9 Mart 2016 Çarşamba

Var mı dünyada bizim Marş gibisi?*


İstiklal Harbinin milli bir ruh içerisinde kazanılmasını sağlamak amacıyla Mart 1921 yılında Maarif Vekaleti  tarafından bir güfte yarışması yapılır. Dereceye girecek şiire ödül konduğundan Akif, yarışmaya katılmaz. Dönemin Maarif Vekili’nin  ısrarı üzerine Akif, -ödülsüz olmak şartıyla İstiklal Harbini verecek orduya hitaben- Taceddin Dergah’ında yazdığı şiiriyle katılır.
Yarışmaya 724 şiir katılır. Şiirler arasından bir eleme yapılır. Finale 7 şiir kalır. 12 Mart 1921 yılında  TBMM'de  yapılan oturumda   Akif’in gönderdiği şiir TBMM tarafından bugünkü İstiklal Marşımız olarak coşkulu alkışlarla kabul edilir. Bu Marşın kabul edilme süreci ve tarihçesine her birimiz her an her yerde ulaşabiliriz. Ben başka yönlerine değinmek istiyorum.
Normalde şiirden pek anlamam. Zaman zaman farklı şairlere ait şiirler okurum. İstiklal Marşını her okuyuşumda, her dinleyişimde duygulanır, başka alemlere giderim. Duygu yüklü bu Marşımızın dünyada eşi ve benzeri var mı hep merak etmişimdir. Akif’in yazdığı şiirleri, hele Marşı bir başka gerçekten.  Marş’ın her bir mısrası, her bir kelimesi ayrı bir mana yüklü. Şairimiz 1921 atmosferini de yansıtmış şiirine. Ne kelime oyunu yapmış, ne vezne uysun diye çaba göstermiş. İçinden geldiği gibi yazmış ya da dökülmüş kağıda. Samimiyet, içtenlik, duygu, azim, gayret, motive... ne ararsan var. Böyle bir şiiri: Milletin malıdır, millete mâl olmuştur diyerek “Safahat'ına almaması, ödüllü diye yarışmaya katılmaması, ödülü kabul etmemesi... verilen ödülü gazilere bağışlaması nasıl bir insan psikolojisi ve ne ile açıklanır, kelime ve cümlelerimiz bunu izah etmeye kifayet eder mi bilmem? 
Devrine göre 500 lira iyi bir para. Bu dönemde bir vekilin maaşı ortalama 105 gr Reşat altını. Altının gramı yaklaşık 1 liradır. Yani Akif, 500 gram altın ödülü elinin tersiyle geri çevirmiştir. Kendisi o anda vekildir. Fakat vekillikte de fazla kalmaz. İstifa eder. Çok mu zengin. Nerde... Kim kaybetti de O bulacaktı o zaman. Adamdaki asaleti gördünüz mü? Vefat ettiğinde de ailesine bir şey bırakmadı. Gani gönüllü, eli öpülesi adam. Çocuğu yoksulluk içerisinde bir hayat sürdü. Sonunda bir kış günü çöplükte ölü bulundu.  Milli Şairimize verdiğimiz değer bu işte…Siz hiç babası  vekillik yapıp da çocuğu açlıktan ölen vekil gördünüz mü ?
Bana, açıldığı andan itibaren TBMM’nin yaptığı en büyük hizmet nedir derseniz. Ben en başa bu Marş’ın kabulünü koyarım.. Burada marş yazması konusunda Akif’i ikna eden Hamdullah Suphi’yi, bu şiiri marş olarak kabul eden o günün meclis üyelerini de ayakta alkışlamak lazım. Hepsini minnetle anıyorum Akif ile birlikte. 
Konumuz İstiklal Marşı idi. Ama konuyu genişlettim sanırım. Fakat İstiklal Marşı denince Akif, Akif denince de İstiklal Marşı akla gelir. Yazdığı eser bizim milli marşımız. O da, bizim milli şairimiz. Allah onun gibi içten ve derinden şiir yazan, Arnavut olduğu halde  yediği, içtiği yeri, memleketi kabul edip dert edinen kişilerin sayısını çoğaltsın.
Bundan çok değil. Daha önceleri biz bu Marşı daha gür bir şekilde söylerdik. Şimdilerde fon müziği eşliğinde sadece mırıldanıyoruz, söylemiyoruz artık. İstiklal Marşı söylenmeye başlandığında yine eskisi gibi dimdik durmuyoruz. 
İstiklal Marşı’mızı gür bir seda ile söylemeye devam edelim.  “Allah bu millete bir daha yeni bir İstiklal marşı yazdırmasın.”  29/02/2016

