3 Mart 2016 Perşembe

Hayırlı evlat *


Metropol Dergisinin, ABK Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet BAYDAR ile Aralık 2015’de yaptığı röportajı okuma imkanım oldu. Derginin: “ABK Grup olarak Konya da yayın hayatının önemli oyuncularından Anadolu’da Bugün gazetesi, Genç İdeal Dergisi ve İdeal Hayat Dergisi de bünyenizde yayınlanmakta. Bu sektöre adım atışınız hakkında bilgi alabilir miyiz?” Sorusuna, Sayın BAYDAR’ın:

Gazetecilik benim baba mesleğim. 1980 yıllarında babam rahmetli, bugün Anadolu’da Bugün ismiyle yayın hayatına devam eden gazetenin 1.5 yıla yakın sahipliğini yaptı ve o dönem şartlar el vermediğinden devretti. Ancak o günlerden içimizde bir uhde olarak kalmış ki, bugün yine aynı isimle “Anadolu’da Bugün” gazetesini 3.yılına getirdik. Anadolu’da Bugün gazetesini daha da büyüterek Karaman ve Aksaray’da da okuyucularımızın hizmetine sunmaya başladık.” cevabı dikkatimi çekti.

Röportajda “Babam ”  dediği rahmetli Latif Cavit BAYDAR beyefendiyi üniversiteye başladığım 1986 yılında ziyaret edip kendisiyle sohbet etme imkanı bulmuştum. Cömert birisi idi. İhtiyaç sahibi bir öğrenci olan bana maddi ve manevi desteğini esirgememişti. Çok kültürlü ve samimi idi. Elinde kitabı ve gazetesi düşmeyen ve durmadan okuyan birisi idi. Röportajdan anladığım kadarıyla Latif Abi “Anadolu’da Bugün” adıyla bir gazete çıkarmış 80’li yıllarda.

04/03/2013 gününde Konya-Karaman-Aksaray’ı içine alan bir  bölge gazetesi yayın hayatına başlıyor. İsim tanıdık: “Anadolu’da Bugün Gazetesi” adıyla. 1980’lerde babasının çıkardığı ve devretmek durumunda kaldığı gazeteyi oğlu, aynı isimle yeniden çıkarıyor. Dün bu gazete 3 yaşını doldurup 4.yıla adımını attı.


Sahihi Müslim’de geçen bir Hadis’i Şerifte Peygamberimiz: “İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir, amel defteri kapanır. Sadece üç şey müstesna. Onun sevabı öldükten sonra da devam eder: 1- Sadaka-i cariye, yani hayrı devam eden iyilikler. 2- Kendisinden istifade edilen ilim. 3- Kendisine dua eden salih, hayırlı evlat.” Hayırlı evlat dedikleri, babaya vefa dedikleri  böyle bir şey olsa gerek. Nur içinde yat Latif Abi. Gözün arkada kalmasın.

Bu vesileyle babasının çıkarttığı gazetenin  adını yaşatan ve içindeki ukdeyi uhdeye dönüştüren ve 4.yılına merhaba dedirten, gazetenin idealist ve prensip sahibi Ahmet BAYDAR’ı, gazetenin bugünlere ulaşmasına sebep olan Anadolu’da Bugün ailesini  tebrik ediyor. Nice yıllara diyorum.

Not: İçinizden “Yağcılarda inecek var. Bu kadar yağ fazla diyebilirsiniz.” Kusura bakmayın. En beceremediğim şeydir o. Benimkisi bir durum tespitidir, övmek değil. Yazımda adı geçen Ahmet BAYDAR, ortaokul ve lisede aynı sırayı 6 yıl paylaştığım dostumdur. Bu kadar da olsun değil mi?
*05/03/2016 günü Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                                                               




Telefonumdaki ses*


Sabah işe giderken apartmanın önündeki kayısı ağacının çiçek açtığını gördüm.  Baharın müjdecisi derken içim burkuldu, eyvah dedim. Sakın ola,  bu bahar; yalancı bahar olmasın. Eğer öyle olursa ardından soğuklar gelir bu sene de ağaçlar üşür, meyve yüzü görmeyiz… Zaten bu sene kış görmedik; kuru ayazdan başka.  Kara, yağmura hasret kaldık. Mahsuller iyi olmayacak. Geçen kış bereketli geçti, bu sene işler kesat olacak. Küresel ısınma dedikleri bu olsa gerek dedim.  Evet bu tatil günü, bu yalancı baharı ele alayım diye düşündüm.

