6 Ocak 2016 Çarşamba

Konuşunca kendini ele verenler…*

Her birimiz faniyiz. Doğar, gelişir ve vefat ederiz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın kanunu bu şekilde işlemektedir. Hoşumuza gitse de gitmese de değiştirme imkanımız yoktur.

Hepimizin zaman zaman yakınları vefat eder. Son görevimizi yapmak için gider cenazesine katılırız. Birbirimize taziyelerde bulunuruz. Hatta bilmediğimiz biri adına sala verilmeye başlandığı zaman Arapça bilsek de bilmesek de “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” der, değişik düşüncelere dalar gideriz. Cenazeyi hiç tanımasak bile sevenlerinin anısına sessiz kalırdık bir zamanlar. Ya  şimdi?

Şimdilerde yeni bir tip türedi; Kinini ve gayzını kusan. Naaş üzerine basıp kendini ispatlamaya çalışanlar. Başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuranlar. Ne diyelim herkes karakterini, kişiliğini ve çapını ortaya koyuyor.

Geçen hafta  bildiğiniz gibi tanınmış biri vefat etti. Herkesin sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de olabilir. Sevenleri; hakkında iyi, güzel yazılar kaleme alırken sevmeyenleri ise, hakarete varan yazılar yazıp tweetler attılar. İnsaf yahu dedim.

Tebaası olmakla övündüğümüz ve kendi Müslümanlığımızdan kıl aldırmayan bizler, Peygamberin: " Ölülerinizi hayırla yâd ediniz" sözünü göz ardı ederek ölenin ardından edepsizce höykürüyoruz. O peygamber ki, Ebu Cehil'in bile aleyhinde konuşulmasını yasaklamıştı; oğlu üzülmesin diye.

Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Herkes bir ölünün ardından güzel şeyler söylemek zorunda değil. Ama ölen kim olursa olsun, sevinç narası atmak, lanetlemek  kişilikli insana yaraşmaz. Saygı göstermek ya da saygı gösterir bir pozisyona girmek çok mu zor? Edep ya hu...
Ölene haydi sevindik, içimizden sevinmeyi bile beceremiyoruz. Susmayı unuttuk bile zaten. Haydi böyle tipler kendi meşrebini ortaya koyuyor. Peki bu kinini kusan kişilerin patavatsız sözlerine cevap vereceğim diye onların dedikodusunu, iftirasını, hakaretini, herzelerini dünya aleme duyuranlara ne demeli?

Amacı zaten meşhur olmak, onun için reklamın iyisi, kötüsü olmaz. Görmezlikten gelmek, yok kabul etmek aslında verilecek en güzel cevaptır. İşte o zaman kahrından çatlar. Siz adamı çatlatmayı değil, taze kanla hayata bağlıyorsunuz. Bırakın karakterini ortaya koymaya  devam etsin. Isıracak köpek dişini göstermez biliyorsunuz. Rahmetli Hasan KIVRAK Hocam, "Yavrum bir hayvan sana çitme atsa, sen o hayvana tekme atar mısın?" derdi. "Atmam hocam” deyince, "Hah yavrum, bırak hayvan hayvanlığını yapsın. Sen hayvanın seviyesine inme, olmaz mı?" derdi. Hz Ali: “Kişi, dilinin altında gizlidir”  der. Bırakın o gizliliği ortaya herze olarak çıksın. Cinsinin azaldığı dönemde bırakın piyasada iki ayaklıları da olsun.

Haydi duramadın eleştireceksin. İsmini bari ağzına alma. Hareketini eleştirsen olmaz mı? Önemli olan kalırken de, giderken de geride kalanlara “Kubbede hoş bir seda” olabilmektir.

Eleştiri ve tenkidini hakaret etmeden, insanın onuruyla oynamadan, seviyeli bir şekilde yapanlara selam olsun.

*06/01/2016 tarihinde Anadolu’da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ocak 2016 Salı

Otopark sorununa çözüm*



Otopark sorunu hepinizin malumu. Ya aracın park edeceği yerde park yeri yoktur, ya yeterli değildir, ya da park ücreti vermemek için  yol, sokak ve cadde kenarlarına  trafiği engelleyecek veya yavaşlatacak şekilde araçların park edildiğini görürsünüz.

