz kabul edemem dedim, ayrıldım. Sonuçlar açıklandı: Kahta İHL'ye devam...
***
1996 yılları olsa gerek. Kahta'da Lise 2. sınıfta dersine girdiğim beyefendi bir öğrencim vardı. K. Kerimi çok iyi değildi. Bazı harfleri çıkaramıyordu bile. Benden dersi geçemedi. O sınıfta okuması çok iyi olan öğrenciler vardı. İki yıl sonra imamlık imtihanı yapıldı. Benden geçer not alamayan öğrencim  sözlü mülakatta imam hatiplik sınavını kazandı. O sınıftan en yüksek not verdiğim öğrencilerim adı geçen sınavda başarılı olamadılar. Anladığım kadarıyla benim not verişimde bir sorun vardı. Başka bir düşünce akla getirmemek lazım. Hikmetinden sual olunmaz tabii.

Sözlü mülakatta görev alan komisyon üyeleri hakkaniyetten ayrılmamalı, verdiği kararlarla kamu vicdanı ikna olmalıdır. Adaylardan ehil olanı seçmelidir. Başkasının direktifiyle hareket eden emir eri olmamalıdır. İsmi verilen adayın hakkını korumaktan ziyade kimi kimsesi olmayan adayların hakkını gözetmek için eli vicdanında karar vermelidir. Adalet duygusunu  asla zedelememelidir. Kul hakkına girerek ahiretini berhava etmemelidir. Benden söylemesi... 19.04.2016
** 19.4.2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.