Ana içeriğe atla

Okutma aşkı **

Çok uzun yıllar geçmedi henüz. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde okuyamamış büyüklerimiz küçük yaşta hayata atılmışlar. Hayatın cenderesinden geçmişler. Hayat mektebinde okumuşlar. İş garantisi olmadan, rızık endişesi taşımadan evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Şu kadar çocuğum olsun hesabı yapmamışlar; er-rızku Alallah deyip çıkmışlar yola. Ben okuyamadım ama çocuğum okuyacak. Çünkü ne gelirse başımıza cehaletten dediler.

Çok büyük hedefler koymadılar aslında. Okusun, derdini anlatabilsin. Bir devlet dairesine vardığı zaman meramını anlatabilsin. Bir dilekçe yazabilsin. Büyüğünü büyük, küçüğünü küçük bilsin. Vatana, millete hayırlı bir evlat olsun, ardımdan bir Fatiha göndersin yeter dediler. İçlerindeki okuyamama özlemini çocuklarıyla giderdiler. Kendisiyle değil, çocuklarıyla gurur duydular. Bu nesil görevini yaptı. Şimdi sıra geldi okuyan neslin çocuklarını okutmasına.

Okuyan nesil hedefi daha da büyüttü. Çocuğum okuyacak ama en iyisini okuyacak, Türkiye derecesi yapacak. Kendi okuduğu döneme göre imkanlar daha iyiydi artık. Okuyamayan babasına göre ekonomik durumu hem daha iyiydi. Babasının kendisine  sağlayamadığı imkanı çocuğuna sağlamalıydı. Paraysa para, yardımcı kaynağın en kalitelisi, dershanenin birinci sınıfı, en iyi okul, gerekirse özel ders aldırarak çocuğunu başarının zirvesine taşımalıydı.  Çünkü bugün herkes okuyordu. Çıta yükselmişti. Bu da  ancak en iyi üniversite ve mezun olduğu zaman hemen iş bulabileceği bir bölüm olmalıydı. Bunun için paçalar sıvanmalı ve saçlar süpürge edilmeliydi ve edildi de gerçekten. 

Konunun anlaşılması için  okuyamayan nesle birinci nesil, okuyabilen nesle ikinci nesil diyelim. Aramızdaki fark I.nesil fazla bir imkan sunamadı ama okumanın önünü açtı.  Yeri geldi aile bütçesine katkıda bulunması için tatil dönemi işinde çalıştırdı ama çocukluğuna dokunmadı. II.nesil ise III. nesil diyebileceğimiz bu günkü nesle okuma imkanı sundu. Sadece ders çalışma görevi verdi. İmkanı verdi ama çocuğunun çocukluğunu da aldı elinden. Çünkü ne kadar erken ders çalışmaya başlarsa akranlarına o kadar fark atabilecekti. 

Çocukluğunu yaşatmadığımız çocuğumuza sorumluluk da vermedik. Tabir yerindeyse el bebek gül bebek yetiştirdik. Başarılı olacak diye çocuğumuzun her türlü maddi isteğini yerine getirdik. Niyet  güzel ama bir yerde hata yaptık. 

Hiç sorumluluk vermediğimiz bu çocuklara kendisini koruma bilinci veremedik. Kötülere, kötülüklere karşı korumasız bıraktık. Çünkü onları hayattan kopuk laboratuarlara hapsettik. Okula servisle gitti geldi, evde dersine iyi çalışmıyorsa hemen yurda verdik. Daha küçük yaşta anne baba hasretiyle yüz yüze bıraktık ana çocuklarını.

Eskiden köyünde okulu olmayan çocuklar kalırdı yurtlarda mecburiyetten.  Şimdi çoğu  kalıyor daha iyi çalışacak, başarılı olacak diye. İyi. Çocuğumuz yurtta, misafirhanede kalsın ama yaşı uygun mu, çocuğun psikolojisi bu ortamı kabul eder mi diye düşünmedik. Tek hedefimiz vardı: Çocuğumuzun başarılı olması. Esen rüzgardan esirgediğimiz çocuğumuzu sırf iyi okusun diye başkalarına emanet ettik. Sonuç maalesef hüsran. Nur topu gibi bir çocuğumuz oldu artık.

 Evet, cinsi sapıklar suçlu. Bunun başka izahı yok. Fakat suçu sapığın üzerine atmakla sorumluluktan kurtulacak mıyız? Bizim hiç suçumuz yok mu? 10-12 yaşındaki çocuğun misafirhanede, yurtta ne işi var Allah aşkına. Şimdi bu çocukların geleceğini yok etmedik mi? Ne işe yaradı? Kaç çuval inciri berbat ettik, bir düşünelim. Eskiden köyde okuyan çocukların okumak için sığınağıydı buralar. Şimdi taşımalı eğitim ile ortaokul ve liseye giden öğrenciler şehir merkezine veya taşıma merkezlerine taşınıyorlar. Üstelik yemekleri dahi veriliyor.

Hırsıza kilit dayanmıyorsa bu ar damarı çatlamış, beyni uçkuruna bağlı bu sapıklarla mücadele etmek zor. O zaman daha süt çocuğu olan bu çocukları başkasının kucağına atmayalım. Kendi evimizde, kendi ortamımızda okuma hayatı sağlayalım. Başkasına ihale etmeyelim. Çocuk önce evimizde pişsin. Okutma aşkı gözlerimizi kör etmesin. 08/04/2016

** 09/04/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr adresinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde