25 Ocak 2016 Pazartesi

Bahane bulmak

İnsanoğlu çözülmesi zor bir muammadır. Fiziki özellikleri itibariyle birbirimizin aynısıyız. Ama iç halini çözmek için insanlığın ve dünyanın ömrü yetmez. Farklı farklı insan tipleri vardır. En dikkat çekenlerden biri de mazeret üretenler, her şeye bir kılıf bulanlar, savunma refleksi güçlü insanlardır bunlar.  Bir diğeri de ön yargılı olanlar. Burada üzerinde durmak istediğim tip, bahaneci tiptir.
Hepinizin çevresinde vardır mutlaka böyleleri.  Bu tiplere asla laf/söz anlatamazsın. Her şeye söyleyecek sözleri vardır. Mazeret ürete ürete laf ebesi olup çıkarlar. Kendilerine de asla toz kondurmaz, burunlarından kıl aldırmazlar. Her şey senin bir cümlene bağlı. Senin cümlenden sonra lafı ağızlarına bir alırlar. Sustur susturabilirsen. Konuştuğuna konuşacağına pişman olursun. Bir daha mı tövbe dersin. Abarttığımı düşünebilirsiniz. İsterseniz deneyin. Denemesi bedava. Alın size örnekler:
-Efendim biraz geç kaldınız görev yerinize… Ama efendim! Otobüs gelmedi… Otobüs arıza yaptı…Ama efendim ben ta nereden geliyorum… Ama efendim çocuğum hastalandı…Ama efendim ben hastaneye gitmiştim…Eşim hastaydı…Otobüs geç geldi…vs.
-Girdiğin sınavda başarılı olamamışsın…Çalışmadım. Çalışsaydım yapardım… Kopya çeksem ben de yüksek alırdım… Ben iyi yapmıştım aslında, düşük vermişler...Zaten iyi anlatamıyor öğretmen… Kendisi de bilmiyor...
-Efendim biraz kitap okusanız iyi olur…Aman efendim benim zamanım mı var… Benim işim yoğun, sizin ki gibi hafif değil… Bir de çocuğum var, Çocuklar  bir şey yaptırmıyor ki…
Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. İş yapmayan ya da yapmayacak olanın bulamayacağı mazereti yoktur. Böylesi soğuk bir havada yaşlı biri parktaki aracına biner. Yanına da çalışanları. Araca bindikten sonra nefesten aracın ön camları buharlanır. Arabayı çalıştırmasıyla sürmesi ve önündeki araca çarpması bir olur. Çarpılan aracın sahibi kahvehanede oturmaktadır. Bakar ki kendi aracı. Sürücü  suçlu. Ama suçu hiç üzerine almaz. Adama: “Kardeşim, sen niye arabanı hava rengine boyattın” diye üste çıkmaya çalışır.
Her hangi bir konuda mazeret üreten, savunma yapan aslında sadece kendisini kandırmış demektir. Sadece egosunu tatmin eder böyleleri. Başkasını ikna ettim diye düşünür. Aslında sadece kendi kendini tatmin eder. 
Olaylar ve sonuçlarında   Adem- Havva gibi olmak gerekir. Yasak ağacın meyvesinden yeme sonucunda biliyorsunuz yeryüzüne indirilmişlerdi. İndirildikleri zaman: “İkisi birden: «Ey Rabbimiz! Kendimize haksızlık ve yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz» dediler.Aslında her ikisi de “Ya Rabbi! Bizi İblis kandırdı. Bizim altımızdan girdi, üstümüzden  çıktı” diyerek suçu İblis’e atabilirlerdi. İblis ne yapmıştı ta ilk baştan onu da bir hatırlayalım: “Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Görüldüğü gibi Adem’e saygı etmemeyi İblis, kendisinin daha üstün olduğuna bağlayarak savunmaya geçti. 
Size iki örnek: Yaptığı hatayı sahiplenmeyen ve savunmaya geçen İblis ile, yaptıkları hatayı kendilerinden bilen ve özür dileyen Adem ile Havva. Sorarım size, sonuçta kim kazandı? Tevazu göstererek hatasıyla yüzleşen elbette. Kibir göstererek savunma yapan ve gerekçe gösteren İblis ise kaybetti.
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım husustan sakın ola ki, mazeret beyan edenler, savunma yapanlar Şeytan’ın yolundan gidiyorlar anlamı çıkmasın. Biliyorsunuz, “Teşbihte hata olmaz” diye bir söz vardır. Yeri geldiği zaman elbette savunacağız, yaptığımız iş için gerekçemiz olacak. Ama meslek haline getirmemek lazım. Her birimiz başımıza gelen şeyler için öncelikle öz eleştiri yapmalıyız. Öz eleştiri yapmayanlar sadece topu taca atmış olurlar. Asıl olan topu sahada tutmaktır.

