6 Nisan 2016 Çarşamba

Şivlilik aldınız mı?


Önceki yıl Şivlilik günü sabahın erken saatlerinde  çocukların biri geldi, diğeri gitti.

Yine zilimiz çaldı, kapıyı açtık. Kapıda 55-60 yaşlarında bir beyefendi vardı: 6 ay önce üniversitede öğrenci olan çocuğunun yanında kalmak için gelen Ankaralı bir amca. Yani karşı komşumuz.

Bu yaşta komşumuz da mı Şivlilik almaya geldi diye düşünürken amca:
-Yahu komşu! Bu gün bir anormallik var. Benim bilmediğim bir gün mü bugün. Sabahtan beri kapı zili durmadı. Gelene açtım kapıyı. Her açışımda da  çocuklarla karşılaştım. Bir şey söylüyorlar. Ne dediklerini, ne istediklerini anlayamadım. Bir şey istiyorlar ama ne? Anlamadım.

-Ne diyorlar.
-Şi diyorlar ellerindeki poşeti açıyorlar. Şi ne ya?
-Şivlilik efendim.
-Ne demek o?
-Konya'ya has bir gelenektir. Üç ayların başlangıcı Recep ayının ilk günüdür bugün. Bu günde çocuklar arkadaşlarıyla bir araya gelerek ev ev dolaşırlar. Büyüklerin bugün için aldıkları hediyeleri toplarlar. Bugün öyle bir günkü çocuklar okula bile gitmezler; Şivlilik toplamak için.
-Ya öyle mi? Biz de öyle bir şey yok. Bilmiyordum. Haberim olsaydı ben de bir şeyler alırdım. Demek ki benim şi diye anladığım Şivlilik'miş. Ellerindeki poşet de topladıklarını koymak içinmiş. Ben anlamayınca gülüyorlardı zaar...

Yarın Şivlilik günü. Eğer Konya'da yaşıyorsanız Şivlilik almayı unutmayınız. Bilmiyordum mazeretini çocuklar kabul etmez. Yarın ziliniz çalar da kapıyı açtığınızda çocuklara verecek bir şeyiniz olmazsa işin ucunda  mahcup olmak da var. Benden söylemesi.  06/04/2016

Günde Kaç Kilo Süt Veriyoruz?*

Sıra dışı bir valimiz vardı: Rahmetli Recep YAZICIOĞLU.  Bir holdingin etkinliğine davetli olarak Konya’ya gelmişti. Sunucu: “Değerli devlet ve siyaset adamı Recep YAZICIOĞLU’nu konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum” şeklinde anonsunu yaptı.

Rahmetli eline mikrofonu aldı: “Ben siyasetçi değilim. Devlet adamıyım. Değerli miyim, değil miyim bilmem ama ben size devlet adamının durumunu  şöyle  anlatayım: İneğin biri günlük 40 kilo süt veriyormuş. Yetkililer ineğe gelip: ‘Biz seni devlet üretim çiftliğine alalım’ demişler. Günlük 40 kilo veren inek 4 kilo vermeye başlayınca, yetkililer: ‘İnek ne oldu sana? 40 kilodan indin geldin 4 kiloya. Bunun sebebi hikmeti nedir’ demişler. İnek: ‘Ben artık kadrolu oldum’ cevabı vermiş” şeklinde anlattığı fıkrayla  stadı kahkahaya boğmuştu.

Fıkradır gülünecek elbet. Fıkraların bir özelliği, güldürürken düşündürmek. Devlette çalışanların durumunu anlatmak için fıkra abartılmış. Bildiğim kadarıyla hiçbir inek günlük 40 kilo süt vermez. İnek üzerinden anlatılan bu fıkrada gerçeklik payı yok mu? Maalesef var. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için görevini layıkıyla yapmaya çalışan devlet görevlilerini tenzih ederim. Sayıları az da olsa var.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım. Eğri oturup doğru konuşalım. Hangi devlet kurumuna gidersek gidelim görüntü itibariyle herkes hummalı bir çalışma içerisinde. Her birinin önünde bir bilgisayar. Peki üretilen katma  değer nedir? Devlette çalışıp da sırtı terleyenin sayısı ne kadardır? Devlete katkımız var mı? Bir an için düşünelim: Kendimiz devlet olsak kendimize iş verir miyiz? Biz orada çalışmazsak işler aksıyor mu? Ya işimize ya da mesaiye riayetimiz ne kadardır? Devlette çalışanın yaptığı devamsızlığı özel sektörde yapabilir miyiz?

