7 Mart 2016 Pazartesi

Beton yığını mabetlerimiz


Bu hafta Cuma hutbesini dinlerken 1 Ekimin ‘Camiler Haftası olduğunu öğrendim. Web sayfam ‘Dilinkemigiyok.blogspot.com.tr’ adresine bir göz atınca camilerle ilgili 07/03/2016 tarihinde kaleme aldığım aşağıdaki yazım gözüme ilişti:

Size, günümüz insanıyla eski insanlar arasındaki en önemli fark hangisidir diye bir soru sorsam, öyle zannediyorum,  birbirinden önemli farklı cevaplar alırız. Siz bana sormazsınız da, farz edelim ki sordunuz. Benim verebileceğim cevap: Samimiyet derim.

Verdiğim cevaba şaşırabilirsiniz. Biraz örneklendirirsem sanırım şaşkınlığınız gider. Farkı ortaya koymak için eski ile yeniyi kıyaslamamız lazım. Bunun için uzun bir araştırmaya gerek yok. Eski eserlere, mabetlere bakalım. Bir de günümüzdekilere. Süleymaniye, Selimiye, Ayasofya mabetlerini ele alalım. Asırlardır tüm azamet ve görkemleriyle dimdik ayakta. Sanatın, estetiğin, kültürün tüm incelikleri işlenmiş vaziyette. İçlerine girdiğin zaman o günün teknolojisiyle bu kadar muazzam eserleri, sağlam bir şekilde nasıl yaptıklarına hayret edip hayran kalmamak elde değil gerçekten. Yazın serin kışın sıcak tutan yönleri, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye ses geçirmez özellikleri; mihrap, minber ve müezzinlikteki okuma ve hitabın mabedin her yerine duyulacak şekilde ayarlanması gibi bir çok yönleri takdire şayan gerçekten.

Günümüzdekilere gelince en sağlam binanın en uzun ömrü 100 yıldır. Yazın sıcak, kışın soğuk tutar. Sanat, estetik, kullanış, görüntü ise evlere şenlik. İçerinin sesi dışarıya, dışarının sesi ise içeriden duyulacak şekilde kağıttan binalar. İçine girdiğin zaman güzel bir şekilde donatılmış,  görüntüsü dikkat çeker.  Her mabette ilaveler, eksiklikler olabilir ama her camide vazgeçilmez olan bir şey var: Mikrofon sistemi. Minberinden, mihrabına; kürsüsünden müezzinliğe varıncaya kadar bu ses sistemini görmek mümkün. Haydi büyük camileri anladım da kare şeklinde küçücük camilerde bile bu ses sistemi var. Cuma ve bayram günlerinde kullanılsa anlarım, dışarıda da cemaat var diye. Günün beş vaktinde bu ses sistemleri maalesef çalışmak zorunda. Çünkü küçücük camide bile sesi duyurmak için bu sisteme ihtiyaç duyuluyor. Zaman zaman bozulup hele secdede iken kulağı tırmalarcasına cızırtı ve cayırtı yapması da işin bir başka yönü.

Günümüz insanının  geçmiş insanlara göre tek yaptığı şey, yapılan eserin uzun yıllar sürmemesi. Başlamasıyla bitirmesi bir oluyor. Reklamda yine eski insanlar ellerine su dökemez. Tabir yerindeyse onca görkemin, hızın gerisinde günümüz binalarını beton yığını olarak görmek lazım.

Eski mabetlerin etrafında imarethanesi, medresesi, hamamı vs. müştemilatı yer alırken günümüzde yapılan sadece mabet yeri var. Onlar da yüksek binaların arasında kaybolmuş durumda. Üstelik sadece ibadet saatlerinde açılan ve başka bir amaç için kullanılmayan yer görünümündedir.

Eski insanlar hangi inançtan, hangi dinden olursa olsun işlerini özellikle mabetlerini düzgün yapmışlar. Yaptıkları iş, evladiyelik olsun demişler. Reklam yok. Binalarını yaparken her şeyi düşünerek sindire sindire yapmışlar. Masraf, maliyet hesabı yapmamışlar. Günümüzde ise reklam, hız ve günü kurtarma maalesef ön plandadır. Yaptığımız eserin kendi ömrümüzle sınırlı olmasını hesaplıyoruz sanki. Bir de ne kadar maliyetten kısarız. Az maliyetle nasıl çok para kazanırız hesabı yapılmakta maalesef.