* 12/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Mart 2016 Salı

Kadınlar günü**



Yine bir “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” geldi belirli günlerimizden. Günün önemine binaen programlar, anmalar yapılacak: Geçmişte kadının ezilmişliğinden, günümüzde kadınların yeni haklar elde ettiğinden, kadınların haklarının ödenemeyeceğinden dem vurulacak.  9 Mart’tan itibaren kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadına tecavüz... gibi yine bildik manzaralar gözümüzün önünde arzı endam etmeye başlayacak. Tarih boyunca böyle olmuş, maalesef olmaya da devam ediyor.

Değer verdiğimiz şeylerin belli bir güne hapsedilmesini tasvip etmiyorum. Şunu baştan söyleyeyim: Geçmişte kadını ezen de, kadına “Kadınlar Günü” adı altında gün bahşeden zihniyet aynı zihniyettir. Kadınların böyle bir günü normalde kabul etmemeleri gerekir. Çünkü hâlâ ezme-ezilme devam ediyor. Çünkü zihniyet değişmedi.

Kadının ezilmesi, kadın olduğundan dolayı değildir tek başına. Dünya kuruldu kurulalı: Ezen ve ezilenler var. Güçlüler, hep güçsüzleri ezmiştir. Ezmeye de devam etmektedir. Sorun, kadın sorunu değil; insan/lık sorunudur. Gücü elinde bulunduranlar samimilerse eğer, timsah gözyaşlarını bir tarafa bıraksınlar önce zayıfı ezmeyi, elinde oyuncak gibi kullanmayı terk etsinler.

Kadın ve erkek, birbirinin olmazsa olmazıdır. Vazgeçilmezidir. Birbirine muhtaçtır. Biri olmadan diğeri bir hiçtir. Bir elmanın iki yarısıdır. İkisi bir bütünü oluşturur. Elmanın bir tarafından giren kurt, tüm vücuda sirayet eder. Yani tüm aileyi ve insanlığı çürütür.

Modern çağda kadınlığından ziyade dişiliği ön plandadır kadının. Kadın hem öznedir, hem nesne. Arka planda erkeği elinde oynatır. Aynı zamanda erkeğin elinde oyuncak olur. Yani oyun kurucu da kadın, oyunda piyon olanda. Hele Allah bir de boy-pos, fizik, güzellik vermişse başrol oyuncudur artık.  Erkek onu her alanda kullanır ta ki fizik ve dişiliği para etmeyinceye kadar.

TEOG ve YGS gibi sınavlarda kız çocukları erkeklere oranla daha başarılır. Kız çocukları  ev işlerinin yanında ders çalışarak başarısını ispatlıyor. Hem çocuk büyütecek. Çünkü annedir.  Hem iş hayatına atılacak.  Ev işleri yine kadını bekliyor. Hayat, kadınlar için daha zordur. Birçok iş sahasında çalıştırılmak üzere genelde bayanlar tercih edilir. Çünkü daha düşük ücrete çalışmaktadırlar. İster ev hanımı, ister iş hayatına atılsın; işini bilgi, birikim ve yeteneğine göre layıkıyla yapanlara şapka çıkartmak lazım. 


Kadın çalışırken kendisini sömürtmemesi lazım. Yaptığı işte dişiliği değil kadınlığı ön planda olmalıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama eğer Allah biraz güzellik vermişse şöhret olacağım , para kazanacağım diye başkalarının ya da tüketim sermayesinin mezesi haline gelebiliyor. Podyumlarda verilen pozlar, her türlü reklamlardaki görüntü, defilelerdeki nümayişler, filmlerdeki roller bunlara örnek olarak verilebilir. Genç yaşta güzellik ve fiziğiyle kazanılan para, emek sarf edilmeden elde edildiği için şöhretin de verdiği baş döndürücülükle lüks tüketim ve lüks yaşantıya harcanıyor. Çoğunda da aile kavramı maalesef oturmuyor. Gün be gün TV ve medyada yer almak şöhret hastalığı denen bir hastalığı beraberinde getiriyor. Bu şöhret ve şaşaalı yaşantı görsele hitap edinceye kadar devam eder. Kim ne şekilde yaşarsa yaşasın. Herkes kendi hayatını kendi çizer. Fakat ardından onlara özenti duyanlar. Evet işte bunları düşünmek ve tedbir almak lazım.