Hayat şu ya da bu şekilde devam ediyor. Öz eleştiri, ya da her olayda kendisiyle hesaplaşması kişiyi daha da mükemmelleştirir. Tercih sizin…25/01/2016

24 Ocak 2016 Pazar

“Altta kalanın canı çıksın”

Müstakil evlerden apartman hayatına taşındık nice yıllardır. Bu yapılaşmayla bahçeli, sadece ev sahibinin girdiği özel mekanlar pek kalmayacak gibi.

Apartman hayatı; birlikte yaşadığımız, çok kişinin girip çıktığı ortak yerlerimiz oldu artık. Buralardan geriye dönüş yok. Fakat çok kişinin yaşadığı bu apartman hayatlarının çoğunda maalesef ortak apartman kültürümüz oluşmadı. Kendimizi başkasının yerine koyup düşünmedikçe de pek oluşacağa benzemiyor. Çünkü önceliğimiz ve vazgeçilmez olan parolamız kendimizdir. Dünyanın merkezine kendimizi koyuyoruz. Ben merkezli olaylara bakıyoruz. Hayat: Kendi işimizin olmasından ibarettir artık. Başkasının canı çıksın. Hele altta kalanın.

Apartmandaki her hizmet, her konfor üstteki komşunun mutluluğudur artık. Altta oturan/kalan sanki yukarıdakine hizmet için yaratılmıştır.

Üst komşun sofra altını/halısını çırpacak. Tozunu, toprağını sen çekeceksin. Bir olumlu yönü var, ne yediğini tespit edip merakını giderebiliyorsun. Merakını giderdikten sonra  kalkıp eline süpürgeyi alacaksın ve süpüreceksin.  Mesele bu kadar basit. Yani o mu aşağıya inip senin balkonuna döküleni ya da aşağıya saçılanı temizleyecek. Allah’tan kork.

O çamaşırını serecek, suyu balkondan seni bulacak. Halısını serecek, penceren ve balkonun kapanacak, gündüzken gece hayatı yaşayacaksın. Bir gün bir çamaşır da ben sereyim dersin, serdiğine sereceğine pişman olursun. Çünkü ya onun da seresi gelmiştir. Ya da yukarıdan bir şey çırpası. Görev yeniden alt kattaki sana  geçer: Çamaşırları makinaya yeniden atmak. Bir taraftan da bildiğin tüm duaları okumak.

Yukarıdaki zıplayacak, hoplayacak, misafir ağırlayacak, süpürge çalıştıracak sen aşağıdan onu dinleyeceksin. Yukarıdaki klimasını çalıştıracak, sen aşağıdan yağmur yağıyor diyeceksin önce. Sonra klimanın gözyaşları olduğunun farkına varacaksın. Onun gözyaşları seni ıslatmaya devam edecek. Sen de böylece serinlemiş olacaksın. Ne demişlerdi bir hatırla: “Komşuda pişer, bize de düşer” diye. İşte düşüyor yavaş yavaş.

Kış gelir. Şimdi sıra yukarıdakileri ısıtmanda. Sen yakacaksın onlar alt ve üst daire sayesinde ısınacaklar. Doğalgaz parasını da tabii ondan 4 katı daha fazla sen ödeyeceksin. Bu günlerde hava epey soğuk: Dondurucu soğuklar var. Aman komşunu üşütme bakalım. Kombinin derecesini biraz daha yükselt.

Yukarıdaki komşuların dış kapının anahtarlarını unutmuştur. İçeri girmeleri gerekir. Ya da misafiri gelmiştir. Dışarıda kalacak değiller ya. Hem insan unutamaz mı? Hemen zile basar. Sen de açarsın. Çünkü kapıcı dairesinin görevlerinden bir tanesi de budur. Gelen kargo ve postacı da zaten üst komşuların gibi düşünüyor. Demek ki aklın yolu birdir.

Komşunun “Kanuni” isimli motosikleti vardır. Dışarıda kalacak değil ya. Hemen girişte en uygun yer senin girip çıktığın yerdir. At gibi motorunu koyacak, o koyunca diğerleri de bisikletini koyacak. Sen de girip çıkarken düz geçeceğine yan yan geçersin, Bu kadar basit.

Tek eksik kaldı: Balkon ya da çatıda mangal yakmalar. Dumanı ve kokusu gelir. Sen bekle dur. Komşu getirip verecek diye: Çatla emi. O görgüsüzlüğü yapan sana getirip et mi ikram edecek. Dua et badem ve ceviz pahalı. Balkona badem kırmak için çıkmadı hala. Bu sene bol olan kayısının çekirdeğini kırarak yetiniyor.