Yıllar öncesi bir personelim 4 günlük bir mazeret izni talebiyle geldi. Sebebini sorduğumda “Bizim oralarda şimdi hasat mevsimi. Ben yıllık mazeret  hakkımı hep bu mevsimde kullanırım" dedi. Ailene yardım edecek yok mu” dediğimde, “Ben manevi destek olarak yanlarında olup katkıda bulunacağım.” dedi. Mazeret izni bir hak mı dedim. “Evet” dedi. Buradaki görevin ne olacak, burası mağduriyet yaşayacak dediğimde sessiz kaldı. Bildiğim kadarıyla eşin özel sektörde çalışıyor. Eşiniz kurumundan 4 gün izin alabilir mi dedim. “Alamaz” dedi. Peki alırsa ne olur deyince, “Ya işine son verirler, ya da  Milli Eğitime gönderirler” dedi.  O zaman devlette de özel sektör mantığıyla çalışmak gerekir dedim. Devlete ait her kurum böyledir iddiasında değilim. Her çalışan hep böyledir demiyorum. Maalesef genel itibariyle durumumuz budur. Madem fıkra ile başladık, yine fıkra ile bitirelim yazımızı:

Bir İngiliz, bir Fransız bir de Türk çocuğu kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz: “-Benim babam daha hızlıdır. Çünkü 100 metreyi 5 saniyede koşar” der.

Fransız: “-Benim babam daha hızlıdır. Silahı ateşler, mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar” der.

Türk: “-Benim babam daha hızlıdır. Babam devlet hastanesinde çalışır.  Saat 5’de mesaisi biter. 3’te evde olur” cevabı verir.

Her nerede çalışırsak çalışalım; işini, gücünü layıkıyla yapanlar olmamız temennisiyle...

Sahi ne kadar süt veriyoruz günlük...?

Zülfüyâra dokunmuşsam af ola. 06/04/2016
*09/04/2016 tarihinde Anadolu’da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Nisan 2016 Salı

Çocuğumuza hangi ismi verelim?

Çocuğumuz doğduğunda ilk görevlerimizden biri de isim vermedir ona.  Çoğu zaman düşünürüz güzel bir isim vermek için. Genelde  isim vermede mahalle baskısından kurtulamayız. Kimi zaman da farklı isim olacak diye nereden ne koyacağız diye düşünür dururuz. Sonunda garip bir isim buluruz. Nedense bazı  isimler cuk otururken bazıları da sırıtıp kalıyor.

Kimi ebeveyninin ismini, kimi büyükbaba, büyükannesinin ismini  gönülden verir. Kimi “Başkası ne der” düşüncesiyle büyüklerinin ismini gönülsüz  verir. Huyunu suyunu beğense de beğenmese de  isim verme konusunda aile isimlerinin dışına çıkılmıyor. Kimi de yanına başka bir isim ilave etmek suretiyle çift isim veriyor. Bu çift ismin de çoğu zaman teki kullanılır. Diğeri kullanılmaz. Bazısı da çocuğuna kendi ismini veriyor. Kendine aşık olduğu gibi adına da aşık. Çocuğunun adı Mehmet, kendi adı Mehmet, babasının adı Mehmet, dedesinin adı Mehmet. Yani Mehmet oğlu Mehmet. İsim kıtlığı çekiyor belli.