Birçok cadde ve yol kenarlarında park etmek ve durmak yasak levhası olmasına rağmen aracımızı  park ediyoruz. Kimi araçlar da yayaların geçeceği kaldırıma konmaktadır.  Cezalar mı caydırıcı değil, yoksa ceza verilmiyor mu bilemedim gitti.

Bir gün düğün dolayısıyla bir yerde oturuyorum. Yanımda bir kaç kişi var. Trafik polisi:  “Cadde üzerinde park edilmiş araçlar, lütfen aracınızı bulunduğu yerden kaldırın” anonsu geçti. Yanımdaki, “ Benim araç da yol kenarında” dedi. “Git çek aracını, ceza yersin” dedim. “Daha bu anons, 15 dakika sonra tekrar gelir. Bu sefer silecekleri kaldırır. Üçüncü gelişinde ceza yazar. Yarım saat daha hakkım var. O zamana kadar da ben aracımı çekerim” deyince şaşırdım.

Meram Eğitim Araştırma  Hastanesinin aciline Meram Yeni Yol tarafından  aracınızla geçtiğiniz zaman  ortadan bölünmüş dar yolun kenarlarına park edilmiş araçlardan geçebilirseniz aşk olsun. İşin garibi o bölgenin her bir yeri ücretli otopark ile dolu. İçleri de bomboş. Vatandaş hastaneye ya ziyaret ya da muayene için gelmiştir. Hastane kenarlarındaki parkların ücretli olması doğru mu gerçekten?

Yol kenarlarında ilk yarım saati ücretsiz olan park yerleri var. Araç girerken trafiği durduruyor. Çıkarken durduruyor. Zafer’den geçen otobüslerin otobüs durağı bencil sürücülerin park edilmiş araçlarıyla dolu. Durağına giremeyen otobüs, geriye kalan tek şeritte indi-bindi için durunca tüm trafik duruyor. Trafiği aksatan yerde trafik polisi işini daha ciddi yapmalıdır, aksatmayan yerde değil. Rahatına düşkün sürücünün cebini yakmalıdır. Mübarek gireceğin mağazanın önüne park etmek zorunda değilsin. Az ileride uygun bir yere park et. Aracını az ileriye park ettikten sonra az yürüsen ölmezsin gerçekten.

Bizde her şeyin olduğu gibi trafiğin de kuralları vardır. Kural koymada hiçbir ülke elimize su dökemez. Uygulanmayan kuralın, yapanın yanına kâr kaldığı kuralları ben ne yapayım? Alın sizin olsun.

Bir yerde otopark olduğu halde oraya park edilmeyip ücretinden kaçınılıyorsa  adama  sormazlar mı? Be kardeşim, madem toplu ulaşım araçları yerine özel aracını kullanıyorsun. O zaman parka gir, ücretini de öde. Bindiğin aracına göre park ücretinin lafı mı olur?

Mesele uzun, derdimiz çok. Gerekli tedbirler alınmazsa bu çile yakın zamanda işkenceye dönüşecektir. Gün be gün trafiğe yeni girecek araçları da düşünürsek gerçekten halimiz nice olur?

Çözüm nedir o zaman? Bence çözüm: Gelirler İdaresi Başkanlığı,  Ocak ve Temmuz aylarında araçlardan yılda iki defa motorlu taşıtlar vergisi almaktadır. Bu verginin içerisine otopark vergisi adı altında ayrı bir vergi konmalıdır. Alınan bu vergi bedeli kaynak olarak araç sayısına göre belediyelere aktarılmalıdır. Belediyeler bu kaynakla ihtiyaç olan her yere otopark yapmalıdır. Otopark yeri yoksa uygun yeri istimlak ederek otoparka dönüştürmelidir. Otoparklar belediye tarafından düzenlenmeli ve işletilmelidir. Vergisini peşin veren sürücü, gittiği her il ve ilçede aracını otoparka ücretsiz park etmelidir. Özel günlerde bir park dolu ise, görevliler tarafından sürücü, uygun otoparka yönlendirilmelidir. İşlek yol, cadde ve sokaklarda araçların park edilmesine asla müsaade edilmemelidir. Park edene yüklü bir ceza yansıtılmalıdır. Otopark vergisi yatırmayan sürücü herhangi bir parktan faydalanmak istediği zaman yüksek park ücreti ödeyerek aracını park edebilmelidir.

Devletimize, belediyelerimize, trafik polislerimize, tüm yetkililerimize duyurulur.

Araç sahipleri Allah aşkına insanlara eziyet etmeyin. Ne olur?