Altta kalarak umarım komşunu rahatsız etmemişsindir. Sen rahatsız olmuş olabilirsin. Bu önemli değil. Önemli olan üstteki komşunun mutluluğudur. Sen onu mutlu etmeye bak. Bir defa senin rahatsız olma gibi bir lüksün olamaz. Bir defa burada suçlu, senin altta oturmandır. Bu anlayış, bu kültürle senin kaderin bunu çekmektir. Eğer çok rahatsız olursan bu alt daireden çık. Bir başka yerde üst daireye taşın. Sen de alttaki kalana yap yapacağını. Bende merhamet var. Vicdanım el vermez deme. Unutma ki merhamet maraz doğurur. Sakın acemiyim  deme. Epey staj gördün yukarıdakinden.

Sahi neydi o söz: “Altta kalanın/oturanın canı çıksın.” 24/01/2016


Apartman kültürsüzlüğümüz


Tek katlı müstakil evlerden hızlı bir şekilde apartmanlara taşınmaya başladık. Beraberinde de bazı sorunları  taşıdık.

Dışarıdan bakınca tertip ve düzeni kendini gösteren, kapıcı, güvenliği ve yöneticisi olan siteleri kastetmiyorum. Site olmadığı halde oturanlar tarafından bir kültürün oturtulduğu apartmanlarımız da var. Düzen ve tertibi olan az sayıdaki apartman hayatının dışında kalan sayısı az olmayan sorun yumağı apartman hayatını ele almak istiyorum. Birçok apartmanda;

1. Komşuluk ilişkileri yok denecek kadar azdır. 
2. Yol geçen hanı gibidir. Giren-çıkan belli değildir.
3. Gürültü-ses-tepinme, alt ve üst komşuyu rahatsız etme... Kavga-dargınlık ve küskünlük...
4. Ceset kokusundan dolayı apartmanda ölenden haberdar olunur ve polis aranır.
5. Asansörde ve koridorlarda sigara içilir, izmariti yere atılır.
6. Temizliği sorundur. Kirletmede üstüne yok. Temizlikte ise arazi olur.
7. Ortak kullanımdan kaynaklanan aidatı toplamak zordur. Vermemek için direnir. Günler, aylar birbirini kovalar.
8. Bisiklet, mobilyet girişe demire düzensiz bir şekilde bağlanır. Gelip geçenler rahatsız olur mu hesabı yapılmaz.
9. Yakıt ortaksa sıcaktan dolayı kapı-pencere açılır. Asla petek kısma ve kapatma yoluna gidilmez.
10. Yakıt ayrı ise bir iki oda yakılır. Alt ve üst komşudan faydalanılma yoluna gidilir.
11. Asansör varsa asla merdivenlerden inilip çıkılmaz. Asansör çağrılır. Kilo vermek için yürüyüşe inilir.
12. Her apartmanda olmasa da bazı apartmanlarda balkonda veya çatıda mangal yakılır.
13. Balkonda badem-çekirdek kırma olmazsa olmaz geleneklerimizdendir.
14. Balkona çamaşır astığın zaman üst komşu görevi devralır; Halı, kilim Allah ne verdiyse çırpmak için.
15. Toplantı pek yapılmaz, yapılırsa da katılım olmaz. Ortak karar da çıkmaz. Herkes başına buyruktur. Her bir sakin kendi aklına ve zekasına hayrandır. Ortak akla ihtiyacı yoktur.
16. Senin yatma saatin komşunun  matkap çalıştırma vakti olur.
17. Bayramlarda apartman ölü sessizliğine bürünür. Çoğu memleketine gider. Kalırsa da zaten pek bayramlaşma olmaz. Girişte karşılaşılırsa “ Komşu iyi bayramlar” temennisi en güzel mutluluk kaynağıdır.

Tanıdık geldi mi? Bu şekil apartmanlar… 24/01/2016

Kooperatif maceram*


-Üstat, bunca yıl çalıştın. Ne kadar birikim yaptın? Söylesene.
-Birikimlerimin 5 yılını toprağa gömdüm bitmesi için. Bir ayrık otu bile çıkmadı.
-Hayırdır, yoksa kooperatife mi girdin?
-Maalesef.
-En iyi kooperatifin % 60 kapasiteyle çalıştığı söyleniyor. Ne dersin?
-Bilmem ne kadar kapasiteyle çalıştıklarını. Bildiğim bir şey var. Benin girdiğim kooperatif % 1 kapasiteyle bile çalışmadı.
-Olur mu öyle şey? Abartıyorsun.
-Keşke öyle olsaydı.
-Sen böyle bir girdabın içerisine nasıl girdin? Biliyorsun kooperatifler, uzun ince bir yoldur. Sen bittiğin zaman sana evi teslim ederler.
-Bizimkisi teslim de olmadı.
-Nereden buldun bu kooperatifi?
-Ben bulmadım. Onlar beni buldu.
-Sen de girdin öyle mi? Sen şu işi baştan bir anlat hele.