İşte size günümüz insanıyla eski insanın arasında gördüğüm en büyük farkı örneklerle anlatmaya çalıştım. Bilmem anlatabildim mi meramımı? Bilmem ikna edebildim mi sizi?  Ben kendimi ikna ettim. Siz hala ikna olmadıysanız bu da benim anlatım eksikliğimdendir.


Camilerimizin çok amaçlı kullanılması, mimarisine önem verilmesi temennisiyle Rabbim bizlere samimiyet versin, iyi niyet versin, cemaatten ayırmasın birlik ve dirlik versin.  Zira "Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır." 7’den yetmişe cemaatimiz bol olsun.  07/03/2016

6 Mart 2016 Pazar

Hasan KAYHAN


Kahta'da görev yaptığım yıllarda 11/F Sosyal sınıfında hitabet dersine girmiştim. Son sınıf olmalarına rağmen sınıfın çoğunluğunun pek bir hedefi yoktu. Çünkü o yılda uygulamaya konan katsayı engeli tüm morallerini alt üst etmişti.
Zaman zaman ayetleri tahtaya yazar, öğrencilerden açıklama isterdim. Sınıfın orta sırasının en arkasında oturan bir öğrenci dikkatimi çekmişti; ÖSS'ye hazırlanan ve derse katılan.
Hayat dolu, hedefi olan biriydi. Birikimiyle farkındalık oluşturuyordu. 

Yine bir Cuma günü Cennet, Cehennem, ahiret ve ölümle ilgili ayetler yazdım. Ağırlıklı olarak yine aynı öğrenci ayetlerden anladığını açıklamıştı. Dersin son beş dakikası sınav tarihini belirledik.
Dersten çıktım. 

Ertesi gün çarşıya çıktım. Öğrencilerimden acı haberi duydum. Dün derste aktif bir şekilde derse katılan öğrencimiz intihar etmişti. İntihar edecek kimse niçin derse katılsın, niçin sınav tarihini belirlemede görüş serdetsin, niçin ÖSS'ye hazırlansındı. 

Bugün o öğrencimi hatırladım. İsmi Hasan KAYHAN'dı. Yaptığı doğru değildi. Hiçbir şey intihar nedeni olmamalıydı. Kim bilir ne sıkıntısı vardı?  Sebebini de maalesef öğrenemedim. Çok da araştırmadım. Allah taksiratını affetsin. 10/11/2015

3 Mart 2016 Perşembe

Hayırlı evlat *


Metropol Dergisinin, ABK Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet BAYDAR ile Aralık 2015’de yaptığı röportajı okuma imkanım oldu. Derginin: “ABK Grup olarak Konya da yayın hayatının önemli oyuncularından Anadolu’da Bugün gazetesi, Genç İdeal Dergisi ve İdeal Hayat Dergisi de bünyenizde yayınlanmakta. Bu sektöre adım atışınız hakkında bilgi alabilir miyiz?” Sorusuna, Sayın BAYDAR’ın:

Gazetecilik benim baba mesleğim. 1980 yıllarında babam rahmetli, bugün Anadolu’da Bugün ismiyle yayın hayatına devam eden gazetenin 1.5 yıla yakın sahipliğini yaptı ve o dönem şartlar el vermediğinden devretti. Ancak o günlerden içimizde bir uhde olarak kalmış ki, bugün yine aynı isimle “Anadolu’da Bugün” gazetesini 3.yılına getirdik. Anadolu’da Bugün gazetesini daha da büyüterek Karaman ve Aksaray’da da okuyucularımızın hizmetine sunmaya başladık.” cevabı dikkatimi çekti.