İşyerimde işe koyulmuşken gelen bir telefon, yazı konumu değiştirdi ve tüm yorgunluğum gitti. Evet… Bugün içim içime sığmadı. Mutlu mu oldum mutlu. Hayırdır, Cenneti mi kazandın yoksa derseniz? Sanki Cenneti kazanmış gibi oldum. Bugün beni ilkokul öğretmenim aradı. Cenneti kazanmak gibi bir şey benim için…Bunda ne var bu kadar sevinecek diyebilirsiniz? İnsan manevi değeri büyük, böylesi telefonlara sevinebiliyor; eğer hayattan çok beklenti içerisine girmez isek.  Öğretmeniniz yıllar  sonra sizi unutmamış ve arıyor, inşallah en kısa zamanda ziyaretine geleceğim diyorsa  kendinizi bahtiyar hissedebilirsiniz.

3 ay önce bir ilkokul arkadaşım ile karşılaştım. Mustafa VAROL ile görüştüm dedi. Hemen 43 yıl öncesine gittim. Duygulandım. Mustafa VAROL:  Beni ilkokul 4.sınıfa kadar okutan ilkokul öğretmenimdi. Numarasını aldım, hemen aradım. “Ben Ramazan YÜCE” dedim. Tanıyamadım, kimsin demedi. Hiç duraksamadan “Sarı Ramazan, nasılsın, nerelerdesin” demez mi? O zaman da dünyalar benim olmuştu; öğretmenim beni unutmamış diye. Nakil gittiği 1973 yılından beri öğretmenimizle  hiç yolumuz kesişmedi. Olayı abarttığımı düşünenlere, bugün okuttuğumuz öğrencilerin çoğunun adını ve simasını hatırlamayan bizleri düşünürseniz bu olayı çok da mübalağa etmediğim anlaşılır.

43 yıl öncesi gözümün önünden geldi geçti birden.  Bize  bir harften fazla harfi ve nicelerini öğretmişti bir kere. Cuma’ya gitmeyi onunla öğrendim. Bize okuduğu kitabı  ve içerisinde geçen Hayri Dede’yi unutmadım.  Can kulağıyla dinlerdik. Bazen alırdı eline sazını. Çalardı: “Çırpınırdı Karadeniz” diye. Kendisinin yazdığı “Dokuz gözlü Çeşmesi var” isimli uzun şiirini ezberleyip yutmuştum. Bir bayramda okumam için verdiği “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek…” şiirini ezberleyip göğsümü kabarta kabarta okuduğumu daha dün gibi hatırladım hemen.

Yazımı okuyunca belki: “Ne oluyor bu adama. 43 yıl geçmiş olmasına rağmen hocası öğrencisini hatırlıyor ama öğrencisi, tarihleri karıştırmış. Bugünü 24 Kasım Öğretmenler Günü sanıyor”  diye içinizden geçirebilirsiniz. Yok. Tarihleri falan karıştırmadım. Anma ve hatırlamaları belli bir güne hapsetmeyi sevmem. Günlük değil anma ve sevgim. Bir ömürlüktür…

Bizleri okutan her bir öğretmenin yanımızda ayrı bir yeri vardır mutlaka. Ama her birimizin unutamadığı ortak öğretmenimiz, eski adıyla ilkokul yeni tabirle sınıf öğretmenidir.

Eğitim aşığı, eğitim ordusudur onlar. Bir ideal ve heyecanları vardı. Allah onlardan razı olsun. Allah onlara hayırlı uzun ömürler versin. Yıllar geçtiği halde öğrencisine ismiyle hitap eden öğretmenlerimizin sayısını çoğaltsın. Elleri öpülesi insanlar. Siz çok yaşayın emi…02/03/2016
*09/03/2016 günü Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.


