8 Nisan 2016 Cuma

Okutma aşkı **

Çok uzun yıllar geçmedi henüz. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde okuyamamış büyüklerimiz küçük yaşta hayata atılmışlar. Hayatın cenderesinden geçmişler. Hayat mektebinde okumuşlar. İş garantisi olmadan, rızık endişesi taşımadan evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Şu kadar çocuğum olsun hesabı yapmamışlar; er-rızku Alallah deyip çıkmışlar yola. Ben okuyamadım ama çocuğum okuyacak. Çünkü ne gelirse başımıza cehaletten dediler.

Çok büyük hedefler koymadılar aslında. Okusun, derdini anlatabilsin. Bir devlet dairesine vardığı zaman meramını anlatabilsin. Bir dilekçe yazabilsin. Büyüğünü büyük, küçüğünü küçük bilsin. Vatana, millete hayırlı bir evlat olsun, ardımdan bir Fatiha göndersin yeter dediler. İçlerindeki okuyamama özlemini çocuklarıyla giderdiler. Kendisiyle değil, çocuklarıyla gurur duydular. Bu nesil görevini yaptı. Şimdi sıra geldi okuyan neslin çocuklarını okutmasına.

Okuyan nesil hedefi daha da büyüttü. Çocuğum okuyacak ama en iyisini okuyacak, Türkiye derecesi yapacak. Kendi okuduğu döneme göre imkanlar daha iyiydi artık. Okuyamayan babasına göre ekonomik durumu hem daha iyiydi. Babasının kendisine  sağlayamadığı imkanı çocuğuna sağlamalıydı. Paraysa para, yardımcı kaynağın en kalitelisi, dershanenin birinci sınıfı, en iyi okul, gerekirse özel ders aldırarak çocuğunu başarının zirvesine taşımalıydı.  Çünkü bugün herkes okuyordu. Çıta yükselmişti. Bu da  ancak en iyi üniversite ve mezun olduğu zaman hemen iş bulabileceği bir bölüm olmalıydı. Bunun için paçalar sıvanmalı ve saçlar süpürge edilmeliydi ve edildi de gerçekten. 

Konunun anlaşılması için  okuyamayan nesle birinci nesil, okuyabilen nesle ikinci nesil diyelim. Aramızdaki fark I.nesil fazla bir imkan sunamadı ama okumanın önünü açtı.  Yeri geldi aile bütçesine katkıda bulunması için tatil dönemi işinde çalıştırdı ama çocukluğuna dokunmadı. II.nesil ise III. nesil diyebileceğimiz bu günkü nesle okuma imkanı sundu. Sadece ders çalışma görevi verdi. İmkanı verdi ama çocuğunun çocukluğunu da aldı elinden. Çünkü ne kadar erken ders çalışmaya başlarsa akranlarına o kadar fark atabilecekti. 

Çocukluğunu yaşatmadığımız çocuğumuza sorumluluk da vermedik. Tabir yerindeyse el bebek gül bebek yetiştirdik. Başarılı olacak diye çocuğumuzun her türlü maddi isteğini yerine getirdik. Niyet  güzel ama bir yerde hata yaptık. 

Hiç sorumluluk vermediğimiz bu çocuklara kendisini koruma bilinci veremedik. Kötülere, kötülüklere karşı korumasız bıraktık. Çünkü onları hayattan kopuk laboratuarlara hapsettik. Okula servisle gitti geldi, evde dersine iyi çalışmıyorsa hemen yurda verdik. Daha küçük yaşta anne baba hasretiyle yüz yüze bıraktık ana çocuklarını.

Eskiden köyünde okulu olmayan çocuklar kalırdı yurtlarda mecburiyetten.  Şimdi çoğu  kalıyor daha iyi çalışacak, başarılı olacak diye. İyi. Çocuğumuz yurtta, misafirhanede kalsın ama yaşı uygun mu, çocuğun psikolojisi bu ortamı kabul eder mi diye düşünmedik. Tek hedefimiz vardı: Çocuğumuzun başarılı olması. Esen rüzgardan esirgediğimiz çocuğumuzu sırf iyi okusun diye başkalarına emanet ettik. Sonuç maalesef hüsran. Nur topu gibi bir çocuğumuz oldu artık.