-Sanırım 97 yılı idi. Yaz dönemi köydeydim. Ev telefonundan sınıf ve sıra arkadaşım beni aradı: “Ben bir kooperatife girdim. Adamlar çok iyi, dobra insanlar. 5 yılda evi teslim edecekler. Kooperatifin yeri de çok iyi. Önünden Antalya/Seydişehir  çevre yolu geçecek. 30 daireli küçük bir kooperatif. Seninle komşu olmaktır muradım. Kaçırma derim.  Düşün, bana haber ver. Hatta ben kooperatif başkanıyla seni görüştürebilirim. Niyetim ev sahibi olmandır. ” dedi.  Hanım, “Girelim, başka türlü ev sahibi olamayız, amcam da bu şekilde ev sahibi oldu” dedi. Kooperatif kurulalı, aidatlar ödenmeye başlayalı 7 ay olmuş, birikmiş paramız yok dedimse de kayın peder, “Ben bulurum bir yerden, sen yeter ki gir” dedi. Beni düşünenlerin bu kadar olması beni memnun etti. Amma da sevenim varmış. Hepsi benim iyiliğimi istiyor dedim. Arkadaşım kooperatif başkanıyla  görüştürdü  beni. Başkana, “ Haydi 5 yılda bitiremezseniz, üyeler aidat ödeyemezse inşaat ne olacak dedim. “Ben ve ekibim inşaat ustasıyız. Binayı kendimiz bitirir, teslim ederiz evelallah” sözünü arkadaşımdan sonra bir de başkandan dinledim.

Okuldan beri tanıdığım dostum yaş yere yatmazdı. Gözü açık birisiydi. Bu güne kadar her işi rast gitmişti. Ben  Gaziantep, Adıyaman gibi gurbet ellerde  öğretmenlik yaparken o arkadaşım görev için Konya dışını görmemişti. En uzak mesafe olarak görev yaptığı yer Konya’nın Ankara’ya yakın bir ilçesiydi.
-Sonra ne oldu? Girdin mi?
-İsteksiz de olsa, vicdanımın sesini bastırarak etrafımdaki benden hevesli kimselerin yardım sev er davranışları sayesinde girdim maalesef. 4 yıl isteksiz ve hevessiz bir şekilde ödedim. Ben gurbetten dostlarıma para gönderdim onlar sağ olsunlar Etibank’a yatırdılar. Etibank’taki memurun her ödemede: “Yücetaş kooperatifi size ait değil mi efendim” dediğini de gıyabında ezberlemiştim.  Yaz dönemlerinde birkaç defa da ben yatırdım Etibank’a aidatı. Zaman zaman çarşıya çıktığımda yanımdaki çocuklarıma: “Oğlum ben öldükten sonra kooperatifin parasını şu gördüğünüz bankaya yatıracaksınız, tamam mı” derdim.
-Şimdi öyle bir banka yok biliyorsun.
-Biliyorum banka da battı. Kooperatif de.
-Sonra?
-Her yaz dönemi beni kooperatife girdiren arkadaşım inşaatla ilgili bilgi veriyordu. Ben onunla yetiniyordum. 4.yılın sonunda önünden Antalya yolunun geçeceği, geleceği parlak kooperatifimin yerini görmeye gittim. Mal sahibine ait ayrı bir binanın kargası yapılmış, tuğlaları örülmüştü. Üyelere ait iki  bloktan birinin su basmanı betonu atılmış, diğer blokun su basmanı kalıpları çakılmış betonları dökülmemişti.

Yanımdaki arkadaşlarımla istişare ettim. Bu kooperatif bu hızla asla bitirilemezdi. En iyisi çıkmak dedim. Çıkarsan zarar edersin. Sen önümüzdeki yıla kadar ödemeye devam et. Kooperatif hisseni bir başkasına satalım dediler. Ödemeye devam ettim. Ödemede de zorlandım. Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla birlikte 2001 krizi çıktı, devalüasyon oldu. Döviz çıldırdı. Maaşlar ödenir mi, ödenmez mi noktasına gelindi. Hayat pahalılığı arttıkça arttı. Ne yapmak gerekiyordu. Yola,  “Dünyada mekan, ahirette iman” parolasıyla çıkmıştık. 10 yıllık çalışmamın sonucunda kötü günlerde bozdururuz diye bir bilezik yapmıştık. Kooperatifin aidatını ödemek için de o bileziği bozdurduk. Yatırılması için Konya’ya gönderdim. Yaz geldi. Önünden Antalya çevre yolu geçecek kooperatifimi görmek için tekrar uğradım. Bir yıl önceki orjinalliğini aynen koruyordu.