Fıtratı zorlamadan hayatın her alanında görev yapan kadınlarımıza selam olsun. Allah onlara fıtratı bozulmadan bu hayatta yaşamayı nasip etsin. Kadına şiddet, kadın katliamları ve tecavüzlerin sona ermesini temenni ediyorum. Dişiliği değil, kadınlığı ön planda olsun. Kadına şiddet ve tacizlere verilecek cezalar caydırıcı olsun.

Ne ezelim, ne de ezilelim. Kadınlarımıza gereken değeri verelim. Onlara verdiğimiz değer dilde kalmasın. Ne erkek kadının, ne de kadın erkeğin oyuncağı ve maskarası olsun. Kadınlık ve erkekliğimiz ön planda olmaktansa insanlığımız ön planda olsun. Hep beraber insanca yaşayalım.

Sadra şifa olacaksa eğer, günleri kutlu olsun tüm ezilen kadınların... 08/03/2016
**08/03/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr gazetesinde  yayımlanmıştır.


7 Mart 2016 Pazartesi

Beton yığını mabetlerimiz


Bu hafta Cuma hutbesini dinlerken 1 Ekimin ‘Camiler Haftası olduğunu öğrendim. Web sayfam ‘Dilinkemigiyok.blogspot.com.tr’ adresine bir göz atınca camilerle ilgili 07/03/2016 tarihinde kaleme aldığım aşağıdaki yazım gözüme ilişti:

Size, günümüz insanıyla eski insanlar arasındaki en önemli fark hangisidir diye bir soru sorsam, öyle zannediyorum,  birbirinden önemli farklı cevaplar alırız. Siz bana sormazsınız da, farz edelim ki sordunuz. Benim verebileceğim cevap: Samimiyet derim.

Verdiğim cevaba şaşırabilirsiniz. Biraz örneklendirirsem sanırım şaşkınlığınız gider. Farkı ortaya koymak için eski ile yeniyi kıyaslamamız lazım. Bunun için uzun bir araştırmaya gerek yok. Eski eserlere, mabetlere bakalım. Bir de günümüzdekilere. Süleymaniye, Selimiye, Ayasofya mabetlerini ele alalım. Asırlardır tüm azamet ve görkemleriyle dimdik ayakta. Sanatın, estetiğin, kültürün tüm incelikleri işlenmiş vaziyette. İçlerine girdiğin zaman o günün teknolojisiyle bu kadar muazzam eserleri, sağlam bir şekilde nasıl yaptıklarına hayret edip hayran kalmamak elde değil gerçekten. Yazın serin kışın sıcak tutan yönleri, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye ses geçirmez özellikleri; mihrap, minber ve müezzinlikteki okuma ve hitabın mabedin her yerine duyulacak şekilde ayarlanması gibi bir çok yönleri takdire şayan gerçekten.

Günümüzdekilere gelince en sağlam binanın en uzun ömrü 100 yıldır. Yazın sıcak, kışın soğuk tutar. Sanat, estetik, kullanış, görüntü ise evlere şenlik. İçerinin sesi dışarıya, dışarının sesi ise içeriden duyulacak şekilde kağıttan binalar. İçine girdiğin zaman güzel bir şekilde donatılmış,  görüntüsü dikkat çeker.  Her mabette ilaveler, eksiklikler olabilir ama her camide vazgeçilmez olan bir şey var: Mikrofon sistemi. Minberinden, mihrabına; kürsüsünden müezzinliğe varıncaya kadar bu ses sistemini görmek mümkün. Haydi büyük camileri anladım da kare şeklinde küçücük camilerde bile bu ses sistemi var. Cuma ve bayram günlerinde kullanılsa anlarım, dışarıda da cemaat var diye. Günün beş vaktinde bu ses sistemleri maalesef çalışmak zorunda. Çünkü küçücük camide bile sesi duyurmak için bu sisteme ihtiyaç duyuluyor. Zaman zaman bozulup hele secdede iken kulağı tırmalarcasına cızırtı ve cayırtı yapması da işin bir başka yönü.

Günümüz insanının  geçmiş insanlara göre tek yaptığı şey, yapılan eserin uzun yıllar sürmemesi. Başlamasıyla bitirmesi bir oluyor. Reklamda yine eski insanlar ellerine su dökemez. Tabir yerindeyse onca görkemin, hızın gerisinde günümüz binalarını beton yığını olarak görmek lazım.