 Evet, cinsi sapıklar suçlu. Bunun başka izahı yok. Fakat suçu sapığın üzerine atmakla sorumluluktan kurtulacak mıyız? Bizim hiç suçumuz yok mu? 10-12 yaşındaki çocuğun misafirhanede, yurtta ne işi var Allah aşkına. Şimdi bu çocukların geleceğini yok etmedik mi? Ne işe yaradı? Kaç çuval inciri berbat ettik, bir düşünelim. Eskiden köyde okuyan çocukların okumak için sığınağıydı buralar. Şimdi taşımalı eğitim ile ortaokul ve liseye giden öğrenciler şehir merkezine veya taşıma merkezlerine taşınıyorlar. Üstelik yemekleri dahi veriliyor.

Hırsıza kilit dayanmıyorsa bu ar damarı çatlamış, beyni uçkuruna bağlı bu sapıklarla mücadele etmek zor. O zaman daha süt çocuğu olan bu çocukları başkasının kucağına atmayalım. Kendi evimizde, kendi ortamımızda okuma hayatı sağlayalım. Başkasına ihale etmeyelim. Çocuk önce evimizde pişsin. Okutma aşkı gözlerimizi kör etmesin. 08/04/2016

** 09/04/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr adresinde yayımlanmıştır.


Çocuklarımızın hayatını karartmayalım


Uzun zamandır Tv'lerdeki tartışma programlarına bakmazdım. Gündemde ne var ne yok diye şöyle bir göz attım. Değişen bir şey yok. Bıraktığım gibi. Programdaki eşit sayıdaki bağımlı, fanatik grubun biri saldırıyor, diğeri savunuyor. Saldırı cephesi atağa geçmiş saldırgan tavrıyla gol atmaya savunma cephesi  ise postu deldirmemeye çalışıyor.

Saldıran ve savunan kelimeleri bu toprağa hiç yabancı değil. İçimize işlemiş iliklerimize kadar. Herkesçe suç kabul edilen olaylarda bile bu cepheleşme var maalesef. Konu cinsel sapıklık, taciz olayları. Böyle bir konuda bile aşırı uçlarda geziyoruz. Haklarını yemeyelim en azından cepheler tacizin kötülüğünde hem fikir. İhmal vardı, yoktu. Yok şöyle oldu, böyle oldu. Koruma var, yok. Konuş oğlum konuş.

Bizde olmuş ile ölmüşe çare bulunmaz derler.  Bütün dert bundan sonra olma ihtimali olan bu tür sapık ilişkilerin, istismarın önüne nasıl geçilir, nasıl engellenir. Bu tür sapıklar nasıl bilinir, özellikleri nelerdir, bu konuda anne- babalara düşen görev nedir, belli bir yaşın altındaki çocukların yurtlarda, misafirhanelerde kalması uygun mu, değil mi sorularına cevap aranacağı yerde; yurt resmi mi, değil mi, falan yetkili böyle bir yurt, ev yok dedi, efendim niçin görevden alınmıyor, ya da istifa etmiyor gibi sorular üzerine yapılan münakaşalar incir çekirdeğini doldurmuyor. Eşekten düşen başkası, ocağı  sönen başkası, hayatı kararan başkası. Bizimkiler hamasi duygularla türkü çağırıyor.

Bırakın tartışmayı da bu adliyelik olan olay yargıda normal seyrinde devam etsin. Bir daha böyle menfur olayların olmaması için yetkililerin alması gereken tedbirler nelerdir? Mevzuatta boşluk varsa milletin vekilleri oturup oy birliği ile yeni yasa çıkartsın. Siz konuşmaya devam ettikçe o mağdur aileler incinmeye devam edeceklerdir. Hakkınızı yemeyelim sizin tartışmanıza, sürekli gündemde tutmanıza en çok sevinen kim biliyor musunuz? Cezaevinde sizi izleyen sapık/lar. Yaptığımız halt ile kamuoyu oluşturduk. Herkes bizden konuşuyor diye ne kadar seviniyorlar bir bilseniz.  Adam niye sevinmesin. Hemen her yerde, her ortamda gündem sapık olayı. Sapıkla yatıp sapıkla kalkıyoruz. Sivrisinekle uğraşacağınıza bataklığı kurutmayı deneseniz olmaz mı?  Sonra her tartışma programında gazeteci var. Bu gazeteciler ne de çok şey biliyorlar. Bu ülkenin bilirkişileri mübarekler!  Bir konuda efendim bu konuda bilgim yok. Bu yüzden yorum yapamayacağım diyenin alnından öpmek gerek.