Bu bencillik bizde oldukça zor dostum zor mu diyorsunuz. Haklısınız…
    
*10/01/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.    

Müslümanlık diye bir derdimiz var mı bizim?**

Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Alem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir

Varsa şayet söyleyin bir parçık insafınız
Böyle kansızmıydı haşa kahraman eslafınız
Böyle düşmüşmüydü herkes ayrılık sevdasına
Benzeyip şirasesiz bir mushafın eczasına
Hiç görülmüşmüydü olsun kayd ı vahdet tarumar
Böyle olmuşmuydu millet can evinden rahnedar
Böyle açlıktan bogazlarmıydı kardeş kardeşi
Böyle adetmiydi bi perva yemek insan leşi
...
Bu şiir, Mehmet Akif ERSOY’un 1913 yılında yazdığı şiirinin ilk kıtası. 1913’ü değil de sanki bu günleri anlatmış. Yine bir başka şiirinde:
"Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?.."
  diye... yazmış da yazmış. Şiirlerine bakınca oturup şiir yazayım diye bir çabası yok. Hayatı, Müslümanları dert edinmiş, içini dökmüş. Her şiirinde samimiyet ve içtenlik var Mübarek'in.

Günümüzde İslam ülkelerine baktığımız zaman Akif’in yaşadığı dönemdeki Müslümanlığı aynen yaşadığımız görülmektedir. Nerede bir İslam ülkesi varsa kan, terör, şiddet, savaş var maalesef. Geçmişten hiç ibret almadığımız görülüyor. “Efendim süper güçlerin bizlerde kötü emelleri var” gibi bir gerekçeye sarılırız hemen. Doğrudur, sömürgeci devletlerin bitmek tükenmek bilmeyen hayvani isteklerinin kobay topluluklarıyız bizler. Ayak takımıyız yani. Tamam senaryoyu hazırlayanlar onlar. Peki oynayanlar kimler? Hepsi Müslüman. Piyon olmayı bırakıp ne zaman adalet dağıtan aktör olacağız bilemedim gitti. Eğri oturup doğru konuşalım. Ne kadar da teşne imişiz Batılıların isteklerini yerine getirmeye. Ne kadar da kan akıtmaya meyyalmışız. Suçu hiç başkasına atmayalım. Akan kan bizim kanımız, tarumar edilen yerler bizim yerlerimiz, öldüren de biziz, öldürülen de. Şimdi soralım kendimize: Gerçekten suçlu kim? Batılılar mı, yoksa biz mi? Yahu insaf be din kardeşim, ne zaman aklımızı kullanacağız. Başkasının oyuncağı ve maskarası olmaktan kurtulacağız? Sahi bizim Müslümanlık diye bir derdimiz var mı? Ben yarım asrı devirdim. Anladım ki Akif’in “Galiba göklerdedir” dediği Müslümanlığın göklerde de olmadığını anladım. Müslümanlığımız evlerimizin en güzel şekilde çantasına konmuş, mübarek gecelerde açıp okuduğumuz kitabın içerisinde hapsedilmiş durumda.

Bu kadar parçalanmışlığa hangi millet dayanır gerçekten. Artık ilhamımızı İslam’dan, Kuran’dan, sünnetten almıyoruz. Müslüman aidiyetimizin yerini başka başka aidiyetler aldı. Hep Hristiyanlara gıpta ederdim, adamlar ait olduğu mezheplerle anılıyorlar. Bizim neyimiz eksik diye. Rahmet olarak bildiğimiz farklılıklarımız, ihtilaflarımız bugün kelle almaya/vermeye döndü. Artık biz de Şii Milisler, Sünni Milisler, Selefilik, Sünnilik, Vehhabilik şeklinde anılır olduk. Bir şeyler öğrenelim diye bir yerlere giden bizler, ya da öğrensin diye gönderdiğimiz çocuklarımız hep beraber İslam’ı değil de grubumuzu öğrendik. Artık o noktaya geldik ki, bize ya Müslümanlık, ya da grubunuz  dense, “Grubumuz” deme noktasına geldik. Önemli olan grubumuzun yaşaması, İslam olsa da olur olmasa da.