Benim kooperatife girmemi, başkanla görüşmemi sağlayan dostuma geldim. Kardeş ben kooperatif ortaklığından çıkacağım. Senin kayınpederin “Aman damat hissenden çıkma, sizin yerin geleceği parlak, müthiş değerlenecek. Arkadaşın çıkarsa çıksın, hatta onun hissesini de ben alabilirim” demişti. İşte kayın pederine fırsat doğdu, haydi alsın benim hissemi dedimse de hissemi ne kayın pederine ne de bir başkasına teklif edebilmiştim. Kendimin memnun olmadığını bir başkasına nasıl satabilirdim. Benim o kadar memnuniyetsizliğime rağmen dostumun : “Ramazan çıkarsan çık arkadaş, ben kooperatiften memnunum” demesi beni öldürmüştü. Bende bir anormallik vardı anlaşılan. Bu kooperatifin neresinden memnun olunabilirdi ki. Sonunda  sorunun benden kaynaklandığını, göz numaramın büyüklüğünden  gözüm, onun gördüğünü yıllarca göremedi belki de diyerek suçu yine kendimde buldum. Ama önünden geçecek Antalya yoluna rağmen bu kooperatiften çıkmalıydım.

Birlikte kooperatif  başkanının yanına gittik. Arkadaş, kooperatifin gidişatından memnun değilim. Hele son bir yıldır bir tane dahi çivi çakılmamış. Zaten ben de son iki ayın aidatını yatıramadım, çıkacağım dedim.
-Çıkacağım deyince adam ne dedi ya?
-“Sen yatırmazsan ben yatırmazsam bu kooperatif nasıl yürüyecek arkadaş, elbette yürümez” dedi.
Kooperatifte esas sorunun benim son iki ay ödemeyi yapmamam olduğu tespiti yapıldı. Dilekçemi verdim. Yatırdığım banka dekontlarına göre hesap kitap yapıldı. 5 yılda toplam 2160 TL yatırdığım tespit edildi. Yerime üye bulup ondan aldıklarını bana vereceklerini söylediler. Tamam dedim ayrıldım. Birkaç ay sonra yerime, 5 yıldır toprağa gömdüğüm paradan bir ayrık otu bile bitiremediğim kooperatifime  yanmayı kabul eden birisini bulmuşlar. 5 yıl içerisinde o enflasyonlu dönemde karşılığı 10000 mark olan 2160 liramı 6’şar aylık ara ile iki taksitte ödediler. Benim “Dünyada mekan, ahirette iman” olan gönülsüz aşkım,  ev sahibi olamadan 5 yılın sonunda sona erdi.
-Senin o arkadaş devam etti mi kooperatife?
-Bir yıl sonra o da çıkmış.
-Nasıl olur, hani o arkadaşın memnundu gidişattan?
-Ben de ona;  niye çıktın, hani memnundun, ne oldu diye sordum. Bana o zamanlar memnundum. Sonra ben de memnun kalmadım ,  yatırmıyorum. Üyeler başkanı mahkemeye verdiler. Kooperatifte muhatap yok, öylece kaldı. Ah senin gibi paramı bir de ben alabilsem dediyse de pek dert edinmedi, ya da belli etmedi. Kendini rüzgara bıraktı ama kilosundan rüzgar onu istediği yere sürükleyemedi.  Yemeye, içmeye verdi kendini. Atandığı okulun 15 metre ötesinden bir ev aldı. Zaman zaman en yakınlarıyla kaplıcalara gitti geldi.
-Kooperatif el değiştirdi o zaman? Akıbeti ne oldu o kooperatifin?
-Çıktıktan 14  yıl sonra merak ettim ben de senin gibi. Araya araya buldum kooperatifimi. Benim 2002 yılında bıraktığımda gördüğüm pozisyon aynen duruyordu. Betonunu dökmedikleri kalıpları dahi çıkarmamışlar. “Yücetaş kooperatifi” levhası dimdik ayaktaydı. Soyadım yaşıyordu. Tek sevincim de bu.
-Önünden Antalya yolu geçtiyse çok değerlenmiştir oralar şimdi?
-Kooperatifin önünden bir yol geçmiş, ama geçen yol Antalya yolu değil. “500 Evler” adındaki Konya’nın bir semti olan meskun mahal yolu var sadece.
-Sonuç?
- İnşaat sahası atıl bir şekilde duruyor. 5 yıl boyunca zorlanarak yaptığımız tüm birikim o dobra insanlara gitti. Olan da dünyada mekan sahibi olmayı düşünen üyelere oldu. Yani biz 5 yıl o insanların karnını doyurduk. Afiyet olsun, ne diyelim.
-Kandırılmışsın be kardeş.
-Doğru. Ama kandıran olmaktan iyi değil mi? 24/01/2016

*Bu uzun yazıyı kooperatife giren ya da girmek isteyen hevesliler okusun.