Gelelim anne-babalara... Daha ekmek alma sorumluluğu bile vermediğiniz 10-12 yaşındaki çocuğun  sırf okusun diye evinin dışında ikamet ettirilmesi doğru mu? Başka alternatif bulamadın mı? Hiç alternatif olmasa bile devlet okul olmayan yerin öğrencilerini taşımalı eğitim adı altında taşıyor, hatta yemeklerini bile veriyor. Daha iyi eğitim alsın diye kullandığınız bu tasarruf ne işe yaradı şimdi? Bundan sonra yat ağla, kalk ağla. Çünkü nur topu gibi bir çocuğumuz oldu artık. Maalesef sen ve çocuğun yaşama denirse buna, hayatınız boyunca çekeceksiniz. Ya o uçan kuştan bile esirgediğin çocuğunun bir ömür yaşayacağı sağlıksız psikolojisi ne olacak. Bu çocukların kaç tanesi bu toplumda bu psikolojiyle hayır edecek. Bilmen gerekir ki incinen gönül incitir, şiddet gören şiddet uygular, mağdur olan mağdur eder, tacize uğrayan tacize baş vurur. Sadece sırasını ve zamanını bekler.

8. Sınıfı okuyan bir öğrencim vardı. Teneffüste, öğle arasında içini çekerek içli içli ağlayan. Her sorduğumda da "Yok bir şey" diyen. Bu çocuk evleri şehir merkezinde olmasına rağmen yurtta kalan bir çocuktu. Ailesini çağırdık telefonla. Annesi geldi. Çocuğunuz yurt hayatını kaldıramıyor. Bünyesine uygun değil. Yurttan alıp yanınızda kalmasında fayda vardır dedik. “Babası istedi kalmasını. Yurttan da almaz çocuğu” dedi. Babası niye gelmedi dediğimizde “İşi var gelemez. Sonra gelse de laftan anlamaz” dedi. Eşinin numarasını aldım. Cumartesi iş çıkışı Kayalıpark’ ta buluştuk. Çocuğunu yurttan almaya ikna oldu. Pazartesi annesi kızını götürmek için geldi. Kızını sınıftan çağırdık. Haydi gidiyorsun dedim. Kız mutluluktan uçtu sanki. Yurtta hep cenaze hayatı yaşayan çocuğun yüzüne kan geldi. Cenneti kazanmış gibiydi.

Büyükler, gelin çocuklar üzerinden kavga etmeyelim. Bu çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak için el birliğiyle hareket edelim. Birbirimize saldırıp yaralamayalım. Yeniçeri gibi kelle avcılığı yapmayalım. İhmali olan varsa temize çıkarmaya çalışmayalım. Kötülüğe giden yolları tıkayalım hep birlikte. 08.04.2016


6 Nisan 2016 Çarşamba

Şivlilik aldınız mı?


Önceki yıl Şivlilik günü sabahın erken saatlerinde  çocukların biri geldi, diğeri gitti.

Yine zilimiz çaldı, kapıyı açtık. Kapıda 55-60 yaşlarında bir beyefendi vardı: 6 ay önce üniversitede öğrenci olan çocuğunun yanında kalmak için gelen Ankaralı bir amca. Yani karşı komşumuz.

Bu yaşta komşumuz da mı Şivlilik almaya geldi diye düşünürken amca:
-Yahu komşu! Bu gün bir anormallik var. Benim bilmediğim bir gün mü bugün. Sabahtan beri kapı zili durmadı. Gelene açtım kapıyı. Her açışımda da  çocuklarla karşılaştım. Bir şey söylüyorlar. Ne dediklerini, ne istediklerini anlayamadım. Bir şey istiyorlar ama ne? Anlamadım.