Bazı ailelerde ise , Yeter, Songül, Döndü, Döne vb isimler dikkat çeker. Bu isimleri görür görmez ailenin en küçüğü müsün diye bir soru sorsan genelde yanılmazsın. Geçen gün kurumuma bir misafirim geldi. Tanışma esnasında  adının Yeter olduğunu öğrendim. İsminden memnun olup olmadığını sordum. “ Benden öncekiler hep kız olmuş, bana da Yeter (artık) demişler. Uzun süre ismimi mesele yaptım. “ dedi.  Mahkeme kanalıyla değiştirebilirsin dedim. “Yaşım 25 oldu, artık alıştım”  cevabı verdi.

Bazımız da vereceğimiz isim illa Kur’an da geçmeli  ve farklı olmalı  düşüncesiyle anlamına bakmadan bulduğu her ismi koyuyor: “Kezban, Ceylin, Aleyna, Sündüs”  vb gibi. Bazımız ay isimleri veriyor: “Ramazan, Recep, Şaban, Muharrem, Şevval, Ocak, Eylül vb. Bazımız eski kökenine gidip “ Timuçin, Olcaytü, Kürşat vb. Bazımız çocuğumuza siyasi bir liderin ismini veriyor. Çocuk büyüyünce çoğu zaman o siyasi lidere zıt bir düşüncenin sahibi olabiliyor.

Bazımız bir sahabi ismi veriyor. Tanıdığım biri çocuğuna Müslüman komutanlardan Usame’nin adını vermişti. Bir zaman geldi Usame bin Ladin  ortaya çıkınca arkadaşları “Ladin” diye çağırmaya başlamışlar. Aile ilk iş olarak mahkeme kararıyla çocuğun adını değiştirmek zorunda kaldı. Böyle talihsizlikler de olabiliyor.

Kimsenin çocuğuna verdiği isimle ilgili bir derdim yok. Herkes çocuğuna istediği ismi verebilir. Bizim toplumumuzda bir insanı hiç tanımadan ismi dolayısıyla hakkında kanaat belirtebiliyoruz çoğu zaman. Bir zaman bir ast subay ile tanışmıştım. Adı da Dehlevi idi. Çok rastlamadığım bir isim olduğundan ismi üzerine biraz konuşmuştuk. Garibimin -isminden dolayı- güvenlik soruşturması 6 ay sürmüş. Yine bir eğitim yönetimi seminerinde Rubil isminde bir kursiyer vardı. İsmini gören anlamını soruyordu. Garibim, “Bu yaşıma geldim, her dile baktım, anlamını bulamadım” dedi. Senin ismin Arapça dedim. “Ben ona da baktım, yok” dedi. İsminin Arapça bolluk, bereket anlamına geldiğini söyleyince adamın sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Niye sevinmesin 35 yaşından sonra isminin ne anlama geldiğini öğrenmişti ne de olsa.

Toplumda aynı adı taşıyan isimlerden mümkün olduğu kadar kaçınılmalıdır. Bir yerde oturuyorsun. İleriden biri Ramazan diye sesleniyor. Aynı anda 4 kişi birden bakıyor: Bana mı diyor diye. Hele bir ailede babanın adı Ahmet ise ne kadar oğlu varsa, ne kadar kızı varsa kendi babasının adını veriyor. Kim geldi desen Ahmet geldi. Ardından hangi Ahmet demek zorunda kalıyorsun, kim olduğunu bilmek için.

İsim kişinin alameti farikasıdır. Anlamı uygun olmalı, siyasi vb çağrışımlar yapmamalı, söylenişi kolay ve kısa olmalıdır. Kolay telaffuz edilebilmelidir.. Farklı yazılmaya müsait isimlerden de kaçınmak gerekir. Mesela çocuğunuza Alaaddin ismi verdiniz: Aleaddin, Alaeddin, Alettin, Alâeddin, Alaattin…vs. Gördüğünüz gibi ben bir kısmını yazdım. Seç beğen. Farklı farklı yazım şekli çıkar karşınıza.