e-Okul sistemi ve karne heyecan(sızlığı)*

e-Okul sistemi ve karne heyecan(sızlığı)

Eskiden okulların her birinde  özel firmaların sattığı programlar vardı: Notların girildiği yazılımlar, maaşların hesaplandığı programlar, haftalık ders programını yapan yazılımlar… Okullar, firmalara yüklü miktarda yıllık ücret öderlerdi.

e-okul, 2007 yılından itibaren kullanıma açılmış olan bir okul yönetim sistemidir: Öğrenci notlarının girildiği, diplomasının verildiği, notlarının otomatik hesaplandığı, ödül ve cezaların işlendiği, öğrenci belgelerinin verildiği, sahte diplomaların önüne geçildiği bir sistemdir. Bakan Hüseyin ÇELİK’in Milli Eğitim Bakanı olduğu yıllarda okullarımıza kazandırdığı ücretsiz ve güvenilir bir sitemdir. Okullar arasında birliğin sağlandığı, hata yapma riskinin sıfıra indiği, öğrenciye, veliye, öğretmene ve okul yönetimine kolaylıklar ve hızlı erişim imkanı sağlayan bir programdır.. Bu ve benzeri yazılımlar sayesinde okullarımız firmalardan her yıl satın alma ve lisans yenileme adı altında ödedikleri yüklü miktarlardan da kurtulmuş oldular.

Bu sistem sayesinde veli, çocuğunun sınav tarihinden, sınavlarda aldığı puanlardan, yaptığı devamsızlıklardan anında haberdar olabiliyor. Eskiden karne gelince zayıflardan, devamsızlıklardan haberdar olurduk. Karnelerin eski gizemliliği kalmadı artık. Bu konularda çocuklarımız yalan da söyleyemiyor. Yalancının mumu yatsıya kadar yanardı. Şimdilerde mum hiç yanmıyor artık. Çünkü Halep orada ise e-okul burada artık. e-okul sistemiyle birlikte nerede o eski karne günleri demeye başladık.

Geçtiğimiz Cuma karneleri verdik. Ne bir heyecan vardı? Ne de bir korku ve endişe. Karneler artık malumun ilanı oldu. Bu sistemle olan da başarısız çocuklarımıza oldu. Karnedeki notları değiştirme imkanları da kalmadı. Eskiden karneyi alır almaz, kritik olan derslerimizin notlarına bakardık; geçtik mi, kaldık mı diye.

Karnelerin heyecanı kalmadı ama yine eski sistem karneler basılmaya, yazılmaya, dağıtılmaya devam ediyor. Karne deyince  aklıma 3 çeşit karne gelir:
1-Ekmeğin karne ile verildiği II. dünya savaşı yılları,
2. Sağlık karnesi,
3.Okul karnesi.


 Ekmek karnesi ve sağlık karnesi kalktı. Bir zamanlar ihtiyaç olduğu için getirilmiş ve ihtiyaç ortadan kalkınca da tarihteki yerini almışlardır. Bildiğim son karne, okul karneleri kaldı. Bunun da kaldırılma zamanı geldi de geçiyor artık. Hem heyecanı , hem anlamı kalmadı, hem de masraf ve külfet. Gelin el birliğiyle son karnenin de cenazesini kılıp defnedelim. Ne dersiniz?
*24/01/2016 tarihinde anadoludabugün gazetesinde 27 Ocak 2016 tarihinde ladik.biz sitesinde  yayınlanmıştır.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Bir zamanlar bir şubat soğuğu geldi geçti bu ülkeden**

Türkiye son yıllarda görmediği bir şubat soğuğunu yaşadı bundan 19 yıl önce. Nelere karışılmadı ki. Bir kesimin bir kesime dünyayı dar ettiği yıllardı.

Bir kesime dünyayı dar edecek ihaleyi alan otorite de: "Siyasi hayatıma mal olsa da" diyerek mücadelesine  başladı. İlk iş olarak başörtüsü avına çıkıldı. Özellikle üniversitede okuyan kız öğrenciler kampüslere alınmadı. Kazara girenler de amfilerden çıkartıldı. İkna odaları kuruldu. Günler, aylar ve yıllarca süren demokratik eylemler yapıldı. Kimi atıldı, kimi okulu bıraktı, kimi perukla girdi okula. Kimi de içi kan ağlayarak başını açtı. Yetmezdi.