-Ne diyorlar.
-Şi diyorlar ellerindeki poşeti açıyorlar. Şi ne ya?
-Şivlilik efendim.
-Ne demek o?
-Konya'ya has bir gelenektir. Üç ayların başlangıcı Recep ayının ilk günüdür bugün. Bu günde çocuklar arkadaşlarıyla bir araya gelerek ev ev dolaşırlar. Büyüklerin bugün için aldıkları hediyeleri toplarlar. Bugün öyle bir günkü çocuklar okula bile gitmezler; Şivlilik toplamak için.
-Ya öyle mi? Biz de öyle bir şey yok. Bilmiyordum. Haberim olsaydı ben de bir şeyler alırdım. Demek ki benim şi diye anladığım Şivlilik'miş. Ellerindeki poşet de topladıklarını koymak içinmiş. Ben anlamayınca gülüyorlardı zaar...

Yarın Şivlilik günü. Eğer Konya'da yaşıyorsanız Şivlilik almayı unutmayınız. Bilmiyordum mazeretini çocuklar kabul etmez. Yarın ziliniz çalar da kapıyı açtığınızda çocuklara verecek bir şeyiniz olmazsa işin ucunda  mahcup olmak da var. Benden söylemesi.  06/04/2016

Günde Kaç Kilo Süt Veriyoruz?*

Sıra dışı bir valimiz vardı: Rahmetli Recep YAZICIOĞLU.  Bir holdingin etkinliğine davetli olarak Konya’ya gelmişti. Sunucu: “Değerli devlet ve siyaset adamı Recep YAZICIOĞLU’nu konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum” şeklinde anonsunu yaptı.

Rahmetli eline mikrofonu aldı: “Ben siyasetçi değilim. Devlet adamıyım. Değerli miyim, değil miyim bilmem ama ben size devlet adamının durumunu  şöyle  anlatayım: İneğin biri günlük 40 kilo süt veriyormuş. Yetkililer ineğe gelip: ‘Biz seni devlet üretim çiftliğine alalım’ demişler. Günlük 40 kilo veren inek 4 kilo vermeye başlayınca, yetkililer: ‘İnek ne oldu sana? 40 kilodan indin geldin 4 kiloya. Bunun sebebi hikmeti nedir’ demişler. İnek: ‘Ben artık kadrolu oldum’ cevabı vermiş” şeklinde anlattığı fıkrayla  stadı kahkahaya boğmuştu.

Fıkradır gülünecek elbet. Fıkraların bir özelliği, güldürürken düşündürmek. Devlette çalışanların durumunu anlatmak için fıkra abartılmış. Bildiğim kadarıyla hiçbir inek günlük 40 kilo süt vermez. İnek üzerinden anlatılan bu fıkrada gerçeklik payı yok mu? Maalesef var. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için görevini layıkıyla yapmaya çalışan devlet görevlilerini tenzih ederim. Sayıları az da olsa var.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım. Eğri oturup doğru konuşalım. Hangi devlet kurumuna gidersek gidelim görüntü itibariyle herkes hummalı bir çalışma içerisinde. Her birinin önünde bir bilgisayar. Peki üretilen katma  değer nedir? Devlette çalışıp da sırtı terleyenin sayısı ne kadardır? Devlete katkımız var mı? Bir an için düşünelim: Kendimiz devlet olsak kendimize iş verir miyiz? Biz orada çalışmazsak işler aksıyor mu? Ya işimize ya da mesaiye riayetimiz ne kadardır? Devlette çalışanın yaptığı devamsızlığı özel sektörde yapabilir miyiz?