2 Mart 2016 Çarşamba

Bu sene de çıkmadı Hacc

Bu sene de çıkmadı Hacc, kur'a da...Umutla bir başka bahara kaldı. Tıpkı sevinç, mutluluk ve heyecanlarımızı ötelediğimiz gibi...

Halbuki ne kadar umutlanmıştım kur'aya. Çünkü kur'alarda şansım yüksekti:

* Dedemin mirasını paylaşırken taşlı çakıllı tarlayı ben çekmiştim.

* Kahta KML'de ücretsiz gözetmenlik yapmak için ihtiyaç olan 2 gözetmenlik için talip olmayınca 20 kişi arasında çekilen kur'a da bana çıkmıştı. (O zaman da demiştim kur'a çekecekseniz ben gönüllü olayım diye. Gönüllü olmamı kabul etmemişlerdi.)

* Bir yemekte çıkması muhtemel kıl, taş hep bana çıkardı.

* Adım Mehmet değildi Ama. Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete idi namı diğer adım.. vs.

* Hasılı sorumluluk isteyen her yerin ve şeyin kur'asında vardım.

Tüm bunlara bakarak işimiz kur'aya kalmışsa şansım, bahtım yüksek diyordum. Diğer tüm sorumluluklarda adım geçiyor. Nedense Hacc kur'asında  yokum. Demek ki sorumluluğunu taşıyamayacağımı biliyorlar. Tek umudum müracaatı belli bir seneyi dolduranları kur'aya dahil etmeden alıyorlarmış. Eğer o zamana kadar kuralı değiştirmezlerse...

 TC'nin ve Suud'un alacakları olsun... O kur'aların da...

Umutsuz olma be Ramazan, Nasibin seneyedir inşaallah!...02/03/2016

1 Mart 2016 Salı

Vize Notum 40: Postu Deldirmekten Gücün Kurtuldum

1986-1987 öğretim yılında Kayseri’de üniversite öğrencisiyim. Aynı dersimize iki farklı öğretim görevlisi geliyordu. Bir tanesi: “Benim dersime girme. Ara sıra bir görün...Benim sana verebileceğim bir şey yok” dedi. Canıma minnet dedim. Ara ara göründüm. Öbürü: “Sen de bana fazla görünme. Ama odama gelip bana ezber vereceksin” dedi. Eyvallah dedim. Ara sıra odasına gidip ezber okudum. O da dinledi.

Bir gün hocamız sınıfa geldi. İki arkadaşı odasına götürdü. Geriye geldiklerinde arkadaşların kucağında kucak dolusu kitap vardı. Masasının üzerine koydular. Sonra: “Haydi bu kitaplardan birer tane herkese verin” dedi. Herkesin sırasının üzerine birer tane bırakıldı. Diğerlerine kitap dağıtımı yapılırken kitaba bir göz attım. Kitap, hocamıza ait bir tecvid kitabıydı. Sahasında hazırlanmış ender kitaplardan biriydi. Ebatı da kalın. Emek sarf edilmiş, kaliteli bir kitaba benziyordu. Ne iyi insanlar var dedim. Daha fakülteye başlar başlamaz böylesi bir kitabı kazandırmıştı bize. Üstelik cömert de dedim. Kitaplar dağıtılınca: “Haydi biner lira topla” demez mi? Şaşırdım birden. Kitabı elime aldığım gibi “Siz bunu bize ücretiyle mi veriyorsunuz” dedim. Evet deyince, “Ben almıyorum” dedim.

Kitap güzeldi aslında. Ama kendi bastırdığı bir kitabı öğrencilerine emri vaki ile satması bana biraz garip gelmişti. Bin lirayı da basite almayın. Konya-Kayseri yol ücreti 2500 lira idi o zamanlar. Neredeyse benim memlekete gitme paramın yarısı idi.