Meslek liseleri kapatılmaktan beter yapılmalıydı. 1999 yılında kat sayı getirildi. Aynı sınava giren öğrencilerden meslek liselerinin katsayısı 0,3 ile çarpılırken diğerlerinin katsayısı 0,8 ile çarpıldı. Okuduğu okula göre öğrenciler avantajlı- avantajsız hale getirildi. Meslek liseleri boşaltıldı. En büyük haksızlık da mevcut devam eden öğrencilere yapıldı. Kazanılmış hak kavramı işletilmedi. Ne başka bir okula geçişine izin verildi, ne de katsayıda kademeli geçiş  uygulandı. Meslek liselerinden genel liselere geçiş yasaklandı. Nakil alan okul müdürleri bile  görevden alındı. Meslek liselerindeki en başarılı öğrencinin tıp kazanacak puanıyla girebildiği en iyi bölüm Fen Bilgisi öğretmenliği oldu. Dünya kuruldu kurulalı böyle zulüm görmedi. Niyetleri boğmaktı. Halbuki mevcut öğrencinin hakkı korunmalıydı. Konan kural yeni okula başlayacak öğrencilerle başlatılabilirdi. Maalesef kin, intikam hırsı gözlerini bürümüştü. Bir nesli yok ettiler. Hayallerini de. Önlerini kapatan, hayallerini yok edenlere karşı o günün mağdur başarılı öğrencilerinin derinden çektikleri bir âh, Arş-ı Âlâ’ya yükseldi. Öbür dünya için en büyük kazançları da bu mağduriyetleri olacak.

Kahta İHL’de en arka sırada oturan Yasin* isminde  başarılı bir öğrencim vardı. Arkadaşlarına boş zamanlarında tahtada sayısal dersleri anlatan bir öğrenci. Son sınıfta katsayı mağduru oldu. Tıp kazanacak puanıyla bir yıl sonrası Fen Bilgisi öğretmeni olabildi... 2010 yılında Konya’da aynı kurumda  çalıştığım Fen Bilgisi öğretmenim vardı Gülhan isminde. Onun da hikayesini dinledim bir gün. O da, okulunun birincisi ve tıp puanıyla öğretmen olabilmişti… Kimi okumak için yurt dışını mesken edindi. Milli servetimiz bu dönemde dışarıya aktı. Gurbet ellerde ne sıkıntılar çektiler kim bilir?  Bunu eşekten düşenlerden dinlemek lazım.   Binlerce başarılı öğrenciden sadece ikisini paylaştım sizlere ... 

Bir zamanların adından söz ettiren başarılı meslek liseleri cenaze evlerine döndürülmüştü. 17 yıl geçmiş ama hala meslek liseleri belini doğrultamadı. İHL’lerini yok edeceğim diyen zihniyet diğer meslek liselerini de yok etmişti.

Kahta’da birlikte çalıştığımız  A.E.S. isimli Fen Bilgisi öğretmenimiz askere gitmişti.  Askerlik dönüşü bize: “Arkadaşlar, siz ‘İHL’lere zulmediliyor, mağdur ediliyor dediğinizde abarttığınızı düşünürdüm. Bakın askerde başıma ne geldi? Orada  asker çocuklarına ders verecek öğretmenleri belirlemek için bir sınav yaptılar. Ben de bu sınava girdim. Sınavda birinci oldum. Ders vermek için seçildim. Sonra iptal edildi. Niçin dediğimde de ‘Sen İmam Hatip Lisesinde çalışıyorsun, biz bunu tespit ettik. O yüzden olmaz’ dediler. Benim babam ve kayın pederim asker. Biliyorsunuz ben de dini duyarlılığı olmayan biriyim. Buna rağmen sırf devletin bir okulu olan İHL’de çalıştığım için elendim, varın siz gerisini düşünün, şimdi sizi daha iyi anlıyorum” demişti… 

Bu süreçte okul disiplin kurulu üyesiydim. Başörtülü derse giremeyen öğrencilerimiz bahçede yarım saat kadar bir eylem yapmışlardı. Eylem bittikten bir-iki hafta sonra müdür odasına çağrıldım. İki tane müfettiş ifademi aldı.  Disiplin kurulu üyesi olarak suçum, başörtülü sınıfa giren ve bahçede eylem yapan öğrencilere niçin ceza vermediğimizdi. İfadem alındı. Savunmam yeterli görülmedi. Uyarı cezası ile tecziye edildim.

Hedef koymuşlardı 1000 yıl devam edecek diye. Görüyorsunuz hedefleri tutmadı. Kurdukları örümcek ağı kısa zamanda darmadağın oldu. Çünkü zulüm ile âbâd olunmazdı.


*02/03/2016 Çarşamba günü bu sürecin mağduru olan Yasin’in,  duygu ve düşüncelerini anlatan yazısına yer vereceğim. Tüm mağdurlara armağan olsun.

**27/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde ve ladik.biz web sayfasında  yayımlanmıştır.

20 Ocak 2016 Çarşamba

“Harç bitti, inşaat paydos”*

“Harç bitti, inşaat paydos”

2015-2016 öğretim yılı I. döneminin son haftasına girdiğimiz bu günlerde öğrenciliğimde yaz dönemi inşaatlarda çalıştığım günler göz önüme geldi. Eğitim ve öğretimin son haftasıyla inşaat günlerinin arasında ne gibi bir bağlantı kurulur? Belki şaşırabilirsiniz ama ben kurdum.