Biz hangi ismi verirsek verelim. Hangi düşüncede olursak olalım. İleride bu ismi kullanacak, ismiyle müsemma olacak olan çocuğumuzdur. Farklı anlamlara gelen, farklı yerlere çekilebilen, yazım hatası riski fazla olan isimlerden kaçınmamızda fayda var diye düşünüyorum. Bir de isim vermede kararı anne  ve babaya bırakmak lazım. 

İsim verelim vermeye de, verdiğimiz isimle çocuğumuz ömür boyu uğraşmasın. Karar sizin… 05/04/2016


4 Nisan 2016 Pazartesi

İmza sirküleri

Fakültede okurken bir hocamız yoklama yapmazdı. Onun dersi ilk saatlerde bile olsa koşa koşa giderdim. Diğer öğretim görevlileri isim isim yoklama yapardı. Yoklama almayan hocanın amfisi ya da sınıfı dolu olurdu. Diğerlerinki ise zorunlu olduğundan devamsızlık hakkımızı da sonuna kadar kullanırdık.

Yoklama almayan öğretim görevlisine, "Hocam siz niye yoklama almıyorsunuz" derdik. O da: "Yıllar önce yoklama almamı istediler, elime de bir isim listesi tutuşturdular. Yoklamayı yapıp listeyi vermeye gittiğimde, "Tamam hocam gerek kalmadı" demişler. Bu duruma moralim bozuldu. "Bir daha benden yoklama listesi falan beklemeyin dedim. Ondan beri de yoklama almıyorum" dedi.

Okul bitti göreve başladık: Konferans, seminer, panel, toplantı ne varsa mutlaka imza sirküsü olur. Ya sıra ile dolaşır, ya girerken imzalanır, ya da çıkarken.  Bazen de imza sirküsü imzalanıp kaldırılmış olur. Az geç gelen imza sirküsü ne zaman gelecek diye sağına soluna bakar durur. Çünkü toplantıya geldiğini ispatlamanın yolu imzadır. İmzan yoksa yapılan etkinliğe katılmadın anlamına gelir. Amirin katılmama nedenini resmi yazıyla senden ister. Eğer önemli bir mazeretin olmazsa, belge sunamaz isen hakkında inceleme, gerektiğinde soruşturma açılması için mülki amirden onay alınarak iki muhakkik marifetiyle ifaden alınır.

Aylar önce bir toplantıya katılmadığım tespit edildiğinden ifadem istendi. Halbuki toplantıya katılmıştım. Bünyemizde iki ayrı kurum olduğundan bir tanesini imzalayıp diğerini imzalamamışım. Çünkü her sirküde ismimin karşısında iki kurum da işaretli olunurdu. Bu sefer ise her kurum için ayrı ayrı isim açılmıştı. İmza sirküsü geldiğinde hem bir taraftan ismini bulmaya çalışacaksın. İsmini bulur bulmaz da imzalayıp yanındakine vermek için acele etmen gerekiyor. Bir de imzalamak için yanında ayakta bekleyenler var. Hasılı iki yerde açılan ismimin biri imzalanmış, diğeri imzalanmamış. Bu yüzden katılmama gerekçem soruldu... Bazen de toplantı bilgisi gelmeden falan toplantıya niçin katılmadınız şeklinde de yine sorguya tabi tutulduğumuz olabilmektedir.

Öğretmenlerin haziran ve eylül aylarında iki haftalık seminerleri olur. Mutlaka yine imzalar alınır. Şubat ayında 5 yıldızlı bir otelde seminere alındım. Orada da yine imza sirküsü alındı. Yani MEB'de varlığının ispatı imzadır.

Bugün "Madde Bağımlılığı" ile ilgili bir seminere katıldım. Seminerin ikinci oturumu başlayacak iken imza sirküleri ortaya çıktı. Bir an evvel imza atmak için katılımcıların sirkü etrafında bekleşmeleri, konuşmaları, konuşmacının ahengini bozdu. İmzasını atanın çoğu da dinlemeden çekti gitti. Güzel bir görüntü oluşmadı maalesef. Pekala o konuşmacının yerinde bizlerden biri olabilirdi o kürsüde. Nedense başkasından empati isteyen bizler bazen  karşımızdakini kendimiz yerine koymayı unutuyoruz.