Ocak ayına girdiğimizde hocamız her bir öğrenciyi odasına çağırmış. Koltuklarının altına 5’er, 10’ar kitap sıkıştırmış; 15 tatiline memlekete gittiğinizde satın gelin diye. Verdiği kitapların parasını da peşin almış. Beni çağırmadı nedense. Adam beni çağırıp da ne yapacak: Bir kitabını bile satamamıştı. Boşa kürek çekmiyordu anlaşılan.

Baktım bizim Karadenizli arkadaş da koltuğunun altında 5 adet tecvid kitabıyla geldi. Görüntüsüne göre düşünceli ve üzgündü. “Hayırdır” dedim. “Ben ne yapacağım bunları, hem de 5 tane. Sonra ben köyde yaşıyorum, kim alır bunları parayla, köye falan götürmeyeceğim, zaten parasını verdim” dedi. “Almayaydın mübarek, mecbur muydun” dedim. “Canın isterse, ne olur ne olmaz” dedi. Kitap güzel bana ver dedim. Uzattı hemen “Al” diye. Ne kadardan vereceksin dedim. Para istemem dedi. Olmaz, fazla da zarar etme. Ben 500 liradan alayım. Yarı yarıya paylaşalım zararı dedim. “Sen nasıl satacaksın” dedi. Ben satmayacağım. Benim kitabım yok. Bir tanesini ben kendime ayıracağım. Diğerlerini de eşe dosta hediye ederim dedim. Anlaştık. Ben aynı anda 2500 lira kaybederken Karadenizli arkadaşım 2500 lira birden kazanmıştı. Aynı zamanda hocanın da gözüne girmişti. Hocaya bin lirayı vermeyen ben Konya’ya dönüş biletinin parasını bir çırpıda vermiştim. Üstelik kitabını aldığımı hocamız da görmemişti.

Efendim, şimdi kitap faslını bitirelim. Muhabbet iyi de vizeler geldi çattı. Hocamın dersinden sınav var. Hem de sözlü mülakat. Sırayla alıyor içeriye herkesi. Sıra bana geldi, ben de girdim içeriye. Kendinden bir parça olan kitabı da masanın üstündeydi. Zaten tecvitten bu kitaptan sorumluyduk. Kur’a usulü çektirdi soruları. Sordu da sordu. Ne kadarına cevap verdim bilmem. Bildiğim bir şey var. Vize sonuçları açıklandı. Vize notum 40 idi. 40’dan aşağı alan zaten dönemi bitiriyor, o dersten finale giremiyordu. Sağ olsun sınırda puan vermişti bana.

Kitabını alıp memlekete götüren ve parasını peşin veren arkadaşların keyfine diyecek yoktu. Arkadaşlar akıllıymış nidecen. İşi o zaman bitirmişlerdi. Ben, vize sonuçları açıklanınca işin vahametini anladım ama iş işten geçmişti bir kere.

Sınfta kitabını geri verdiğimde bana manidar bir bakışı vardı. O bakışın nedenini vize sonuçlarıyla daha iyi anlamıştım. Sanki: “Sen şimdi benim kitabımı alma, ben sana gününü gösteririm. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok” demek istemişti. Anlayışım biraz kıt. Ne yaparsınız…

Belki de bu anlattığım benim hüsnü kuruntum. Başarısızlığıma kılıf bulmak. Başarısızlığı kim kabul eder ki... 01/03/2016

Yaşarsam şayet, yaşlılığım çok kötü olacak!


8’e giden çocuğumun kontörü bitmiş. Yüklemek için telefonu elime aldım. Telefon ve kredi kartı bilgilerini  girdim. Yüklemek için gönder butonuna bastım. Hemen mesaj geldi: “15 lira kart  harcamanıza ait şifreniz” diye.