Eski mabetlerin etrafında imarethanesi, medresesi, hamamı vs. müştemilatı yer alırken günümüzde yapılan sadece mabet yeri var. Onlar da yüksek binaların arasında kaybolmuş durumda. Üstelik sadece ibadet saatlerinde açılan ve başka bir amaç için kullanılmayan yer görünümündedir.

Eski insanlar hangi inançtan, hangi dinden olursa olsun işlerini özellikle mabetlerini düzgün yapmışlar. Yaptıkları iş, evladiyelik olsun demişler. Reklam yok. Binalarını yaparken her şeyi düşünerek sindire sindire yapmışlar. Masraf, maliyet hesabı yapmamışlar. Günümüzde ise reklam, hız ve günü kurtarma maalesef ön plandadır. Yaptığımız eserin kendi ömrümüzle sınırlı olmasını hesaplıyoruz sanki. Bir de ne kadar maliyetten kısarız. Az maliyetle nasıl çok para kazanırız hesabı yapılmakta maalesef.

İşte size günümüz insanıyla eski insanın arasında gördüğüm en büyük farkı örneklerle anlatmaya çalıştım. Bilmem anlatabildim mi meramımı? Bilmem ikna edebildim mi sizi?  Ben kendimi ikna ettim. Siz hala ikna olmadıysanız bu da benim anlatım eksikliğimdendir.


Camilerimizin çok amaçlı kullanılması, mimarisine önem verilmesi temennisiyle Rabbim bizlere samimiyet versin, iyi niyet versin, cemaatten ayırmasın birlik ve dirlik versin.  Zira "Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır." 7’den yetmişe cemaatimiz bol olsun.  07/03/2016

6 Mart 2016 Pazar

Hasan KAYHAN


Kahta'da görev yaptığım yıllarda 11/F Sosyal sınıfında hitabet dersine girmiştim. Son sınıf olmalarına rağmen sınıfın çoğunluğunun pek bir hedefi yoktu. Çünkü o yılda uygulamaya konan katsayı engeli tüm morallerini alt üst etmişti.
Zaman zaman ayetleri tahtaya yazar, öğrencilerden açıklama isterdim. Sınıfın orta sırasının en arkasında oturan bir öğrenci dikkatimi çekmişti; ÖSS'ye hazırlanan ve derse katılan.
Hayat dolu, hedefi olan biriydi. Birikimiyle farkındalık oluşturuyordu. 

Yine bir Cuma günü Cennet, Cehennem, ahiret ve ölümle ilgili ayetler yazdım. Ağırlıklı olarak yine aynı öğrenci ayetlerden anladığını açıklamıştı. Dersin son beş dakikası sınav tarihini belirledik.
Dersten çıktım. 

Ertesi gün çarşıya çıktım. Öğrencilerimden acı haberi duydum. Dün derste aktif bir şekilde derse katılan öğrencimiz intihar etmişti. İntihar edecek kimse niçin derse katılsın, niçin sınav tarihini belirlemede görüş serdetsin, niçin ÖSS'ye hazırlansındı. 

Bugün o öğrencimi hatırladım. İsmi Hasan KAYHAN'dı. Yaptığı doğru değildi. Hiçbir şey intihar nedeni olmamalıydı. Kim bilir ne sıkıntısı vardı?  Sebebini de maalesef öğrenemedim. Çok da araştırmadım. Allah taksiratını affetsin. 10/11/2015

3 Mart 2016 Perşembe

Hayırlı evlat *


Metropol Dergisinin, ABK Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet BAYDAR ile Aralık 2015’de yaptığı röportajı okuma imkanım oldu. Derginin: “ABK Grup olarak Konya da yayın hayatının önemli oyuncularından Anadolu’da Bugün gazetesi, Genç İdeal Dergisi ve İdeal Hayat Dergisi de bünyenizde yayınlanmakta. Bu sektöre adım atışınız hakkında bilgi alabilir miyiz?” Sorusuna, Sayın BAYDAR’ın:

Gazetecilik benim baba mesleğim. 1980 yıllarında babam rahmetli, bugün Anadolu’da Bugün ismiyle yayın hayatına devam eden gazetenin 1.5 yıla yakın sahipliğini yaptı ve o dönem şartlar el vermediğinden devretti. Ancak o günlerden içimizde bir uhde olarak kalmış ki, bugün yine aynı isimle “Anadolu’da Bugün” gazetesini 3.yılına getirdik. Anadolu’da Bugün gazetesini daha da büyüterek Karaman ve Aksaray’da da okuyucularımızın hizmetine sunmaya başladık.” cevabı dikkatimi çekti.