Yıllar öncesi bir personelim 4 günlük bir mazeret izni talebiyle geldi. Sebebini sorduğumda “Bizim oralarda şimdi hasat mevsimi. Ben yıllık mazeret  hakkımı hep bu mevsimde kullanırım" dedi. Ailene yardım edecek yok mu” dediğimde, “Ben manevi destek olarak yanlarında olup katkıda bulunacağım.” dedi. Mazeret izni bir hak mı dedim. “Evet” dedi. Buradaki görevin ne olacak, burası mağduriyet yaşayacak dediğimde sessiz kaldı. Bildiğim kadarıyla eşin özel sektörde çalışıyor. Eşiniz kurumundan 4 gün izin alabilir mi dedim. “Alamaz” dedi. Peki alırsa ne olur deyince, “Ya işine son verirler, ya da  Milli Eğitime gönderirler” dedi.  O zaman devlette de özel sektör mantığıyla çalışmak gerekir dedim. Devlete ait her kurum böyledir iddiasında değilim. Her çalışan hep böyledir demiyorum. Maalesef genel itibariyle durumumuz budur. Madem fıkra ile başladık, yine fıkra ile bitirelim yazımızı:

Bir İngiliz, bir Fransız bir de Türk çocuğu kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz: “-Benim babam daha hızlıdır. Çünkü 100 metreyi 5 saniyede koşar” der.

Fransız: “-Benim babam daha hızlıdır. Silahı ateşler, mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar” der.

Türk: “-Benim babam daha hızlıdır. Babam devlet hastanesinde çalışır.  Saat 5’de mesaisi biter. 3’te evde olur” cevabı verir.

Her nerede çalışırsak çalışalım; işini, gücünü layıkıyla yapanlar olmamız temennisiyle...

Sahi ne kadar süt veriyoruz günlük...?

Zülfüyâra dokunmuşsam af ola. 06/04/2016
*09/04/2016 tarihinde Anadolu’da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Nisan 2016 Salı

Çocuğumuza hangi ismi verelim?

Çocuğumuz doğduğunda ilk görevlerimizden biri de isim vermedir ona.  Çoğu zaman düşünürüz güzel bir isim vermek için. Genelde  isim vermede mahalle baskısından kurtulamayız. Kimi zaman da farklı isim olacak diye nereden ne koyacağız diye düşünür dururuz. Sonunda garip bir isim buluruz. Nedense bazı  isimler cuk otururken bazıları da sırıtıp kalıyor.

Kimi ebeveyninin ismini, kimi büyükbaba, büyükannesinin ismini  gönülden verir. Kimi “Başkası ne der” düşüncesiyle büyüklerinin ismini gönülsüz  verir. Huyunu suyunu beğense de beğenmese de  isim verme konusunda aile isimlerinin dışına çıkılmıyor. Kimi de yanına başka bir isim ilave etmek suretiyle çift isim veriyor. Bu çift ismin de çoğu zaman teki kullanılır. Diğeri kullanılmaz. Bazısı da çocuğuna kendi ismini veriyor. Kendine aşık olduğu gibi adına da aşık. Çocuğunun adı Mehmet, kendi adı Mehmet, babasının adı Mehmet, dedesinin adı Mehmet. Yani Mehmet oğlu Mehmet. İsim kıtlığı çekiyor belli.

Bazı ailelerde ise , Yeter, Songül, Döndü, Döne vb isimler dikkat çeker. Bu isimleri görür görmez ailenin en küçüğü müsün diye bir soru sorsan genelde yanılmazsın. Geçen gün kurumuma bir misafirim geldi. Tanışma esnasında  adının Yeter olduğunu öğrendim. İsminden memnun olup olmadığını sordum. “ Benden öncekiler hep kız olmuş, bana da Yeter (artık) demişler. Uzun süre ismimi mesele yaptım. “ dedi.  Mahkeme kanalıyla değiştirebilirsin dedim. “Yaşım 25 oldu, artık alıştım”  cevabı verdi.

Bazımız da vereceğimiz isim illa Kur’an da geçmeli  ve farklı olmalı  düşüncesiyle anlamına bakmadan bulduğu her ismi koyuyor: “Kezban, Ceylin, Aleyna, Sündüs”  vb gibi. Bazımız ay isimleri veriyor: “Ramazan, Recep, Şaban, Muharrem, Şevval, Ocak, Eylül vb. Bazımız eski kökenine gidip “ Timuçin, Olcaytü, Kürşat vb. Bazımız çocuğumuza siyasi bir liderin ismini veriyor. Çocuk büyüyünce çoğu zaman o siyasi lidere zıt bir düşüncenin sahibi olabiliyor.