Çocuğa: “Git oğlum telefonu al gel de, gelen şifreyi gireyim” dedim. Çocuk bir türlü gitmedi, bana bakıyor. “Telefonu al gel diye tekrarladım, biraz da sesimi yükselterek. Çocuktan yine tık yok. Sadece bakıyor bana. 3.defa söyledim. Nihayet çocuk gözüyle elimdekini işaret etti. Baktı hala ben bekliyorum. Sonunda: “Baba! Telefon elinde ya” demez mi? Evet baktım. Telefon elimde. Ne diyeceğimi şaşırdım. Halbuki ne de hazırlamıştım hemen gidip telefonu getirmeyen oğluma kızmaya. Sonunda ne mi yaptım. Kızamadığıma kızdım. Düşündüm: “Oğlum Ramazan, şayet yaşarsan ihtiyarlığın çok kötü olacak” diye. Kendisine: “Gel oğlum bu sır olarak kalsın aramızda.  Bak sana kontör de yükledim şimdi” dedim. Çocuk: “Baba, denk geldi bir defa. Ben böyle bir anı bir daha yakalayamam. Kusura bakma anlatırım” demez mi? Ne olacak zamane çocuğu işte. Bir de daha yeni iyilik yaptım güya.

Şartlanmışlık böyle bir şey işte. Genelde kontör yüklemeyi masaüstü bilgisayardan ya da laptoptan yaparken başka bir odada şarja takılı olan telefonu almaya giderdim; gönderilen mesajı girmek için. Bazen insan elindeki bir şeyi arar ya. İşte ben de elimdeki cep telefonunu aradım.


Gülme kardeş gülme! Gülünecek bir şey değil. Bak sıra sana da gelir. Sonra bu yazdığım, bir sır haberin olsun. Buraya yazılan sır olur mu dersen. Olur niye olmasın. Zaten kimse okumuyor ki. İnsana sır vermekten daha iyi. Ya kazara, yolunu şaşıran biri okursa... Evet ben de ondan korktum zaten. Olur ya biriniz benim oğlanla karşılaşır. Bunu benim oğlandan duymaktansa ilk önce benden duysun. Şayet yolunu şaşıran varsa.…Alo, var mı yolunu şaşıran... Kim kabul eder yolunu şaşırdığını. Düşmez kalkmaz bir Allah! Ne diyelim... 01/03/2016

29 Şubat 2016 Pazartesi

On parmağında 10 marifet

Cumartesi 13.00 suları. Bir elinde poşeti, diğer elinde kol çantası, yanında çocuğu ile otobüse binip  ters istikametteki boş olan iki koltuğa oturmuş bir anne dikkatimi çekti.

Otobüs  sonraki duraklarda durdukça dolmaya başladı. Şoförün “Arkaya doğru ilerleyin” sözüyle birlikte anlayış göstererek 6 yaşındaki çocuğunu kucağına aldı. Yanındaki çocuğundan boşalttığı koltuğa oturan olmadı. Bana göz ucuyla “Otur” dendi. Ben de oturmadım, çocuğunu oturtsun diye. Küçük otobüsün en arkasına sırtımı verdim.

Hanımefendi, sağ eliyle çocuğunu kucağına bastırdı. Koluyla çocuğunu tutmaya, eline; içerisinde çocuğunun yedek giysisi olması muhtemel poşeti yerleştirdi. Aynı zamanda  0.5 litre su şişesini avucunun içiyle beraber tuttu. Diğer eliyle  kolundaki  çantasını kendisine doğru bastırdı. Şimdi boşa çıkarttığı elini değerlendirmeliydi. O da ne? Boş olan eline telefonunu  aldı. Başladı girmeye. Nereye girdi bilinmez. Ama kısa  yolculuğuna diyecek yoktu.

Gördüğüm profil nereye kadar gitti? Nerede indi bilmem. Çünkü ben ondan önce indim. Hikayenin bundan sonrası meçhul. Çok merak ettiyseniz  hayal gücünüzü geliştirip bundan sonra hikayeyi siz devam ettirebilirsiniz.
*
Otobüsten inip sağıma soluma bakınca çarşı mahşer yeri gibiydi sanki. Sezon; tam kışlık ürünlerin indirime girdiği, indirim var diye insanların özellikle bayanların kendilerini dışarıya attıkları, evlerini boşalttıkları andı sanki. Hava da müsaitti üstelik.  Herkesin indirim var diye koştuğu tüketimden, kadın da nasibini almalıydı. Elini tutan çocuğu, alışveriş yapmasını biraz geciktiriyordu ama geç de olsa başladı mağazanın birinden girip diğerine çıkmaya.