Röportajda “Babam ”  dediği rahmetli Latif Cavit BAYDAR beyefendiyi üniversiteye başladığım 1986 yılında ziyaret edip kendisiyle sohbet etme imkanı bulmuştum. Cömert birisi idi. İhtiyaç sahibi bir öğrenci olan bana maddi ve manevi desteğini esirgememişti. Çok kültürlü ve samimi idi. Elinde kitabı ve gazetesi düşmeyen ve durmadan okuyan birisi idi. Röportajdan anladığım kadarıyla Latif Abi “Anadolu’da Bugün” adıyla bir gazete çıkarmış 80’li yıllarda.

04/03/2013 gününde Konya-Karaman-Aksaray’ı içine alan bir  bölge gazetesi yayın hayatına başlıyor. İsim tanıdık: “Anadolu’da Bugün Gazetesi” adıyla. 1980’lerde babasının çıkardığı ve devretmek durumunda kaldığı gazeteyi oğlu, aynı isimle yeniden çıkarıyor. Dün bu gazete 3 yaşını doldurup 4.yıla adımını attı.


Sahihi Müslim’de geçen bir Hadis’i Şerifte Peygamberimiz: “İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir, amel defteri kapanır. Sadece üç şey müstesna. Onun sevabı öldükten sonra da devam eder: 1- Sadaka-i cariye, yani hayrı devam eden iyilikler. 2- Kendisinden istifade edilen ilim. 3- Kendisine dua eden salih, hayırlı evlat.” Hayırlı evlat dedikleri, babaya vefa dedikleri  böyle bir şey olsa gerek. Nur içinde yat Latif Abi. Gözün arkada kalmasın.

Bu vesileyle babasının çıkarttığı gazetenin  adını yaşatan ve içindeki ukdeyi uhdeye dönüştüren ve 4.yılına merhaba dedirten, gazetenin idealist ve prensip sahibi Ahmet BAYDAR’ı, gazetenin bugünlere ulaşmasına sebep olan Anadolu’da Bugün ailesini  tebrik ediyor. Nice yıllara diyorum.

Not: İçinizden “Yağcılarda inecek var. Bu kadar yağ fazla diyebilirsiniz.” Kusura bakmayın. En beceremediğim şeydir o. Benimkisi bir durum tespitidir, övmek değil. Yazımda adı geçen Ahmet BAYDAR, ortaokul ve lisede aynı sırayı 6 yıl paylaştığım dostumdur. Bu kadar da olsun değil mi?
*05/03/2016 günü Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                                                               




Telefonumdaki ses*


Sabah işe giderken apartmanın önündeki kayısı ağacının çiçek açtığını gördüm.  Baharın müjdecisi derken içim burkuldu, eyvah dedim. Sakın ola,  bu bahar; yalancı bahar olmasın. Eğer öyle olursa ardından soğuklar gelir bu sene de ağaçlar üşür, meyve yüzü görmeyiz… Zaten bu sene kış görmedik; kuru ayazdan başka.  Kara, yağmura hasret kaldık. Mahsuller iyi olmayacak. Geçen kış bereketli geçti, bu sene işler kesat olacak. Küresel ısınma dedikleri bu olsa gerek dedim.  Evet bu tatil günü, bu yalancı baharı ele alayım diye düşündüm.

İşyerimde işe koyulmuşken gelen bir telefon, yazı konumu değiştirdi ve tüm yorgunluğum gitti. Evet… Bugün içim içime sığmadı. Mutlu mu oldum mutlu. Hayırdır, Cenneti mi kazandın yoksa derseniz? Sanki Cenneti kazanmış gibi oldum. Bugün beni ilkokul öğretmenim aradı. Cenneti kazanmak gibi bir şey benim için…Bunda ne var bu kadar sevinecek diyebilirsiniz? İnsan manevi değeri büyük, böylesi telefonlara sevinebiliyor; eğer hayattan çok beklenti içerisine girmez isek.  Öğretmeniniz yıllar  sonra sizi unutmamış ve arıyor, inşallah en kısa zamanda ziyaretine geleceğim diyorsa  kendinizi bahtiyar hissedebilirsiniz.