Röportajda “Babam ”  dediği rahmetli Latif Cavit BAYDAR beyefendiyi üniversiteye başladığım 1986 yılında ziyaret edip kendisiyle sohbet etme imkanı bulmuştum. Cömert birisi idi. İhtiyaç sahibi bir öğrenci olan bana maddi ve manevi desteğini esirgememişti. Çok kültürlü ve samimi idi. Elinde kitabı ve gazetesi düşmeyen ve durmadan okuyan birisi idi. Röportajdan anladığım kadarıyla Latif Abi “Anadolu’da Bugün” adıyla bir gazete çıkarmış 80’li yıllarda.

04/03/2013 gününde Konya-Karaman-Aksaray’ı içine alan bir  bölge gazetesi yayın hayatına başlıyor. İsim tanıdık: “Anadolu’da Bugün Gazetesi” adıyla. 1980’lerde babasının çıkardığı ve devretmek durumunda kaldığı gazeteyi oğlu, aynı isimle yeniden çıkarıyor. Dün bu gazete 3 yaşını doldurup 4.yıla adımını attı.


Sahihi Müslim’de geçen bir Hadis’i Şerifte Peygamberimiz: “İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir, amel defteri kapanır. Sadece üç şey müstesna. Onun sevabı öldükten sonra da devam eder: 1- Sadaka-i cariye, yani hayrı devam eden iyilikler. 2- Kendisinden istifade edilen ilim. 3- Kendisine dua eden salih, hayırlı evlat.” Hayırlı evlat dedikleri, babaya vefa dedikleri  böyle bir şey olsa gerek. Nur içinde yat Latif Abi. Gözün arkada kalmasın.

Bu vesileyle babasının çıkarttığı gazetenin  adını yaşatan ve içindeki ukdeyi uhdeye dönüştüren ve 4.yılına merhaba dedirten, gazetenin idealist ve prensip sahibi Ahmet BAYDAR’ı, gazetenin bugünlere ulaşmasına sebep olan Anadolu’da Bugün ailesini  tebrik ediyor. Nice yıllara diyorum.

Not: İçinizden “Yağcılarda inecek var. Bu kadar yağ fazla diyebilirsiniz.” Kusura bakmayın. En beceremediğim şeydir o. Benimkisi bir durum tespitidir, övmek değil. Yazımda adı geçen Ahmet BAYDAR, ortaokul ve lisede aynı sırayı 6 yıl paylaştığım dostumdur. Bu kadar da olsun değil mi?
*05/03/2016 günü Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                                                               




Telefonumdaki ses*


Sabah işe giderken apartmanın önündeki kayısı ağacının çiçek açtığını gördüm.  Baharın müjdecisi derken içim burkuldu, eyvah dedim. Sakın ola,  bu bahar; yalancı bahar olmasın. Eğer öyle olursa ardından soğuklar gelir bu sene de ağaçlar üşür, meyve yüzü görmeyiz… Zaten bu sene kış görmedik; kuru ayazdan başka.  Kara, yağmura hasret kaldık. Mahsuller iyi olmayacak. Geçen kış bereketli geçti, bu sene işler kesat olacak. Küresel ısınma dedikleri bu olsa gerek dedim.  Evet bu tatil günü, bu yalancı baharı ele alayım diye düşündüm.

İşyerimde işe koyulmuşken gelen bir telefon, yazı konumu değiştirdi ve tüm yorgunluğum gitti. Evet… Bugün içim içime sığmadı. Mutlu mu oldum mutlu. Hayırdır, Cenneti mi kazandın yoksa derseniz? Sanki Cenneti kazanmış gibi oldum. Bugün beni ilkokul öğretmenim aradı. Cenneti kazanmak gibi bir şey benim için…Bunda ne var bu kadar sevinecek diyebilirsiniz? İnsan manevi değeri büyük, böylesi telefonlara sevinebiliyor; eğer hayattan çok beklenti içerisine girmez isek.  Öğretmeniniz yıllar  sonra sizi unutmamış ve arıyor, inşallah en kısa zamanda ziyaretine geleceğim diyorsa  kendinizi bahtiyar hissedebilirsiniz.