Öğrenci iken yaz dönemlerinde inşaatlarda çalışırdım. Mesaimiz sabah güneşin doğmasıyla birlikte başlar. 10.00 gibi çay molası. Öğle ezanıyla beraber yemek molası. İkindi çayı. Sonra akşam hava kararıncaya kadar devam ederdi çalışmamız. İkindiden sonra havanın serinlemesiyle birlikte güçten ve takattan düşerdik.  Biz akşamın olmasını beklerken patron da havanın serinlemesiyle birlikte, “Oh, oh. Tam çalışacak hava oldu. Haydin aslanlarım” şeklinde bizi motive etmeye çalışırdı. Ama gel bir de sen onu bize sor. Bir taraftan çalışırken diğer taraftan da ara sıra güneşe gözümüzü dikerdik, ne zaman batacak diye. İnşaatta az bir yer kalmışsa bitirinceye kadar çalışılırdı. Eğer inşaatta iş ertesi güne sarkacaksa mesainin bitmesi harcın bitmesine bağlıydı. Akşama yakın harç bitti mi inşaat paydos edilirdi. Yeniden harç karılmazdı. Tecrübeli büyüklerimiz, “Harç bitti, inşaat paydos” derlerdi. Bu sözle birlikte bütün yorgunluğum geçer giderdi.

Eğitim ve öğretimin son haftasına sınavlar bitirilmiş, notlar teslim edilmiş bir ortamda girilir. Öğrenciler tıpkı  “Harç bitti, inşaat paydos” moduna girer. Hedef sınavlardı. Sınavlar bitmiş, notlar sisteme girilmişse ders işlemenin bir mantığı olmazdı artık. Kazara öğretmen ders işlemeye kalksa  “Hocam son hafta da ders işlenir mi?” diye itiraz korosu harekete geçer.  Ders materyali zaten gelmemiştir.  Ders işlemeyi istemeyen öğrenciyi sınıfta tutmak zaten ayrı bir mesele. Sınıfta tutan öğretmen en başarılı öğretmendir. Kimi okula gelmez, kimi gelir; okulun dışında dolaşır. Okula gelip sınıfa girmeyen öğrenciler ise dersi asarak  ders bitimine kadar park ve bahçelerde akşamı yapar. Akşamında evlerine vardıklarında aile, “Niçin okula gitmiyorsun? “ dediğinde “Zaten ders işlenmiyor ki, boşu boşuna niye gideyim?” mazeretlerinin ardı arkası kesilmez.

Akşamın olmasına ramak kala nasıl ki inşaat işçilerinde bir isteksizlik ve yorgunluk baş gösteriyorsa personel ve öğrencilerde de bir bıkkınlık, bezginlik ve zihinsel yorgunluk baş gösteriyor. Hem I. dönem, hem de ikinci dönem karne haftalarını eğitim ve öğretimin  ölü haftaları olarak değerlendiriyorum. 180 iş gününün içinden sayılan bu günlerimiz maalesef berhava olmuş haftalarımızdır.

Ortaokul II.sınıfta okurken karne günü ders işleyen bir öğretmenimiz vardı: Türkçe öğretmenimiz Orhan DEMİRÖZ. Kulakları çınlasın. Vefat etmişse Allah rahmet eylesin. Sınıfcak, “Hocam! Bugünde, bu saatte ders işlenir mi?” dediysek de aldırmadı. Ders işlemeye devam etti. Allah sayılarını çoğaltsın.

Milli Eğitim Eski Bakanı Ömer  DİNÇER bakan olduğunda: “Üniversitede öğrenci iken seçmeli ders olarak İngilizce dersini seçmiştim. 80-100 kişilik sınıfımız kısa zaman zarfı içerisinde iyice azaldı. Sonunda sadece devam eden ben kaldım. Bir gün derse gidemedim. İngiliz uyruklu hocam ertesi günü bana: ‘Ömer sana kırgınım, seni gelecek diye ders boyunca seni sınıfta bekledim’ deyince bir daha devamsızlık yapmadım. Birebir ders işledik. Öğrendiğim ekstra İngilizce’yi ona borçluyum” şeklinde açıklamada bulunmuştu. Tek kişiyle ders işlemek,  bize ne kadar da yabancı. Bu uygulama bize özgü değil maalesef. Zaten o hoca da yabancıymış.


Eğitim ve öğretimde metodumuz, kompozisyondaki giriş, gelişme ve sonuç bölümü gibi olsun. Hangi kademede olursak olalım, zamanı verimli geçecek şekilde değerlendiren kişiler olmamız temennisiyle… Allah bizi affetsin... 20/01/2016
27/01/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.