Milli Eğitim camiası dışında böyle bir imza sirküsü var mı acaba? Merak ettim doğrusu. Gelen gelmeyen belirlenecekse bunun artık bir başka yolu bulunmalı. Sonra zorla güzellik olmuyor. Dinlemek istemeyene  verilebilecek bir şey yoktur zaten. Gelir imzasını atar gider. Çıkardığı gürültü de cabası.

Var mı bir teklifi olan? Siz olsanız imza sirküsünün yerine neyi koyardınız?  04/04/2016



Gelin birlik olalım *

Bildiğiniz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde   2011 yılından beri her yıl belli bir konuya dikkat çekmek için bir tema belirlemektedir.  Bu yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında işlenmek üzere DİB tarafından belirlenen konu: "Tevhit ve Vahdet Gelin Birlik Olalım." Öncelikle her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan böyle bir konuyu seçtikleri için Diyanet camiasını ve fikir babasını tebrik ve teşekkür  ediyorum.

Cümlede geçen kelimelere bakalım: Tevhit, vahdet, birlik... Biz bu kelimelere çok hasret kaldık.. Bizim  bulunmayan yitiğimiz artık. Çölde serap görme gibidir bizdeki birlik arayışı.  Çoğu zaman Allah'ın bir ve tek kabul edilmesi anlamına gelen  tevhidimize şirk, vahdetimize nifak ve fesat bulaşmış, birliğimizin temeline dinamit konmuştur. Hani biz "Bir binanın tuğlaları gibiydik." Yine biz, "Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."(1) ayetinin muhatabı idik. Yine biz, "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."(2) olacaktık. Hatta biz, "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."(3) şeklinde özellikleri belirtilen kişiler olacaktık. Aramıza kara kediler girdi. Filistin-İsrail gibi olduk. Kıyamete kadar sürecek kan davaları oluşturduk aramızda. Bölünmüşlükleri dolayısıyla bir zamanlar Ortaçağ’ı yaşayan Avrupa bir araya gelme sonucunda bu gün altın çağını yaşıyor. Biz ise altın çağdan Ortaçağ’ı yaşıyoruz asırlardır. Hani Avrupa’yı taklit ediyorduk. Taklidimiz de sahte anlaşılan. Onlardaki bir araya gelmeyi esas alsak biz aramızda vahdeti sağlarız yeniden...

2003 ya da 2004 yılı olsa gerek. "Kur'an ve İnsan" konulu bir konferans vermek için Adana'ya Engin NOYAN gelmişti. İçerik olarak kitabımızdan ne kadar uzak yaşadığımıza değindi. Bir de başından geçen bir anekdotunu anlattı: "Bir Avrupa ülkesine konferansa gitmiştim. Beni hava alanından aldılar. Yolda giderken 'Namaz geçiyor, şu camide namaz kılayım' dedim mihmandarıma. 'O cami falanların' dedi. Az sonra 'İşte bir cami daha burada kılalım' dedim. 'Orası da şunların' dedi. Yol üzerinde ne kadar cami göstermişsem hepsine  -ci, -cu eklenerek bir grubun ismi söylendi. En sonunda, 'Yahu Müslümanlara ait bir cami yok mu' dedim" şeklinde durumumuzu açıklamıştı.