3 ay önce bir ilkokul arkadaşım ile karşılaştım. Mustafa VAROL ile görüştüm dedi. Hemen 43 yıl öncesine gittim. Duygulandım. Mustafa VAROL:  Beni ilkokul 4.sınıfa kadar okutan ilkokul öğretmenimdi. Numarasını aldım, hemen aradım. “Ben Ramazan YÜCE” dedim. Tanıyamadım, kimsin demedi. Hiç duraksamadan “Sarı Ramazan, nasılsın, nerelerdesin” demez mi? O zaman da dünyalar benim olmuştu; öğretmenim beni unutmamış diye. Nakil gittiği 1973 yılından beri öğretmenimizle  hiç yolumuz kesişmedi. Olayı abarttığımı düşünenlere, bugün okuttuğumuz öğrencilerin çoğunun adını ve simasını hatırlamayan bizleri düşünürseniz bu olayı çok da mübalağa etmediğim anlaşılır.

43 yıl öncesi gözümün önünden geldi geçti birden.  Bize  bir harften fazla harfi ve nicelerini öğretmişti bir kere. Cuma’ya gitmeyi onunla öğrendim. Bize okuduğu kitabı  ve içerisinde geçen Hayri Dede’yi unutmadım.  Can kulağıyla dinlerdik. Bazen alırdı eline sazını. Çalardı: “Çırpınırdı Karadeniz” diye. Kendisinin yazdığı “Dokuz gözlü Çeşmesi var” isimli uzun şiirini ezberleyip yutmuştum. Bir bayramda okumam için verdiği “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek…” şiirini ezberleyip göğsümü kabarta kabarta okuduğumu daha dün gibi hatırladım hemen.

Yazımı okuyunca belki: “Ne oluyor bu adama. 43 yıl geçmiş olmasına rağmen hocası öğrencisini hatırlıyor ama öğrencisi, tarihleri karıştırmış. Bugünü 24 Kasım Öğretmenler Günü sanıyor”  diye içinizden geçirebilirsiniz. Yok. Tarihleri falan karıştırmadım. Anma ve hatırlamaları belli bir güne hapsetmeyi sevmem. Günlük değil anma ve sevgim. Bir ömürlüktür…

Bizleri okutan her bir öğretmenin yanımızda ayrı bir yeri vardır mutlaka. Ama her birimizin unutamadığı ortak öğretmenimiz, eski adıyla ilkokul yeni tabirle sınıf öğretmenidir.

Eğitim aşığı, eğitim ordusudur onlar. Bir ideal ve heyecanları vardı. Allah onlardan razı olsun. Allah onlara hayırlı uzun ömürler versin. Yıllar geçtiği halde öğrencisine ismiyle hitap eden öğretmenlerimizin sayısını çoğaltsın. Elleri öpülesi insanlar. Siz çok yaşayın emi…02/03/2016
*09/03/2016 günü Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.


2 Mart 2016 Çarşamba

Bu sene de çıkmadı Hacc

Bu sene de çıkmadı Hacc, kur'a da...Umutla bir başka bahara kaldı. Tıpkı sevinç, mutluluk ve heyecanlarımızı ötelediğimiz gibi...

Halbuki ne kadar umutlanmıştım kur'aya. Çünkü kur'alarda şansım yüksekti:

* Dedemin mirasını paylaşırken taşlı çakıllı tarlayı ben çekmiştim.

* Kahta KML'de ücretsiz gözetmenlik yapmak için ihtiyaç olan 2 gözetmenlik için talip olmayınca 20 kişi arasında çekilen kur'a da bana çıkmıştı. (O zaman da demiştim kur'a çekecekseniz ben gönüllü olayım diye. Gönüllü olmamı kabul etmemişlerdi.)

* Bir yemekte çıkması muhtemel kıl, taş hep bana çıkardı.

* Adım Mehmet değildi Ama. Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete idi namı diğer adım.. vs.

* Hasılı sorumluluk isteyen her yerin ve şeyin kur'asında vardım.

Tüm bunlara bakarak işimiz kur'aya kalmışsa şansım, bahtım yüksek diyordum. Diğer tüm sorumluluklarda adım geçiyor. Nedense Hacc kur'asında  yokum. Demek ki sorumluluğunu taşıyamayacağımı biliyorlar. Tek umudum müracaatı belli bir seneyi dolduranları kur'aya dahil etmeden alıyorlarmış. Eğer o zamana kadar kuralı değiştirmezlerse...