3 ay önce bir ilkokul arkadaşım ile karşılaştım. Mustafa VAROL ile görüştüm dedi. Hemen 43 yıl öncesine gittim. Duygulandım. Mustafa VAROL:  Beni ilkokul 4.sınıfa kadar okutan ilkokul öğretmenimdi. Numarasını aldım, hemen aradım. “Ben Ramazan YÜCE” dedim. Tanıyamadım, kimsin demedi. Hiç duraksamadan “Sarı Ramazan, nasılsın, nerelerdesin” demez mi? O zaman da dünyalar benim olmuştu; öğretmenim beni unutmamış diye. Nakil gittiği 1973 yılından beri öğretmenimizle  hiç yolumuz kesişmedi. Olayı abarttığımı düşünenlere, bugün okuttuğumuz öğrencilerin çoğunun adını ve simasını hatırlamayan bizleri düşünürseniz bu olayı çok da mübalağa etmediğim anlaşılır.

43 yıl öncesi gözümün önünden geldi geçti birden.  Bize  bir harften fazla harfi ve nicelerini öğretmişti bir kere. Cuma’ya gitmeyi onunla öğrendim. Bize okuduğu kitabı  ve içerisinde geçen Hayri Dede’yi unutmadım.  Can kulağıyla dinlerdik. Bazen alırdı eline sazını. Çalardı: “Çırpınırdı Karadeniz” diye. Kendisinin yazdığı “Dokuz gözlü Çeşmesi var” isimli uzun şiirini ezberleyip yutmuştum. Bir bayramda okumam için verdiği “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek…” şiirini ezberleyip göğsümü kabarta kabarta okuduğumu daha dün gibi hatırladım hemen.

Yazımı okuyunca belki: “Ne oluyor bu adama. 43 yıl geçmiş olmasına rağmen hocası öğrencisini hatırlıyor ama öğrencisi, tarihleri karıştırmış. Bugünü 24 Kasım Öğretmenler Günü sanıyor”  diye içinizden geçirebilirsiniz. Yok. Tarihleri falan karıştırmadım. Anma ve hatırlamaları belli bir güne hapsetmeyi sevmem. Günlük değil anma ve sevgim. Bir ömürlüktür…

Bizleri okutan her bir öğretmenin yanımızda ayrı bir yeri vardır mutlaka. Ama her birimizin unutamadığı ortak öğretmenimiz, eski adıyla ilkokul yeni tabirle sınıf öğretmenidir.

Eğitim aşığı, eğitim ordusudur onlar. Bir ideal ve heyecanları vardı. Allah onlardan razı olsun. Allah onlara hayırlı uzun ömürler versin. Yıllar geçtiği halde öğrencisine ismiyle hitap eden öğretmenlerimizin sayısını çoğaltsın. Elleri öpülesi insanlar. Siz çok yaşayın emi…02/03/2016
*09/03/2016 günü Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.


2 Mart 2016 Çarşamba

Bu sene de çıkmadı Hacc

Bu sene de çıkmadı Hacc, kur'a da...Umutla bir başka bahara kaldı. Tıpkı sevinç, mutluluk ve heyecanlarımızı ötelediğimiz gibi...

Halbuki ne kadar umutlanmıştım kur'aya. Çünkü kur'alarda şansım yüksekti:

* Dedemin mirasını paylaşırken taşlı çakıllı tarlayı ben çekmiştim.

* Kahta KML'de ücretsiz gözetmenlik yapmak için ihtiyaç olan 2 gözetmenlik için talip olmayınca 20 kişi arasında çekilen kur'a da bana çıkmıştı. (O zaman da demiştim kur'a çekecekseniz ben gönüllü olayım diye. Gönüllü olmamı kabul etmemişlerdi.)

* Bir yemekte çıkması muhtemel kıl, taş hep bana çıkardı.

* Adım Mehmet değildi Ama. Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete idi namı diğer adım.. vs.

* Hasılı sorumluluk isteyen her yerin ve şeyin kur'asında vardım.

Tüm bunlara bakarak işimiz kur'aya kalmışsa şansım, bahtım yüksek diyordum. Diğer tüm sorumluluklarda adım geçiyor. Nedense Hacc kur'asında  yokum. Demek ki sorumluluğunu taşıyamayacağımı biliyorlar. Tek umudum müracaatı belli bir seneyi dolduranları kur'aya dahil etmeden alıyorlarmış. Eğer o zamana kadar kuralı değiştirmezlerse...

 TC'nin ve Suud'un alacakları olsun... O kur'aların da...

Umutsuz olma be Ramazan, Nasibin seneyedir inşaallah!...02/03/2016