10 Mart 2016 Perşembe

Tüketim asrı**

Tüketim asrı

15 Mart “Dünya Tüketiciler Günü” dünyanın gündemine  1962”li yıllarda Kennedy'inin konuşmasıyla girmiştir. BM, 1985 yılında aldığı bir kararla bugünü “Tüketici Hakları Günü” olarak belirlemiş. Bizde  ise 1995 yılında çıkan kanunla ülke gündemine girmiştir.

Tüketicilerin korunması her ne kadar bizde 1995 yılında çıkarılan kanunla önem kazansa da, aslında bizdeki tarihi eskidir. Selçuklu ve Osmanlı'daki Ahilik ve Lonca Teşkilatı tam da tüketiciyi korumaya yöneliktir. Ecdadımız bu işi sistemleştirmiş, esnaflar arasında bir iç denetim meydana getirmişti. Ahilikte  her mesleğin bir pîri ve pîr çevresinde toplanan meslek sahipleri bulunurdu. Bu meslek sahiplerinin güven, doğruluk, tövbe ve hidayet gibi kurallara uyma zorunluluğu vardı… Anlaşılan biz devam ettirememişiz ecdadımızın bu hassasiyetini…

Her ne kadar bugün, tüketiciyi koruma ve  bilinçlendirme adına konmuş ise de tüketici kelimesini sevmiyorum. Bana; yiyici, kazanmadan yiyen, başkasının sırtından geçinen gibi anlamları çağrıştırıyor. Aslında her birimiz birer zorunlu tüketiciyiz, istesek de istemesek de. Fazla malın üretildiği bir dünyada üretilen malın ihtiyaç olsa da olmasa da pazarlanması gerekiyor. Ayıplı mala karşı bilinçleniyorsak da tüketmede, harcamada toplum olarak çılgınlığa gidiyoruz. Herhalde ileride bu asra “Tüketim asrı” adı verilir. Malın piyasaya arzı ile birlikte yapılan vurgulu reklamlar, taksit imkanı, kredi kartları, moda rüzgarları, tüketici kredileri,  sezonluk indirimler adı altında oluşturulan hava, bizi harcamaya sürüklemektedir. Hem de eski malın kullanım miadı dolmadan yenisine koşuyoruz. (Modeline ve özelliğine göre alınan/yenilenen cep telefonları bile meramımı anlatmaya yeter...) Bir tutku oldu artık bizde. Almazsak, harcamazsak, borçlanmazsak huzursuz olacağız gibi. Bir yarıştır bizdeki. Etrafımızdaki aç, susuz, sefil bir hayat yaşayanlara aldırmadan.  Tasarruf yok artık lügatımızda.  Eskiden ihtiyaç olduğu için alıyorduk bir malı. Şimdilerde ise amaç haline geldi tüketmek. (Tek takdire şayan olan yeni nesil kızlarımızın  yırtık olmasına rağmen eski kotları(!) giymeye devam etmeleridir.) "Paydası tüketim olan bütün aktiviteler insanları sadece ve sadece huzursuz eder. Huzursuzluk üzerinden bitkinlik verir. Yaşamın coşkusunu alır gider." Der F. Barbarosoğlu.

Bir yerde üretim olacaksa elbette tüketim de olacaktır. Tüketime karşı değilim. Benim derdim aşırı tüketimdir. Alırken ve tüketirken elimizi biraz da vicdanımıza koyalım diyorum. Zorunlu ihtiyaçlarını alamayan fukarayı da düşünelim. Malı üretip pazarlayanların kumpasına da düşmeyelim.

Eskiden alışverişlerde sıkıntılar olabiliyordu. Hatta bir çok küçük esnafın dükkanında herkesin görebileceği şekilde girişte büyük puntolarla yazılı bir yazı dikkatimizi çekerdi: “Satılan mal geri alınmaz, değiştirilmez” şeklinde. Hele şükür şimdilerde yok denecek kadar azaldı  böylesi yazılar. Birçok firma özellikle büyük firmalar malını geri alabildiği gibi, değiştirebiliyor da. Olur ya bir sıkıntı olmuşsa  her il ve ilçede Tüketici Hakem Heyeti” adı altında hak arama birimleri de oluşturuldu. Geçmişe oranla tüketici haklarında epey mesafe katedildi. Malın iadesi, değişimi, hakem heyetleri güzel gelişme. Elektronik eşya, dayanıklı mal vb ürünlerdeki hassasiyetin sürekli tükettiğimiz ve tüketmek zorunda kaldığımız gıda, sebze ve meyvelere de gösterilmesini istiyorum. Organik, inorganik adı altında hep yiyoruz ama ne yiyoruz gerçekten. Kullandığımıza gösterdiğimiz itina ve özeni yediğimiz ve içtiğimize de gösterelim. Bunun için de iyi bir inceleme, iç ve dış denetim gerekiyor galiba…