 TC'nin ve Suud'un alacakları olsun... O kur'aların da...

Umutsuz olma be Ramazan, Nasibin seneyedir inşaallah!...02/03/2016

1 Mart 2016 Salı

Vize notum 40: Postu deldirmekten gücün kurtuldum



1986-1987  öğretim yılında Kayseri’de üniversite öğrencisiyim. Aynı dersimize iki farklı öğretim görevlisi geliyordu. Bir tanesi: “Benim dersime girme. Ara sıra bir görün...Benim sana verebileceğim bir şey yok” dedi. Canıma minnet dedim. Ara ara göründüm. Öbürü: “Sen de bana fazla görünme. Ama odama gelip bana ezber vereceksin” dedi. Eyvallah dedim. Ara sıra odasına gidip ezber okudum. O da dinledi.

Bir gün hocamız sınıfa geldi. İki arkadaşı odasına götürdü. Geriye geldiklerinde arkadaşların kucağında kucak dolusu kitap vardı. Masasının üzerine koydular. Sonra: “Haydi bu kitaplardan birer tane herkese verin” dedi. Herkesin sırasının üzerine birer tane bırakıldı. Diğerlerine kitap dağıtımı yapılırken kitaba bir göz attım.  Kitap, hocamıza ait bir tecvid kitabıydı. Sahasında hazırlanmış ender kitaplardan biriydi. Ebatı da kalın. Emek sarf edilmiş, kaliteli bir kitaba benziyordu.  Ne iyi insanlar var dedim. Daha fakülteye başlar başlamaz böylesi bir kitabı kazandırmıştı bize. Üstelik cömert de dedim. Kitaplar dağıtılınca: “Haydi biner lira topla” demez mi? Şaşırdım birden. Kitabı elime aldığım gibi “Siz bunu bize ücretiyle mi veriyorsunuz” dedim.  Evet deyince, “Ben almıyorum” dedim.

Kitap güzeldi aslında. Ama kendi bastırdığı bir kitabı öğrencilerine emri vaki ile satması bana biraz garip gelmişti. Bin lirayı da basite almayın. Konya-Kayseri yol ücreti 2500 lira idi o zamanlar. Neredeyse benim memlekete gitme paramın yarısı idi.

Ocak ayına girdiğimizde hocamız her bir öğrenciyi odasına çağırmış. Koltuklarının altına 5’er, 10’ar kitap sıkıştırmış; 15 tatiline memlekete gittiğinizde satın gelin diye. Verdiği kitapların parasını da peşin almış. Beni çağırmadı nedense. Adam beni çağırıp da ne yapacak: Bir kitabını bile satamamıştı. Boşa kürek çekmiyordu anlaşılan.

Baktım bizim Karadenizli arkadaş da koltuğunun altında 5 adet tecvid kitabıyla geldi. Görüntüsüne göre düşünceli ve üzgündü. “Hayırdır” dedim. “Ben ne yapacağım bunları, hem de 5 tane. Sonra ben köyde yaşıyorum, kim alır bunları parayla, köye falan götürmeyeceğim, zaten parasını verdim” dedi. “Almayaydın mübarek, mecbur muydun” dedim. “Canın isterse, ne olur ne olmaz” dedi. Kitap güzel bana ver dedim. Uzattı hemen “Al” diye. Ne kadardan vereceksin dedim. Para istemem dedi. Olmaz, fazla da zarar etme. Ben 500 liradan alayım. Yarı yarıya paylaşalım zararı dedim. “Sen nasıl satacaksın” dedi. Ben satmayacağım. Benim kitabım yok. Bir tanesini ben kendime ayıracağım. Diğerlerini de eşe dosta hediye ederim dedim. Anlaştık. Ben aynı anda 2500 lira kaybederken Karadenizli arkadaşım 2500 lira birden kazanmıştı. Aynı zamanda hocanın da gözüne girmişti. Hocaya bin lirayı vermeyen ben Konya’ya dönüş biletinin parasını bir çırpıda vermiştim. Üstelik kitabını aldığımı hocamız da görmemişti.