Bazımız bir sahabi ismi veriyor. Tanıdığım biri çocuğuna Müslüman komutanlardan Usame’nin adını vermişti. Bir zaman geldi Usame bin Ladin  ortaya çıkınca arkadaşları “Ladin” diye çağırmaya başlamışlar. Aile ilk iş olarak mahkeme kararıyla çocuğun adını değiştirmek zorunda kaldı. Böyle talihsizlikler de olabiliyor.

Kimsenin çocuğuna verdiği isimle ilgili bir derdim yok. Herkes çocuğuna istediği ismi verebilir. Bizim toplumumuzda bir insanı hiç tanımadan ismi dolayısıyla hakkında kanaat belirtebiliyoruz çoğu zaman. Bir zaman bir ast subay ile tanışmıştım. Adı da Dehlevi idi. Çok rastlamadığım bir isim olduğundan ismi üzerine biraz konuşmuştuk. Garibimin -isminden dolayı- güvenlik soruşturması 6 ay sürmüş. Yine bir eğitim yönetimi seminerinde Rubil isminde bir kursiyer vardı. İsmini gören anlamını soruyordu. Garibim, “Bu yaşıma geldim, her dile baktım, anlamını bulamadım” dedi. Senin ismin Arapça dedim. “Ben ona da baktım, yok” dedi. İsminin Arapça bolluk, bereket anlamına geldiğini söyleyince adamın sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Niye sevinmesin 35 yaşından sonra isminin ne anlama geldiğini öğrenmişti ne de olsa.

Toplumda aynı adı taşıyan isimlerden mümkün olduğu kadar kaçınılmalıdır. Bir yerde oturuyorsun. İleriden biri Ramazan diye sesleniyor. Aynı anda 4 kişi birden bakıyor: Bana mı diyor diye. Hele bir ailede babanın adı Ahmet ise ne kadar oğlu varsa, ne kadar kızı varsa kendi babasının adını veriyor. Kim geldi desen Ahmet geldi. Ardından hangi Ahmet demek zorunda kalıyorsun, kim olduğunu bilmek için.

İsim kişinin alameti farikasıdır. Anlamı uygun olmalı, siyasi vb çağrışımlar yapmamalı, söylenişi kolay ve kısa olmalıdır. Kolay telaffuz edilebilmelidir.. Farklı yazılmaya müsait isimlerden de kaçınmak gerekir. Mesela çocuğunuza Alaaddin ismi verdiniz: Aleaddin, Alaeddin, Alettin, Alâeddin, Alaattin…vs. Gördüğünüz gibi ben bir kısmını yazdım. Seç beğen. Farklı farklı yazım şekli çıkar karşınıza.

Biz hangi ismi verirsek verelim. Hangi düşüncede olursak olalım. İleride bu ismi kullanacak, ismiyle müsemma olacak olan çocuğumuzdur. Farklı anlamlara gelen, farklı yerlere çekilebilen, yazım hatası riski fazla olan isimlerden kaçınmamızda fayda var diye düşünüyorum. Bir de isim vermede kararı anne  ve babaya bırakmak lazım. 

İsim verelim vermeye de, verdiğimiz isimle çocuğumuz ömür boyu uğraşmasın. Karar sizin… 05/04/2016


4 Nisan 2016 Pazartesi

İmza sirküleri

Fakültede okurken bir hocamız yoklama yapmazdı. Onun dersi ilk saatlerde bile olsa koşa koşa giderdim. Diğer öğretim görevlileri isim isim yoklama yapardı. Yoklama almayan hocanın amfisi ya da sınıfı dolu olurdu. Diğerlerinki ise zorunlu olduğundan devamsızlık hakkımızı da sonuna kadar kullanırdık.

Yoklama almayan öğretim görevlisine, "Hocam siz niye yoklama almıyorsunuz" derdik. O da: "Yıllar önce yoklama almamı istediler, elime de bir isim listesi tutuşturdular. Yoklamayı yapıp listeyi vermeye gittiğimde, "Tamam hocam gerek kalmadı" demişler. Bu duruma moralim bozuldu. "Bir daha benden yoklama listesi falan beklemeyin dedim. Ondan beri de yoklama almıyorum" dedi.

Okul bitti göreve başladık: Konferans, seminer, panel, toplantı ne varsa mutlaka imza sirküsü olur. Ya sıra ile dolaşır, ya girerken imzalanır, ya da çıkarken.  Bazen de imza sirküsü imzalanıp kaldırılmış olur. Az geç gelen imza sirküsü ne zaman gelecek diye sağına soluna bakar durur. Çünkü toplantıya geldiğini ispatlamanın yolu imzadır. İmzan yoksa yapılan etkinliğe katılmadın anlamına gelir. Amirin katılmama nedenini resmi yazıyla senden ister. Eğer önemli bir mazeretin olmazsa, belge sunamaz isen hakkında inceleme, gerektiğinde soruşturma açılması için mülki amirden onay alınarak iki muhakkik marifetiyle ifaden alınır.

Aylar önce bir toplantıya katılmadığım tespit edildiğinden ifadem istendi. Halbuki toplantıya katılmıştım. Bünyemizde iki ayrı kurum olduğundan bir tanesini imzalayıp diğerini imzalamamışım. Çünkü her sirküde ismimin karşısında iki kurum da işaretli olunurdu. Bu sefer ise her kurum için ayrı ayrı isim açılmıştı. İmza sirküsü geldiğinde hem bir taraftan ismini bulmaya çalışacaksın. İsmini bulur bulmaz da imzalayıp yanındakine vermek için acele etmen gerekiyor. Bir de imzalamak için yanında ayakta bekleyenler var. Hasılı iki yerde açılan ismimin biri imzalanmış, diğeri imzalanmamış. Bu yüzden katılmama gerekçem soruldu... Bazen de toplantı bilgisi gelmeden falan toplantıya niçin katılmadınız şeklinde de yine sorguya tabi tutulduğumuz olabilmektedir.

Öğretmenlerin haziran ve eylül aylarında iki haftalık seminerleri olur. Mutlaka yine imzalar alınır. Şubat ayında 5 yıldızlı bir otelde seminere alındım. Orada da yine imza sirküsü alındı. Yani MEB'de varlığının ispatı imzadır.

Bugün "Madde Bağımlılığı" ile ilgili bir seminere katıldım. Seminerin ikinci oturumu başlayacak iken imza sirküleri ortaya çıktı. Bir an evvel imza atmak için katılımcıların sirkü etrafında bekleşmeleri, konuşmaları, konuşmacının ahengini bozdu. İmzasını atanın çoğu da dinlemeden çekti gitti. Güzel bir görüntü oluşmadı maalesef. Pekala o konuşmacının yerinde bizlerden biri olabilirdi o kürsüde. Nedense başkasından empati isteyen bizler bazen  karşımızdakini kendimiz yerine koymayı unutuyoruz.

Milli Eğitim camiası dışında böyle bir imza sirküsü var mı acaba? Merak ettim doğrusu. Gelen gelmeyen belirlenecekse bunun artık bir başka yolu bulunmalı. Sonra zorla güzellik olmuyor. Dinlemek istemeyene  verilebilecek bir şey yoktur zaten. Gelir imzasını atar gider. Çıkardığı gürültü de cabası.

Var mı bir teklifi olan? Siz olsanız imza sirküsünün yerine neyi koyardınız?  04/04/2016



Gelin Birlik Olalım *

Bildiğiniz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde 2011 yılından beri her yıl belli bir konuya dikkat çekmek için bir tema belirlemektedir.  Bu yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında işlenmek üzere DİB tarafından belirlenen konu: "Tevhit ve Vahdet Gelin Birlik Olalım". Öncelikle her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan böyle bir konuyu seçtikleri için Diyanet camiasını ve fikir babasını tebrik ve teşekkür  ediyorum.