Yıllar önce Adana’ya konferansa gelen Engin NOYAN : “Avrupa’ya konferansa gittim. Beni havaalanından aldılar. Giderken namaz vakti gelmişti. “Efendim namazımızı şurada kılalım” dedim. “Orası falanların camisi” dedi bana mihmandarlık yapanlar. Az daha gittik. “Efendim, burada kılalım” dedim. “Orası da falanların” dediler. Hangi camiyi göstermişsem bir cemaat, bir grup ismi söylediler. En sonunda “Yahu! Müslümanlara ait bir cami yok mu” dedim şeklinde bir açıklamada bulunmuştu.

“O, sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi” buyuran ayete muhalefet edercesine isimler alıyoruz bugün. Biz vermesek de karşı Müslüman kardeşimiz bizi Müslümanlığın dışında başka bir isimle anmaktadır. Artık utandığımız Müslüman adını değil de Şii, Sünni, Alevi, Nusayri, Dürzi, Nurcu, Kadiri, Nakşi veya bilmem ne hareketi, bilmem kimin talebesi, bilmem hangi hoca efendinin müridi, bilmem şu STK’nın elemanı şeklinde anılır olduk.

Grup refleksiyle hareket ediyoruz. Kendimizden başkasının söylediklerinin veya yaptıklarının da doğru olabileceğini hesaba katmamaya başladık. Hangi cemaat, gruptan olursak olalım alt tabakası samimi olan insanlarla dolu. Hepsi, ait hissettikleri yer adına çalışmada bulunuyorlar. İstisnaları vardır ama ait olduğu grubun üstüne çıktıkça samimiyetin kaybolduğunu görmekteyim. Yukarıdakilerin en büyük çabası, grubunu tamamen kendine bağlı, kendisine ve grubuna hizmet etmek üzerine dizayn etmektedir. Farklı görüşe asla tahammül edilmez. İnsanlar aşağıdaki samimi müntesiplerinin sırtına basarak yükselmektedir neredeyse. Zaten lider kadro hiç değişmiyor. Çoğunluğu da daha güçlü olmak için ticarete yöneldiğinden getirisi fazla olan bir sermayeyi yönetmeye başlayınca grup liderliği bir başkasına da geçmiyor. Babadan oğula, kardeşe, damada vb kişilere kalmaktadır grubu yönetme ve idare etme işi. Grup, cemaat vb STK’ların birlikte hareket etmesi ülke ve dünyayı yönetenlerin de işine gelmektedir. Her bir fertle uğraşmaktan ziyade grubun liderini ikna etmek yeterli görülmektedir. Lider ikna olduktan sonra aşağıdaki samimi insanları bir yere veya şeye kanalize etmek daha da kolay olmaktadır.

Sözlerimi kardeşlikten bahseden ayet ve hadislerle sona erdirmek istiyorum:
Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. (Hucurat 9-10)
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez ve ona hor bakmaz.” (Müslim)
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü bir sıkıntıdan kurtarır. Kim bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da Kıyamet günü onun kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
“Bir Müslümana, başka bir Müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır.” (Müslim, Tirmizi)

Hangi gruba ait olursak olalım, önceliğimiz İslam kardeşliği olmalıdır. İslam ve Müslümanlığın olmadığı yerde grubumuzun bir anlamı kalmayacaktır. Maalesef görüntümüzle iyi bir sınav vermiyoruz. Rabbim; İslam'ı anlayan, yaşayan, birbirimizin derdiyle dertlenen  kullarından eylesin. 05/01/2016
** 22.12.2016 gününde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır. 

3 Ocak 2016 Pazar

Müdür yetkili vekil öğretmen



1991 yılında öğretmenlik yeterlilik sınavına giren son mezunlardık. Ankara’da sınava girdik. Bizden sonra bu şekil bir sınav olmadı bir daha.

Okul bitti. Atamada 159.yedeğim. Atanıncaya kadar vekil öğretmenlik yapayım diye Karatay Milli Eğitim Müdürlüğüne müracaat ettim. Yapılan mülakatla Aksaray yolu üzerinde Obruk mevkiinde Kemerli Kolca isimli mezrada müdür yetkili vekil öğretmen olarak görevlendirildim.

Elime görevlendirme yazısını aldım. Konya'ya 75 km olan yere göreve başlamaya gittim. Okul kapalıydı. Cami imamının kapısını çaldım. Evine misafir etti beni. Tanıştık. Çoluk çocuk ne var dedim. Çoluk var ama çocuk yok dedi. Okulu sordum kapalı diye. Okul kapalı olur kimse olmaz. Sen açıp kapatacaksın dedi. Okulu açtım. Önceki örneklerine bakarak el yazısıyla kendi kendimi göreve başlattım.
Bir hafta on gün bahçesindeki okulun lojmanında kaldım. Sonra evimi de taşıdım oraya.