Efendim! Şimdi kitap faslını bitirelim. Muhabbet iyi de vizeler geldi çattı. Hocamın  dersinden sınav var. Hem de sözlü mülakat. Sırayla alıyor içeriye herkesi. Sıra bana geldi, ben de girdim içeriye. Kendinden bir parça olan kitabı da masanın üstündeydi. Zaten tecvidden bu kitaptan sorumluyduk. Kur’a usulü çektirdi soruları. Sordu da sordu. Ne kadarına cevap verdim bilmem. Bildiğim bir şey var. Vize sonuçları açıklandı. Vize notum 40 idi. 40’dan aşağı alan zaten dönemi bitiriyor, o dersten finale giremiyordu. Sağolsun sınırda puan vermişti bana.


Kitabını alıp memlekete götüren ve parasını peşin veren arkadaşların keyfine diyecek yoktu. Arkadaşlar akıllıymış nidecen. İşi o zaman bitirmişlerdi. Ben, vize sonuçları açıklanınca işin vahametini anladım ama iş işten geçmişti bir kere. 

Sınfta kitabını geri verdiğimde bana manidar bir bakışı vardı. O bakışın nedenini vize sonuçlarıyla daha iyi anlamıştım. Sanki: “Sen şimdi benim kitabımı alma, ben sana gününü gösteririm. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok” demek istemişti.  Anlayışım biraz kıt. Ne yaparsınız… 

Belki de  bu anlattığım benim hüsnü kuruntum. Başarısızlığıma kılıf bulmak. Başarısızlığı kim kabul eder ki...   01/03/2016

Yaşarsam şayet, yaşlılığım çok kötü olacak!


8’e giden çocuğumun kontörü bitmiş. Yüklemek için telefonu elime aldım. Telefon ve kredi kartı bilgilerini  girdim. Yüklemek için gönder butonuna bastım. Hemen mesaj geldi: “15 lira kart  harcamanıza ait şifreniz” diye.

Çocuğa: “Git oğlum telefonu al gel de, gelen şifreyi gireyim” dedim. Çocuk bir türlü gitmedi, bana bakıyor. “Telefonu al gel diye tekrarladım, biraz da sesimi yükselterek. Çocuktan yine tık yok. Sadece bakıyor bana. 3.defa söyledim. Nihayet çocuk gözüyle elimdekini işaret etti. Baktı hala ben bekliyorum. Sonunda: “Baba! Telefon elinde ya” demez mi? Evet baktım. Telefon elimde. Ne diyeceğimi şaşırdım. Halbuki ne de hazırlamıştım hemen gidip telefonu getirmeyen oğluma kızmaya. Sonunda ne mi yaptım. Kızamadığıma kızdım. Düşündüm: “Oğlum Ramazan, şayet yaşarsan ihtiyarlığın çok kötü olacak” diye. Kendisine: “Gel oğlum bu sır olarak kalsın aramızda.  Bak sana kontör de yükledim şimdi” dedim. Çocuk: “Baba, denk geldi bir defa. Ben böyle bir anı bir daha yakalayamam. Kusura bakma anlatırım” demez mi? Ne olacak zamane çocuğu işte. Bir de daha yeni iyilik yaptım güya.

Şartlanmışlık böyle bir şey işte. Genelde kontör yüklemeyi masaüstü bilgisayardan ya da laptoptan yaparken başka bir odada şarja takılı olan telefonu almaya giderdim; gönderilen mesajı girmek için. Bazen insan elindeki bir şeyi arar ya. İşte ben de elimdeki cep telefonunu aradım.


Gülme kardeş gülme! Gülünecek bir şey değil. Bak sıra sana da gelir. Sonra bu yazdığım, bir sır haberin olsun. Buraya yazılan sır olur mu dersen. Olur niye olmasın. Zaten kimse okumuyor ki. İnsana sır vermekten daha iyi. Ya kazara, yolunu şaşıran biri okursa... Evet ben de ondan korktum zaten. Olur ya biriniz benim oğlanla karşılaşır. Bunu benim oğlandan duymaktansa ilk önce benden duysun. Şayet yolunu şaşıran varsa.…Alo, var mı yolunu şaşıran... Kim kabul eder yolunu şaşırdığını. Düşmez kalkmaz bir Allah! Ne diyelim... 01/03/2016