29/03/2016 akşamı ÖĞ-DER tarafından düzenlenen konferansa konuşmacı olarak davet edilen İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair'in -5 yıl önce Müslüman olmuş- baldızı, gazeteci-yazar Lauren BOOTH'a, "İslam dünyasının en büyük sorunu sizce nedir" diye bir soru soruldu. "Müslümanların birlik sorunu vardır. Bölünmüş toprak parçaları gibi insanlar bölük pörçük" dedi. İçimize yeni gelmiş biri olarak bizdeki hastalığın teşhisini koymuştu. Gerçekten ülkemize bir bakalım. Kim nerede bir grup kurmuşsa (yine istisnalar kaideyi bozmaz diyelim) binadan kopmaya hazır bir tuğla gibi oluyor bir müddet sonra. Arkasındaki tebaasını gören başka beklentiler içerisine giriyor. Irak ve Suriye'deki teröre bulaşmış örgütleri gözümüzün önüne bir getirelim. Durumun ne kadar fecaat arz ettiğinin farkına varırız. Adem ŞELEŞ bir konuşmasında: "Suriye'de kimse düşmanını öldürmüyor, hep birbirlerini öldürüyor" demişti.

Hani O, bizi: "Müslümanlar olarak isimlendirmişti. En güzel isim bize verilmişken başka isimlerle tavsif etmemiz ve edilmemiz de neyin nesi? Samimiyetle kurulan her hareket belirli bir güce ulaşınca maalesef değişiyor ya da değiştiriyorlar. Zafer sarhoşluğu mu yoksa? Hani hep beraber "O'nun ipine sarılacaktık." Maalesef hep beraber ters yola girmiş; gelen bize vuruyor, geçen vuruyor. Halimiz içler acısı.

Asırlardır hasretini çektiğimiz birlik ve beraberliğimizi yeniden tesis edelim. Yine adalette, doğrulukta, güvenilirlikte öncü olalım. Her birimiz yekdiğerini kendi meşrebine değil; Allah'ın "Kopmayan sağlam kulpuna" çağırsın. 

Sözümüzü Diyanet'in tema olarak seçtiği slogan ile bitirelim: "Tevhit ve vahdet gelin birlik olalım."
(1) Saff 4,(2) Hucurat 9-10, (3) Buhari,

* 16/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Nisan 2016 Pazar

Algı operasyonları**


Bana, “Yarım asrı devirdin. Bir cümle ile yaşadığımız ülkeyi bir tanımla” dense:  Algılar ülkesi derim.  Bu ülkede olan her şey toz dumandır. Hiçbir şeyin gerçeği ortaya çıkmaz. Çünkü amaç gerçeği ortaya çıkarmak değildir. Birini ya da birilerini töhmet altında bırakıp savunmada kalmasını sağlamaktır. Olayları, başlangıcı ile  değil de sonuçları itibariyle değerlendirmek lazım. Sonucu gördüğümüz zaman algıların niçin oluşturulduğunu daha iyi anlarız.

1980 öncesi kardeş kavgaları, sağ-sol meseleleri, aynı silahla meydana gelen ölümler halkta, kurtarıcı olarak askerin yönetime el koyması beklenir hale geldi. Bir yıl önce yapılması planlanan darbe, “Şartların olgunlaşması için beklendi.” Ülkeye binlerce cana mal oldu. 1980 ihtilali yapıldı. Akan kan durdu. Hala askerin yaptığı Anayasa 35 yıla yaklaşmasına rağmen yamalı bohça gibi olsa da yürürlükte.

28 Şubat 1996 sürecine gelirken irtica paranoyaları, şimdilerde hiç görünmeyen Aczimendiler, Fadime  ŞAHİN, Ali KALKANCI, Müslim GÜNDÜZ  gibiler aynı anda boy gösterdi. Her istediğin yerde seyredebileceğin Şevki YILMAZ, Hasan Hüseyin CEYLAN, İbrahim Halil ÇELİK’e ait kasetler TV ve gazetelerde haber olarak çıkmaya başlamıştı. MGK’da birinci tehdit olarak irtica, bölücü terör örgütünün önüne konmuştu. Ardından “Bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat süreci geldi.” İstemedikleri hükümet gitti. Ülkeyi yamalı bohçalı bir hükümete teslim ettiler. Sonuç yine başarılı.