Okulda tek sınıf vardı. Yazdan kalma sobası da duruyordu. Camlar kırık. 26 Eylül’de göreve başladığıma göre daha önceki haftalar okul kapalıydı demek ki. Tek sınıfımda birden beşe kadar öğrenci vardı. Birleştirilmiş sınıf dediklerinin ne olduğunu da öğrenmiştim.

 İlk işim kırık camların ölçüsünü alarak Konya’dan camları kestirmek oldu. 2-3 hafta sonrası havalar da soğumaya başladı. Cami imamına sordum odun-kömür işi nasıl oluyor diye. Öğrenciler evlerinden getirirler dedi. 7-8 öğrenci mevcutlu olan okulun öğrencileri sırasıyla evlerinden yakacak getirmeye başladılar. Sobayı yakma işi de bana kaldı tabii ki.

Gün geçtikçe müdür yetkili vekil öğretmenin ne olduğunu anlamaya başlamıştım: Okulu açıp kapatma, kırılan camların ölçüsünü alıp yenisini kestirme, camı takma, sobayı yakma. Arta kalan zamanda da çocuk okutmak. Her ay ilçeye uğrayıp yazıları alıp, gelen evrak defterine kaydetmek, yazılan cevabi yazıya giden evrak defterinden sayı vermek. Diğer ay ilçeye gidip evrakı teslim etmek. Yani okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni, hem de müdürü olmak demekmiş MYVÖ.(Müd. Yet. Vek. Öğr.) Unvanın uzunluğundan görev alanımın da geniş olduğunu biraz geç oldu ama öğrenmiştim sonunda.

Müdür yetkili vekil öğretmenliğim asaleten atamam yapılması dolayısıyla 92 Şubat ayında sona erdi. Şimdilerde bu şekil ve bu ünvanlı bir görevlendirme kalmadı. Belki de ağzıma, yüzüme bulaştırdığımdandır. 03/01/2016

Kahvaltı Ortaklarım

Kayseri’de öğrenci iken kredi yurtlarda kalıyordum. Sabah kahvaltılarındaki maliyeti düşürmek için 3 hemşeri bir araya geldik. Yurdun kahvaltısını yapmaktan ziyade bir marketten kahvaltılık alıp birlikte yiyelim kararı aldık.
Beğendik mağazasına girdik. Zeytin, peynir aldık. Süzme bal da alalım dendi, aldık. Üzerine bir de ketçap alalım dedi bir ortağımız. Alın onu da alın, fakat bana göstermeyin dedim, çıktık.
Yurt kantininden sadece bir ekmek alacaktık. Aldığımız kahvaltılık bize bir ay yetecekti. Böylece tasarruf tedbirlerini başlatıp ayağımızı yorganımıza göre uzatacaktık.

Ben bir iki defa ortaklarımla kahvaltıya iştirak ettim. Ortaklarımın yiyişini görmüştüm. Mübarekler, kahvaltıda üç çeyrek ekmek yiyorlardı. Güya her kahvaltıda çeyrek ekmek yiyerek tasarruf edecektik. Hele bir bal sürüşleri  vardı ki sanki ekmeğe yoğurt sürüyorlar. Ketçap dostu arkadaşımızın ketçabı ne şekilde yediğini hatırlamıyorum. Birkaç defa senin midene baktıralım dedimse de ciddiye alan olmadı. Miras paylaşılır gibi yedik, sizin anlayacağınız.
Ben gece geç yattığımdan, kahvaltılara iştirak edemiyordum. Saat  10.00’da görevlinin yurdu boşaltmasıyla kalkan, 11.00 gibi okula giden, kahvaltıyı öğle yemeğiyle birleştiren biri idim.
Kahvaltı ortaklarımın her gün azim ve iştiyakla okula gelmeleri beni onlara gıpta ettirirdi. Bunlar bu okuyuşla fakültede kalırlar. İlim adamı olurlar diye düşündüğüm de oldu. Ben de fakülteye vardığım zaman anlattıkları ilahiyatçı profiline kendimi gönüllü uydurmaya çalışıyordum. Demişlerdi ki “İlahiyata ilk gelen hazırlıkta şeyh-ül İslam olur. 1.sınıfta müftü, 2.sınıfta vaiz, üçüncü sınıfta imam ve müezzin, 4.sınıfta normal bir vatandaş olarak mezun olur gider” diye. Kendimi tam bu prototipe göre ayarlıyordum.