Bakarsın bir gün, her mesleğin her sektörün  uygulayabileceği bir düstur olur Ahilik kuralları yeniden… Yine gereksiz tüketimden tasarruf dönemlerine döneriz… Kim bilir?  

** 14/03/2916 günü Kahta Söz gazetesinde yayınlanmıştır.

Kredi kurbanları**


Çevrenizde mutlaka kredi çekmiş; ödeme zorluğu çeken, bir başka banka ile yapılandırmaya giden, ödeyemeyip kefili sıkıntıya sokan, kredi kartlarının asgarisini ödemeye çalışan kredi ve kredi kartı mağdurları vardır.  

Her birinin  hikayesi farklı farklıdır. . Ama nedense sonları aynı biter: Üzüntü, stres, sıkıntı, dar boğaza girmek, iflas … şeklinde. Kimi düğün vb yapmak için,  kimi işyeri açmak ya da işini büyütmek için, kimi tasarruf yapmak için,  kimi kiradan kurtulmak için başımı sokacağım bir evim olsun  diye girmiştir kredi işine. Kredi isimleri de değişik değişiktir: Konut, tüketici vb şeklinde.

Ne zaman maaş bordrosu almaya gelen bir personelim  olsa içim cız eder. Sorarım: Kredi mi çekeceksin diye. Bir gün bir müdürü ziyaret esnasında personelinden tanıdığım bir bayan maaş bordrosu imzalatmak için geldi. Bordroyu almasının sebebini sorduğumda “Para biriktiremiyorum. Kredi çekip altın alacağım” deyince neredeyse küçük dilimi yutacaktım. İflas eden birini gördüğümde ilk sorduğum kardeş kredi mi çektin demek. Maalesef cevaplar evet şeklinde oldu hep. Hele  kredi ile ev alma furyası başladı bir de. Evlendirip ayrı ev döşediğimiz çocuklarımızın kira vermek zorlarına gidiyor. “Biz kira vererek ev sahibi olamayız” düşüncesiyle soluğu bankalarda alıyor. Caiz mi, değil mi ikilemi yaşayan bazı dini duyarlılığı olanlar da kredi çekmek için finans kurumlarını tercih ediyor. Bankalar soldan, finans kurumları da sağdan yaklaşıyor. Sonra yıllar yılı kredi/kar payı ödemekle ömürlerini tüketiyorlar. İşyeri açmak ya da iş büyütmek için kredi çekenler ise şayet ödeyemeyip krize girdiklerinde evdeki bulgurdan da oluyorlar.

2001 krizinde özellikle muhafazakar bölgelerde fazla iflaslar olmadı. Çünkü kredi çeken esnafın sayısı fazla değildi. Son yıllarda ister dini duyarlılığı olsun ister olmasın herkeste bir krediye bulaşma sendromu baş gösterdi. Ben bu tipleri “Denize düşüp yılana sarılanlar” olarak görüyorum. Kimseyi ayıplamıyorum. Bu konuda dini bir görüş serdetme durumum da yok. Fakat üzülüyorum gerçekten hallerine.

Zaman zaman bankalarda işim olduğu zaman sıra alıp beklerken “Bireysel” bölümünde görevlinin karşısında çayını ya da kahvesini yudumlayan müşteriler görürüm. Biz işimizi ayakta çaysız kahvesiz, süreli çözmeye çalışırken onlar peşin satan gibi oturuyorlar. Görevlinin sohbeti de takdire şayan gerçekten. Bankaların itibarlı müşterileri görünümünü veriyorlar. İşte bunlar kendi ayağıyla bankacının tuzağına düşen kimseler. Şu andaki görülmeye değer itibarları sonra nasıl olur bilemem tabii. Benim de itibarım yok değil hani. Beni de bazen ararlar: “Ramazan Bey, 17600 lira birikmiş krediniz var. Şu kadar sürede ödeyeceksiniz, lütfen bankamıza uğrayın diye. Bazen de hızlarını alamayıp telefonla arayıp çay içmeye çağırıyorlar.