2004 yılında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe teşebbüsleri, 2007 yılında 367 krizi, 2008 yılında  iktidar partisine kapatma davası, 2012 MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması, 2013 Gezi Olayı ve 17-25 Aralık ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturması ve  tapeler, 2014 MİT tırlarının durdurulup aranması, çevremiz ateş çemberinde iken, ülkemize milyonlarca mülteci gelmişken 2015 yılında Güneydoğu’nun bazı yerlerinde özerklik ilanları, terörün azması, hendeklerin kazılması, canlı bombaların büyükşehirlerde patlatılması… vb olayları ayrı ayrı sonuçları itibariyle değerlendirildiği takdirde; birilerine hırsız damgası vurmak, ülkeyi yaşanmaz hale getirmek, Türkiye’nin Ortadoğu’dan elini çekmesini sağlamak, ekonomiyi felç etmek… gibi amaçların güdüldüğü görüntüsünü vermektedir. Bunda da nispeten başarılı oldukları söylenebilir.

Şimdilerde başka bir algı operasyonu yapıldığı kanaatini taşımaktayım. TV ve gazetelere bakarsanız gündemimizde ensest ilişkiler, çocuk istismarcıları, öğrencilerine taciz eden eğitimciler boy göstermeye başladı. Anadolu’nun farklı illerinde bu tür haberler mantar gibi bitmeye başladı. Mahkemeler kararları şimdi vermeye başladı. Bu tür sapık ilişkilerin aslı yoktur iddiasında değilim. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Mutlaka gizlilik kararı çerçevesinde olayların irdelenip suçluların açığa çıkarılıp en ağır ceza verilmelidir. Verilecek cezalar mutlaka kamu vicdanını rahatlatmalıdır. Cezalar caydırıcı olmalıdır.

Olaylar irdelenirken mağdur ya da mağdurelerin bu toplumda şu ya da bu şekilde yaşayacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Olayların meclise taşınması, olayın geçtiği okulu ismiyle birlikte yayına alma, sapık ve mağdurelerin ad ve soyadının baş harfleriyle beraber verilmesi hoş bir görüntü arz etmiyor gerçekten. Bir şeyin şüyuu, vukuundan beterdir. Olaylar bir zümreyi, bir kesimi suçlamak için kullanılmamalıdır. Nasıl ki para ile imanın kimde olduğu tam bilinemezse sapıklığında kimde olduğu tam bilinemez. Bu tür sapık ilişkiler tarih boyunca olmuş ve maalesef olmaya da devam edecek görünüyor. Nasıl ki hırsıza kilit dayanmıyorsa sapığa da kilit dayanmaz. Bu toplumda beraber yaşıyoruz onlarla. Bu tür sapık ilişkilere girenler zaten gemileri yakmıştır. Kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.

Aileler, okullar ve toplum… olarak bu sapık ilişkilere karşı ne tür tedbirler almamız gerektiğini iyi incelememiz gerekiyor. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Önceden tedbirimizi alalım. Sapığa ve sapık ilişkiye kızmaktansa bu tür ilişkilere zemin hazırlayan ortamları yok edelim. Çocuğumuz nerede, ne zaman, kiminle niçin beraber...? Sonradan ağlamaktansa baştan ağlayalım.  Basın olarak, siyasiler olarak çok dikkatli olmamız lazım. Çünkü mevzu bahis olan geleceğimiz olan çocuklarımızdır. Gelin hep birlikte bu olaylardan en fazla etkilenecek olan çocuklarımız adına bu nahoş olaylar gizlilik kararı çerçevesinde mahkemelerde devam etsin. Hiçbir şeyin üstü örtülmesin. Rakibimizi alt edeceğiz diye siyasi malzeme olarak kullanılmasın.

Sonuç olarak;  bir şeyi hedefleyen üst akıl, önce algılarla karşımıza çıkıyor. Biz onlarla oyalanırken yine onlar vurucu darbeyle karşımıza çıkıyor ve sonuç alıyor. Oyuna gelip alet olmayalım…

**03/04/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır. 
** 03/04/2016 tarihinde ladik.biz. web sayfasında yayımlanmıştır

1 Nisan 2016 Cuma

Elimizin altından kayıp giden yitik çocuklarımız*

Her yeni evlenen bir çocuğa sahip olmayı ister. Çünkü her çocuk bir umuttur, mutluluk kaynağıdır aile için. Çocuk doğar; bir emeklese, bezden bir kurtulsa, yürümeye başlasa, okul çağına bir gelse, okulunu bir bitirse, bir görev alsa, bir evlendirsem... temennileri birbirini kovalar.

Çocuk bizim her şeyimiz. Çocuğumuz için de biz her şeyiz. Belirli bir yaşa kadar çocuk bize bağlı, biz çocuğumuza bağlıyız. Her aile çocuğunun iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için imkanları çerçevesinde neredeyse saçını süpürge eder.

Bir zaman gelir ki çocuğumuz büyür, yavaş yavaş elimizin altından kaydığına şahit oluruz. Farkına vardığımızda çoğu zaman inisiyatif bizde değildir artık.  Çoğu zaman çocuğumuz:
1.Ya laftan sözden anlamayan/dinlemeyen bir sokak çocuğu olup çıkmıştır.
2.Ya arkadaş kurbanı olmuştur.
3.Ya bir karşıt cinse gönül vermiştir.
4.Ya bir grup, bir camianın içerisine, onların emrine girmiştir.
5.Ya madde bağımlılığı vb zararlı alışkanlıkların müptelası olmuştur.
6.Ya söz dinlemeyen, her dediğinin tersini yapan asi biri olup çıkmıştır.
7.Ya evlenip uzaklaşmıştır.
8. Ya da evi terk edip canlı bomba olmuştur…vs.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Artık yediğimizi yemeyen, giydiğimizi giymeyen, düşündüğümüzü düşünmeyen, bizimle aynı dili konuşmayan, bizi beğenmeyen bir nesil olup çıkıyor. Artık aynı evi paylaştığımız birbirimize yabancı bir çocuk olup çıkmıştır. Kuşak çatışması olur da böylesi pek eskiye benzemiyor. Çarşıya çıkıp etrafımıza bir baktığımızda giyim kuşamdan bile birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı görebiliriz. Bize yabancılaşan bu neslin bir kısmı biraz sendelemeden sonra er veya geç kendini buluyor.

Ya kaybettiğimiz diğer çoğunluk. Onları ne yapacağız? Nasıl sorumluluk vereceğiz? Nasıl anne baba olacaklar? Nasıl çocuk büyütecekler? Soruları çoğaltabiliriz. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Asla ümitsiz değilim. Demem odur ki, dert ediniyorsak tedbir alalım el birliğiyle. Kendi çocuğumuzu kurtarmamız yetmez. Çocuğumuzla aynı havayı teneffüs edecek  kaybettiğimiz diğer çocuklar için de mutlaka bir şeyler yapmamız lazım.

Kaybetme ve kazanma sebep/nedenleri çoktur. Buradaki sayfam bunu işlemeye yetmez. Kısaca nasıl kaybetmeyiz? Kaybettiğimizi nasıl kazanabiliriz?
1.Yaşına göre sorumluluk verelim.  
2. Aşırı korumacılıktan kaçınalım. Her istediğini yapmayalım.
3.Ne tamamen serbest bırakalım ne de sıkalım. Güvene dayalı denetimli serbestlik verelim.
4.İyi olması için başkasına ihale etmeyelim. Kendimiz iyi örnek olalım. Kuru nasihatten kaçınalım.
5.Öz güven sahibi bir birey olarak yetişmesine imkan sağlayalım.
6. İletişim ve diyalog yolunu kesmeyelim. Onları dinleyelim.
7.Aklını kullanmasını, aklını kiraya vermemesini sağlayalım.

8. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile ortamı oluşturalım… 01/01/2016

* 02/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.