Çok da acele etmesine gerek yok. Ama ya alacaklarından kalmazsa. En büyük sıkıntısı da buydu…Yoksa akşama kadar daha çok mağaza gezer, sonunda alacaklarını alırdı. Bazılarına ihtiyaç yoktu ama ucuzdu bir kere. Herkes alıyor, o da almalıydı. Hele bir de karta taksit yok mu? Kim yapardı bu iyiliği, hem de bu devirde! O da öyle yaptı. Alışverişleri  yapıp mağazadan çıktığında hava kararmıştı. Evine de gecikmişti. Olsun. Eşi bugün de bekleyiversin. Sanki ilk defa mı bekliyordu. Yemek dersen vardı zaten dünden kalma. Çok da acele etmesine gerek yok. Sadece bir ısıtması var. Geçen haftadan annesiyle beraber bolca sarıp buzluğa kaldırdığı sarma da vardı. Olmazsa onu da çıkarır. Bu akşam yemeğini de savardı. Alışveriş mutluluğu, bir de dünden kalan yemeğin olması keyfini getirmişti kadının. Ama bir düşüncedir aldı içini. Yemek yendikten sonra bulaşıklar ne olacaktı? Çünkü ne de çok yorulmuştu bu alışveriş çılgınlığından. Hemen aklına her zaman imdadına yetişen, bir dediğini iki etmeyen, kendisine hizmet etmesi için evlendiği, emir eri  eşi geldi. Evet, bulaşıkları makineye eşi koyardı. Sanki yapmadığı bir şey mi idi. Zaten eşine de bir gömlek, bir çorap almıştı. Kartın ekstresini de alıştıra alıştıra birkaç gün sonra verir, olur biterdi. Zaten taksitle, üstelik kartın günü de dönmüştü.
*
Yok. Hikaye böyle devam etmez derseniz. Kadın alışverişten sonra ya kendi annesine, ya da kayınvalidesine geçmiştir. Eşi de oraya gelecektir. Anneler zaten kızı/gelini gelecek diye yemekleri de hazırlamıştır. Zaten annesi kızının mutluluğu, kayın validesi de gelinini memnun etmek için uğraşmıyor muydu? Evladı zaten avucunun içindeydi. Allah’tan istemişti bir göz. Allah verdi ona üç göz. Daha ne istesindi ki?
*
Yok hikaye böyle gitmez diyorsanız. O zaman C planını devreye koyalım. Evde yemek yoktur. O zaman eşine telefon açıp akşam yemeğini bir lokantada mükellef bir sofra ile geçirebilirlerdi. Zaten ilk tanıştıklarının 10.yılıydı bugün.
*
Hayır, hikaye böyle sona ermez derseniz, o zaman D planını devreye koyalım. Ya eve erken gelen eşi yemek hazırlayacak. Ya da bu akşam kahvaltıya talim edeceklerdi. 
*

Gördünüz mü kadını? Maşaallah hamarat mı hamarat. Allah'ın verdiği azaların hepsini fazlasıyla kullandı. Her bir parmağında 10 marifet. Akılsa akıl... Zekaysa zeka. 

Allah benim hayrımı mı versin. Amin. Sizin de. 29/02/2016



Kendine temiz**


Toplu taşıma aracının sağında giderken bir ses işittim. Ses sağ taraftan gelmişti. Sağıma baktım.  Sağ tarafta aracını park yerinden çıkarmaya çalışan, görüntüsünden şık giyimli bir beyefendi vardı. Yanında da eşi olması muhtemel bir hanımefendi oturuyordu. Elinde de içmeye çalıştığı ayranı vardı. Yolun ortasında ise içilerek ambalajı yola atılmış bir ayran.. Evet ses, o ayranın sesiydi. Suçun sahibi olmaz ama. Suçlu ayan beyan belliydi: Beyefendi görünümlü zat.