Bu gün adına riba, faiz, nema, kar payı, kredi ne derseniz deyin. Uzak durmak gerekiyor. Bu konuda basit mantık yürütüp sığ düşünmektense analitik düşünmek, sonuçlarını hesaba katmak gerekir. “Ev alanla evlenene Allah yardım eder” diye bir atasözümüz var. Nasibimiz mutlaka bir yerde bizi bekliyordur. Sadece sınanıyoruz belki. Helal işimize haramı ya da şüpheyi sokmayalım. Rabbim kimseyi başkasına muhtaç etmesin. Faiz, ya da krediler ne ocaklar söndürmüştür maalesef. Bu bir savaştır Allah’a ve Resülüne açılan. Lütfen kazanamayacağımız  bir savaşa girmeyelim. 10/03/2016
** 11/03/2016 tarihinde kahta söz gazetesinde yayınlanmıştır.

9 Mart 2016 Çarşamba

15 yıl aradan sonra yeniden merhaba!**


1994-2001 yılları arasında Kahta İHL’de görev yaptım. Öğretmenliğimin en güzel günlerini geçirdim. Başarılı olsun ya da olmasın; en zeki, en beyefendi öğrencilerini gördüm. Acı-tatlı günlerimi yaşadım. 28 Şubat sürecinin başlangıcını, izlerini hep birlikte yaşadık. (Allah bir daha göstermesin öyle günleri…)

Konyalıydım… Ama evim bildim Kahta’yı. 7 yıl boyunca karnımı doyurduğum yerdi. Hiç yabancılık çekmedim. En iyi dostlukları yine orada gördüm. Ayrılalı 15 yıl olmuş ama Güneydoğu’nun mütevazi bir ili olan Adıyaman’ın, Kahta’sının gönlümün bir köşesinde hep ayrı bir yeri olmuştur. Ayrıldığım yıldan itibaren ziyaret etmek nasip olmasa da, 768 km uzağında olsam da hep izledim uzaktan Kahta’yı. Dostluklarım devam etti oradakilerle.

Kardeşim! İyi, hoş da. Bunları şimdi niye anlatıyorsun derseniz? Saatim gecenin 00.00’ını gösterip tarihler 28 Şubat 2016’yı gösterdiğinde Messenger’ime bir bildiri geldi: “Hocam ‘kahtasoz.com’ gazetesinde yazmak ister misin” diye. Hiç tereddüt etmeden, nazlanmadan, gözüm kapalı; niye olmasın dedim. Buna ister cahil cesareti deyin, ister zırcahil... Hemen aynı gece oturdum klavyenin başına.

İlk iş olarak adresini verdikleri “www.kahtasoz.com” gazetesinin web sayfasına ve yazarlarına bir göz gezdirdim. Kimler yoktu ki… Yazar isimleri tanıdık simalardı; 1994 yılında 9/D sınıfında Siyer derslerine girdiğim öğrencilerim “Söz”deydi. Duygulandım, sevindim ve mutluluk duydum. Ben ayrılalı 15 yıl olmuş ama evim aynen duruyordu. Yazılarını okudum. “Boynuz kulağı geçer” denir ya. İşte öyle. Gıpta ettim… Bana gönüllerini açtılar. Allah da onların yollarını açık etsin.

Gıpta ile birlikte heyecanlandım. İçimden yazıp yazmama konusunda “Acaba?” demeye başladım… Fakat Kahtasöz Gazetesinde ismim yazılmış ve sayfaya: “Söz” yakında yazacağım, ve Yazılarımla yakında kahtasöz’deyim” yazıları eklenmişti bile. Vazgeçmek de olmazdı artık. Çünkü -düşünmeden de olsa- söz vermiştim. O zaman sözümün arkasında durmalıydım. Sözüm söz: “Söz”deyim, “Kahtasöz”deyim. İlk yazıyı yazmak zordur. Ama ben yine de bana 7 yıl boyunca tahammül gösteren Kahtalıların hoşgörüsüne sığınıyor ve Bismillah diyorum.

Ne mi yazacağım? Neyi dert edinirsem onu…Yazılarımda sürçülisan edersem şimdiden affola… Allah utandırmasın… Baki selam… 28/02/2016

28/02/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr adresinde yayınlanan ilk yazım

Var mı dünyada bizim Marş gibisi?*


İstiklal Harbinin milli bir ruh içerisinde kazanılmasını sağlamak amacıyla Mart 1921 yılında Maarif Vekaleti  tarafından bir güfte yarışması yapılır. Dereceye girecek şiire ödül konduğundan Akif, yarışmaya katılmaz. Dönemin Maarif Vekili’nin  ısrarı üzerine Akif, -ödülsüz olmak şartıyla İstiklal Harbini verecek orduya hitaben- Taceddin Dergah’ında yazdığı şiiriyle katılır.
Yarışmaya 724 şiir katılır. Şiirler arasından bir eleme yapılır. Finale 7 şiir kalır. 12 Mart 1921 yılında  TBMM'de  yapılan oturumda   Akif’in gönderdiği şiir TBMM tarafından bugünkü İstiklal Marşımız olarak coşkulu alkışlarla kabul edilir. Bu Marşın kabul edilme süreci ve tarihçesine her birimiz her an her yerde ulaşabiliriz. Ben başka yönlerine değinmek istiyorum.
Normalde şiirden pek anlamam. Zaman zaman farklı şairlere ait şiirler okurum. İstiklal Marşını her okuyuşumda, her dinleyişimde duygulanır, başka alemlere giderim. Duygu yüklü bu Marşımızın dünyada eşi ve benzeri var mı hep merak etmişimdir. Akif’in yazdığı şiirleri, hele Marşı bir başka gerçekten.  Marş’ın her bir mısrası, her bir kelimesi ayrı bir mana yüklü. Şairimiz 1921 atmosferini de yansıtmış şiirine. Ne kelime oyunu yapmış, ne vezne uysun diye çaba göstermiş. İçinden geldiği gibi yazmış ya da dökülmüş kağıda. Samimiyet, içtenlik, duygu, azim, gayret, motive... ne ararsan var. Böyle bir şiiri: Milletin malıdır, millete mâl olmuştur diyerek “Safahat'ına almaması, ödüllü diye yarışmaya katılmaması, ödülü kabul etmemesi... verilen ödülü gazilere bağışlaması nasıl bir insan psikolojisi ve ne ile açıklanır, kelime ve cümlelerimiz bunu izah etmeye kifayet eder mi bilmem? 
Devrine göre 500 lira iyi bir para. Bu dönemde bir vekilin maaşı ortalama 105 gr Reşat altını. Altının gramı yaklaşık 1 liradır. Yani Akif, 500 gram altın ödülü elinin tersiyle geri çevirmiştir. Kendisi o anda vekildir. Fakat vekillikte de fazla kalmaz. İstifa eder. Çok mu zengin. Nerde... Kim kaybetti de O bulacaktı o zaman. Adamdaki asaleti gördünüz mü? Vefat ettiğinde de ailesine bir şey bırakmadı. Gani gönüllü, eli öpülesi adam. Çocuğu yoksulluk içerisinde bir hayat sürdü. Sonunda bir kış günü çöplükte ölü bulundu.  Milli Şairimize verdiğimiz değer bu işte…Siz hiç babası  vekillik yapıp da çocuğu açlıktan ölen vekil gördünüz mü ?
Bana, açıldığı andan itibaren TBMM’nin yaptığı en büyük hizmet nedir derseniz. Ben en başa bu Marş’ın kabulünü koyarım.. Burada marş yazması konusunda Akif’i ikna eden Hamdullah Suphi’yi, bu şiiri marş olarak kabul eden o günün meclis üyelerini de ayakta alkışlamak lazım. Hepsini minnetle anıyorum Akif ile birlikte. 
Konumuz İstiklal Marşı idi. Ama konuyu genişlettim sanırım. Fakat İstiklal Marşı denince Akif, Akif denince de İstiklal Marşı akla gelir. Yazdığı eser bizim milli marşımız. O da, bizim milli şairimiz. Allah onun gibi içten ve derinden şiir yazan, Arnavut olduğu halde  yediği, içtiği yeri, memleketi kabul edip dert edinen kişilerin sayısını çoğaltsın.
Bundan çok değil. Daha önceleri biz bu Marşı daha gür bir şekilde söylerdik. Şimdilerde fon müziği eşliğinde sadece mırıldanıyoruz, söylemiyoruz artık. İstiklal Marşı söylenmeye başlandığında yine eskisi gibi dimdik durmuyoruz. 
İstiklal Marşı’mızı gür bir seda ile söylemeye devam edelim.  “Allah bu millete bir daha yeni bir İstiklal marşı yazdırmasın.”  29/02/2016

* 12/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Mart 2016 Salı

Kadınlar günü**



Yine bir “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” geldi belirli günlerimizden. Günün önemine binaen programlar, anmalar yapılacak: Geçmişte kadının ezilmişliğinden, günümüzde kadınların yeni haklar elde ettiğinden, kadınların haklarının ödenemeyeceğinden dem vurulacak.  9 Mart’tan itibaren kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadına tecavüz... gibi yine bildik manzaralar gözümüzün önünde arzı endam etmeye başlayacak. Tarih boyunca böyle olmuş, maalesef olmaya da devam ediyor.

Değer verdiğimiz şeylerin belli bir güne hapsedilmesini tasvip etmiyorum. Şunu baştan söyleyeyim: Geçmişte kadını ezen de, kadına “Kadınlar Günü” adı altında gün bahşeden zihniyet aynı zihniyettir. Kadınların böyle bir günü normalde kabul etmemeleri gerekir. Çünkü hâlâ ezme-ezilme devam ediyor. Çünkü zihniyet değişmedi.

Kadının ezilmesi, kadın olduğundan dolayı değildir tek başına. Dünya kuruldu kurulalı: Ezen ve ezilenler var. Güçlüler, hep güçsüzleri ezmiştir. Ezmeye de devam etmektedir. Sorun, kadın sorunu değil; insan/lık sorunudur. Gücü elinde bulunduranlar samimilerse eğer, timsah gözyaşlarını bir tarafa bıraksınlar önce zayıfı ezmeyi, elinde oyuncak gibi kullanmayı terk etsinler.

Kadın ve erkek, birbirinin olmazsa olmazıdır. Vazgeçilmezidir. Birbirine muhtaçtır. Biri olmadan diğeri bir hiçtir. Bir elmanın iki yarısıdır. İkisi bir bütünü oluşturur. Elmanın bir tarafından giren kurt, tüm vücuda sirayet eder. Yani tüm aileyi ve insanlığı çürütür.

Modern çağda kadınlığından ziyade dişiliği ön plandadır kadının. Kadın hem öznedir, hem nesne. Arka planda erkeği elinde oynatır. Aynı zamanda erkeğin elinde oyuncak olur. Yani oyun kurucu da kadın, oyunda piyon olanda. Hele Allah bir de boy-pos, fizik, güzellik vermişse başrol oyuncudur artık.  Erkek onu her alanda kullanır ta ki fizik ve dişiliği para etmeyinceye kadar.

TEOG ve YGS gibi sınavlarda kız çocukları erkeklere oranla daha başarılır. Kız çocukları  ev işlerinin yanında ders çalışarak başarısını ispatlıyor. Hem çocuk büyütecek. Çünkü annedir.  Hem iş hayatına atılacak.  Ev işleri yine kadını bekliyor. Hayat, kadınlar için daha zordur. Birçok iş sahasında çalıştırılmak üzere genelde bayanlar tercih edilir. Çünkü daha düşük ücrete çalışmaktadırlar. İster ev hanımı, ister iş hayatına atılsın; işini bilgi, birikim ve yeteneğine göre layıkıyla yapanlara şapka çıkartmak lazım. 


Kadın çalışırken kendisini sömürtmemesi lazım. Yaptığı işte dişiliği değil kadınlığı ön planda olmalıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama eğer Allah biraz güzellik vermişse şöhret olacağım , para kazanacağım diye başkalarının ya da tüketim sermayesinin mezesi haline gelebiliyor. Podyumlarda verilen pozlar, her türlü reklamlardaki görüntü, defilelerdeki nümayişler, filmlerdeki roller bunlara örnek olarak verilebilir. Genç yaşta güzellik ve fiziğiyle kazanılan para, emek sarf edilmeden elde edildiği için şöhretin de verdiği baş döndürücülükle lüks tüketim ve lüks yaşantıya harcanıyor. Çoğunda da aile kavramı maalesef oturmuyor. Gün be gün TV ve medyada yer almak şöhret hastalığı denen bir hastalığı beraberinde getiriyor. Bu şöhret ve şaşaalı yaşantı görsele hitap edinceye kadar devam eder. Kim ne şekilde yaşarsa yaşasın. Herkes kendi hayatını kendi çizer. Fakat ardından onlara özenti duyanlar. Evet işte bunları düşünmek ve tedbir almak lazım.

Fıtratı zorlamadan hayatın her alanında görev yapan kadınlarımıza selam olsun. Allah onlara fıtratı bozulmadan bu hayatta yaşamayı nasip etsin. Kadına şiddet, kadın katliamları ve tecavüzlerin sona ermesini temenni ediyorum. Dişiliği değil, kadınlığı ön planda olsun. Kadına şiddet ve tacizlere verilecek cezalar caydırıcı olsun.

Ne ezelim, ne de ezilelim. Kadınlarımıza gereken değeri verelim. Onlara verdiğimiz değer dilde kalmasın. Ne erkek kadının, ne de kadın erkeğin oyuncağı ve maskarası olsun. Kadınlık ve erkekliğimiz ön planda olmaktansa insanlığımız ön planda olsun. Hep beraber insanca yaşayalım.

Sadra şifa olacaksa eğer, günleri kutlu olsun tüm ezilen kadınların... 08/03/2016
**08/03/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr gazetesinde  yayımlanmıştır.


7 Mart 2016 Pazartesi

Beton yığını mabetlerimiz


Bu hafta Cuma hutbesini dinlerken 1 Ekimin ‘Camiler Haftası olduğunu öğrendim. Web sayfam ‘Dilinkemigiyok.blogspot.com.tr’ adresine bir göz atınca camilerle ilgili 07/03/2016 tarihinde kaleme aldığım aşağıdaki yazım gözüme ilişti:

Size, günümüz insanıyla eski insanlar arasındaki en önemli fark hangisidir diye bir soru sorsam, öyle zannediyorum,  birbirinden önemli farklı cevaplar alırız. Siz bana sormazsınız da, farz edelim ki sordunuz. Benim verebileceğim cevap: Samimiyet derim.

Verdiğim cevaba şaşırabilirsiniz. Biraz örneklendirirsem sanırım şaşkınlığınız gider. Farkı ortaya koymak için eski ile yeniyi kıyaslamamız lazım. Bunun için uzun bir araştırmaya gerek yok. Eski eserlere, mabetlere bakalım. Bir de günümüzdekilere. Süleymaniye, Selimiye, Ayasofya mabetlerini ele alalım. Asırlardır tüm azamet ve görkemleriyle dimdik ayakta. Sanatın, estetiğin, kültürün tüm incelikleri işlenmiş vaziyette. İçlerine girdiğin zaman o günün teknolojisiyle bu kadar muazzam eserleri, sağlam bir şekilde nasıl yaptıklarına hayret edip hayran kalmamak elde değil gerçekten. Yazın serin kışın sıcak tutan yönleri, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye ses geçirmez özellikleri; mihrap, minber ve müezzinlikteki okuma ve hitabın mabedin her yerine duyulacak şekilde ayarlanması gibi bir çok yönleri takdire şayan gerçekten.

Günümüzdekilere gelince en sağlam binanın en uzun ömrü 100 yıldır. Yazın sıcak, kışın soğuk tutar. Sanat, estetik, kullanış, görüntü ise evlere şenlik. İçerinin sesi dışarıya, dışarının sesi ise içeriden duyulacak şekilde kağıttan binalar. İçine girdiğin zaman güzel bir şekilde donatılmış,  görüntüsü dikkat çeker.  Her mabette ilaveler, eksiklikler olabilir ama her camide vazgeçilmez olan bir şey var: Mikrofon sistemi. Minberinden, mihrabına; kürsüsünden müezzinliğe varıncaya kadar bu ses sistemini görmek mümkün. Haydi büyük camileri anladım da kare şeklinde küçücük camilerde bile bu ses sistemi var. Cuma ve bayram günlerinde kullanılsa anlarım, dışarıda da cemaat var diye. Günün beş vaktinde bu ses sistemleri maalesef çalışmak zorunda. Çünkü küçücük camide bile sesi duyurmak için bu sisteme ihtiyaç duyuluyor. Zaman zaman bozulup hele secdede iken kulağı tırmalarcasına cızırtı ve cayırtı yapması da işin bir başka yönü.

Günümüz insanının  geçmiş insanlara göre tek yaptığı şey, yapılan eserin uzun yıllar sürmemesi. Başlamasıyla bitirmesi bir oluyor. Reklamda yine eski insanlar ellerine su dökemez. Tabir yerindeyse onca görkemin, hızın gerisinde günümüz binalarını beton yığını olarak görmek lazım.

Eski mabetlerin etrafında imarethanesi, medresesi, hamamı vs. müştemilatı yer alırken günümüzde yapılan sadece mabet yeri var. Onlar da yüksek binaların arasında kaybolmuş durumda. Üstelik sadece ibadet saatlerinde açılan ve başka bir amaç için kullanılmayan yer görünümündedir.

Eski insanlar hangi inançtan, hangi dinden olursa olsun işlerini özellikle mabetlerini düzgün yapmışlar. Yaptıkları iş, evladiyelik olsun demişler. Reklam yok. Binalarını yaparken her şeyi düşünerek sindire sindire yapmışlar. Masraf, maliyet hesabı yapmamışlar. Günümüzde ise reklam, hız ve günü kurtarma maalesef ön plandadır. Yaptığımız eserin kendi ömrümüzle sınırlı olmasını hesaplıyoruz sanki. Bir de ne kadar maliyetten kısarız. Az maliyetle nasıl çok para kazanırız hesabı yapılmakta maalesef.

İşte size günümüz insanıyla eski insanın arasında gördüğüm en büyük farkı örneklerle anlatmaya çalıştım. Bilmem anlatabildim mi meramımı? Bilmem ikna edebildim mi sizi?  Ben kendimi ikna ettim. Siz hala ikna olmadıysanız bu da benim anlatım eksikliğimdendir.


Camilerimizin çok amaçlı kullanılması, mimarisine önem verilmesi temennisiyle Rabbim bizlere samimiyet versin, iyi niyet versin, cemaatten ayırmasın birlik ve dirlik versin.  Zira "Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır." 7’den yetmişe cemaatimiz bol olsun.  07/03/2016

6 Mart 2016 Pazar

Hasan KAYHAN


Kahta'da görev yaptığım yıllarda 11/F Sosyal sınıfında hitabet dersine girmiştim. Son sınıf olmalarına rağmen sınıfın çoğunluğunun pek bir hedefi yoktu. Çünkü o yılda uygulamaya konan katsayı engeli tüm morallerini alt üst etmişti.
Zaman zaman ayetleri tahtaya yazar, öğrencilerden açıklama isterdim. Sınıfın orta sırasının en arkasında oturan bir öğrenci dikkatimi çekmişti; ÖSS'ye hazırlanan ve derse katılan.
Hayat dolu, hedefi olan biriydi. Birikimiyle farkındalık oluşturuyordu. 

Yine bir Cuma günü Cennet, Cehennem, ahiret ve ölümle ilgili ayetler yazdım. Ağırlıklı olarak yine aynı öğrenci ayetlerden anladığını açıklamıştı. Dersin son beş dakikası sınav tarihini belirledik.
Dersten çıktım. 

Ertesi gün çarşıya çıktım. Öğrencilerimden acı haberi duydum. Dün derste aktif bir şekilde derse katılan öğrencimiz intihar etmişti. İntihar edecek kimse niçin derse katılsın, niçin sınav tarihini belirlemede görüş serdetsin, niçin ÖSS'ye hazırlansındı. 

Bugün o öğrencimi hatırladım. İsmi Hasan KAYHAN'dı. Yaptığı doğru değildi. Hiçbir şey intihar nedeni olmamalıydı. Kim bilir ne sıkıntısı vardı?  Sebebini de maalesef öğrenemedim. Çok da araştırmadım. Allah taksiratını affetsin. 10/11/2015