Cümlede geçen kelimelere bakalım: Tevhit, vahdet, birlik... Biz bu kelimelere çok hasret kaldık. Bizim  bulunmayan yitiğimiz artık. Çölde serap görme gibidir bizdeki birlik arayışı.  Çoğu zaman Allah'ın bir ve tek kabul edilmesi anlamına gelen  tevhidimize şirk, vahdetimize nifak ve fesat bulaşmış, birliğimizin temeline dinamit konmuştur. Hani biz "Bir binanın tuğlaları gibiydik." Yine biz, "Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."(1) ayetinin muhatabı idik. Yine biz, "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."(2) olacaktık. Hatta biz, "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."(3) şeklinde özellikleri belirtilen kişiler olacaktık. Aramıza kara kediler girdi. Filistin-İsrail gibi olduk. Kıyamete kadar sürecek kan davaları oluşturduk aramızda. Bölünmüşlükleri dolayısıyla bir zamanlar Ortaçağ’ı yaşayan Avrupa bir araya gelme sonucunda bu gün altın çağını yaşıyor. Biz ise altın çağdan Ortaçağ’ı yaşıyoruz asırlardır. Hani Avrupa’yı taklit ediyorduk. Taklidimiz de sahte anlaşılan. Onlardaki bir araya gelmeyi esas alsak biz aramızda vahdeti sağlarız yeniden...

2003 ya da 2004 yılı olsa gerek. "Kur'an ve İnsan" konulu bir konferans vermek için Adana'ya Engin NOYAN gelmişti. İçerik olarak kitabımızdan ne kadar uzak yaşadığımıza değindi. Bir de başından geçen bir anekdotunu anlattı: "Bir Avrupa ülkesine konferansa gitmiştim. Beni hava alanından aldılar. Yolda giderken 'Namaz geçiyor, şu camide namaz kılayım' dedim mihmandarıma. 'O cami falanların' dedi. Az sonra 'İşte bir cami daha burada kılalım' dedim. 'Orası da şunların' dedi. Yol üzerinde ne kadar cami göstermişsem hepsine  -ci, -cu eklenerek bir grubun ismi söylendi. En sonunda, 'Yahu Müslümanlara ait bir cami yok mu' dedim" şeklinde durumumuzu açıklamıştı.

29/03/2016 akşamı ÖĞ-DER tarafından düzenlenen konferansa konuşmacı olarak davet edilen İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair'in -5 yıl önce Müslüman olmuş- baldızı, gazeteci-yazar Lauren BOOTH'a, "İslam dünyasının en büyük sorunu sizce nedir" diye bir soru soruldu. "Müslümanların birlik sorunu vardır. Bölünmüş toprak parçaları gibi insanlar bölük pörçük" dedi. İçimize yeni gelmiş biri olarak bizdeki hastalığın teşhisini koymuştu. Gerçekten ülkemize bir bakalım. Kim nerede bir grup kurmuşsa (yine istisnalar kaideyi bozmaz diyelim) binadan kopmaya hazır bir tuğla gibi oluyor bir müddet sonra. Arkasındaki tebaasını gören başka beklentiler içerisine giriyor. Irak ve Suriye'deki teröre bulaşmış örgütleri gözümüzün önüne bir getirelim. Durumun ne kadar fecaat arz ettiğinin farkına varırız. Adem ŞELEŞ bir konuşmasında: "Suriye'de kimse düşmanını öldürmüyor, hep birbirlerini öldürüyor" demişti.

Hani O, bizi: "Müslümanlar olarak isimlendirmişti. En güzel isim bize verilmişken başka isimlerle tavsif etmemiz ve edilmemiz de neyin nesi? Samimiyetle kurulan her hareket belirli bir güce ulaşınca maalesef değişiyor ya da değiştiriyorlar. Zafer sarhoşluğu mu yoksa? Hani hep beraber "O'nun ipine sarılacaktık." Maalesef hep beraber ters yola girmiş; gelen bize vuruyor, geçen vuruyor. Halimiz içler acısı.

Asırlardır hasretini çektiğimiz birlik ve beraberliğimizi yeniden tesis edelim. Yine adalette, doğrulukta, güvenilirlikte öncü olalım. Her birimiz yekdiğerini kendi meşrebine değil; Allah'ın "Kopmayan sağlam kulpuna" çağırsın. 

Sözümüzü Diyanet'in tema olarak seçtiği slogan ile bitirelim: "Tevhit ve vahdet gelin birlik olalım."

(1) Saff 4, (2) Hucurat 9-10, (3) Buhari

* 16/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.