Arabasının modelinden ve markasından zengin olduğu belliydi. Adama iftira atma. Önceden atılmış olabilir diyebilirsiniz. Bal gibi adam -sandığım- attı. Çünkü çöpün sesine baktığımızı gören adam kafasını kaldırdı bize baktı. Başını öne eğseydi, az da olsa bir utanma duygusu kalmış diyecektim. Maalesef o da kalmamış. Yere atılan ayranın markasıyla eşinin içmeye çalıştığı ayran da aynı marka idi zaten. Üstelik çöp daha çiğnenmemişti, öylesi trafiğin yoğun olduğu bir yerde.  Haydi hepsi iftira dediniz. Peki o ses neydi?

Gördüğünüz gibi suçun bütün delillerini topladım. İçimden polis olmalıymışım bile dedim. Siz demeseniz de.

Aslında anlattığım bu olay, bizim ülkemizde vakayı adiyedendir. Artık olağan hale geldi. Çoğunuz, arabasının kül tablasını yolun ortasına boşaltmaya çalışanı, burnunu temizlediği peçetesini toplu taşıma araçlarına atanı ya da bir yerine sıkıştıran kimseleri görmüşsünüzdür. Görmeden atılanları saymıyorum. Yaşadığımız yerleri, gelip geçtiğimiz yerleri, piknik yerlerini saymıyorum bile. Hele dağılmış semt pazarlarını mesele bile edinmiyorum artık. Çünkü rastgele atılan şeyler o kadar sıradanlaştı ki, hepimiz bu tür davranışları kanıksamış durumdayız.

Peki biz pis bir millet miyiz? Hayır. Temiz olmaya temiziz. Yine istisna kimselerimiz kaideyi bozmaz ama biz kendimize temiziz. Kendi evini, barkını, aracını, çevresini tertemiz yapan bireyleriz. Tıpkı aracın camını açarak elindeki çöpü dışarıya atıp camını kapatan gibi. Adam aracını temizledi. Dışarıdaki görüntü nasıl olursa olsun. Bu pisletenler de temizlik havarisi. Çoğu zaman da etraf ne kadar pis diye dert yanar.  Kusura bakmayın ama ben böylelerini o böceğe benzetiyorum. Hangi böcek dediğinizi duyar gibiyim. Hiç zorlamayın. Siz o böceği iyi bilirsiniz. Bana söyletmeyin adını. Hani o böcek, kendi pislediği pisliği yuvarlar, bir taraftan da etraf ne kadar pis kokuyor diye burnunu tıkarmış ya. İşte o böcek. Hatırladınız adını. Hele şükür. Baya da uğraştırdınız beni.

Ben, göz göre göre çevreyi kirleten insanları işte bu böceğe benzetirim. Bu böceklerin yiyeceği bu yuvarladıkları. Rızıklarının peşinden koşuyorlar. Ya bizim kendisine temiz insanımızı ne yapalım. Siz ne derseniz deyin. Ben bu tip adamlara kendine temiz insan diyorum. Adam da çöpünü attıktan sonra tıpkı o böcek gibi camını kapattı zaten.

Siz, ülkenin bu kadar gündemi varken şu mesele edindiğin işe bak bile deyiniz. Ben diyeceğimi dedim bile.  Bu adam, kendine temiz. Sayısı da baya çok maalesef. Bir araya gelseler seni, beni, bizi  boğarlar...

 Biz istediğimiz kadar sözle: “Temizlik imandandır. Temizlik imanın yarısıdır. Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever. “ deyip, ardından da   “Ele verir talkını, kendisi yer salkımı” aymazlığı içerisinde her yeri kirletmeye devam edelim. Bilelim ki yaptığımız bilgi hamallığından başka bir şey değildir. Rabbim sonumuzu hayreylesin. 29/02/2016

** Kahta Söz gazetesinde 24.03.2016 günü yayımlanmıştır.