Kahvaltı ortaklarım, 10-15 gün sonra gelin birlikte bir kahvaltı yapalım, haydi nevaleyi getirin dedim. Kahvaltılık malzeme kalmadı dediler. Nasıl olur, hani bize bir ay gidecek şeklinde planlamıştık. Ne çabuk bitti. Üstelik ben çoğuna  katılmadım dedimse de, katılaydın arkadaş dediler. Balda mı bitti dedim. O da bitti dediler. Yoğurt sürer gibi bal sürerseniz biter elbet dedim.

Hasılı kahvaltı ortaklığımızın maliyeti, yurdun hesabından daha pahalıya geldi. Hiçbirimiz gelin bir daha alışveriş yapalım demedi. Kahvaltı ortaklığımız 15 gün bile sürmedi.

O iki kahvaltı ortağımın her gün  azim ve iştiyakla okula gitmeleri, ileride iyi yerlerde olurlar, bilim adamı da olurlar  hakkındaki kanaatim değişti. Bu ikisinin amacı, okumaktan ziyade kahvaltı yapmakmış. Üç çeyrek ekmeğe balı, yoğurt sürer gibi sürüp soluğu okulda alıyorlarmış. Ketçabı da neyin üzerine sıkıp yediler sabah sabah hiç öğrenemedim. Birkaç defa aha vicdansızlar o balı bensiz nasıl bitirdiniz dedimse de  gülmenin ötesinde yaptıkları bir şey yoktu zaten.

Kayseri deyince aklıma kahvaltı ve bal, iki ortağım ve bal akla gelir, bir de ketçap. Sonrasında bal olayı bizim muhabbet kaynağımız oldu hep.
Ne diyelim. Belki o gün diyememişimdir. En azından kazasını yapalım: Afiyet olsun kahvaltı ortaklarım. Bal nasıldı onu söyleyin bari...  03/01/2016

Çağımızın vebası*


 Ameliyat olan bir yakınınızın yanında refakatçi olduğunuz bir esnada doktor sizi odasına davet edip “Senin kendinden haberin yok galiba, sende tahlil ve tetkik yapalım” dese, üç gün sonrasında da “Senin 24 aylık bir ömrün var, çünkü sen lenfoma kanserisin” dese ne yapardınız?

Dünyada her yıl 12 milyon kişi, ülkemizde 150-200 bin kişi kanser hastalığa yakalanıyor. İyi huylusu ve kötü huylusu olduğu söylenir. Halk arasında bu hastalığın adı pek söylenmez. “ Kötü hastalıkmış” der geçeriz.  Çağımızın vebası. Çeşidi çok. Bu gidişle bu hastalığa yakalananların oranı daha da yükseleceğe benziyor.

Çevrenizde kanserin çeşitlerine yakalanan tanıdıklarınız vardır. Hangi birimiz günü belli ve sınırlı bir hayatı yaşamak ister. Onların psikolojisini anlayabiliyor muyuz gerçekten? Ne kadar gülseler de, ne kadar insanların içerisine girseler de, ne kadar tedavi olmaya çalışsalar, yeseler, içseler , bir an için dertlerini unutsalar da o ölümcül hastalık hiç onların yakasını bırakmıyor. Hayata tutunmaya çalışıyorlar. Allah’tan ümitlerini kesmeseler de mücadeleye devam ediyorlar. Belli etmeseler de karamsarlıkları yüzlerine vuruyor. İçlerine kapanmış, kabuklarına çekilmiş bir şekilde. Eğer buna yaşama denirse.  Bakış ve duruşlarına bakarsan hayattan zevk  almadıkları belli. Belki de  tâ derinden    “Niçin ben” diyorlar.

Hayatı boyunca mağdurun elinden tutmuş, herkesin imdadına koşmuş bir dostum var. 2-3 yıl öncesine kadar şen şakrak hayat dolu birisi idi. Aniden içine kapandı. İşine verdi gece gündüz kendisini. Yanına varıp neyin var dedikçe “Hiçbir şeyim yok” dedi. Tavrın bana mı, bir suç mu işledim dedikçe “Sana öyle geliyor, yok öyle bir şey” demeye başlamıştı. Bana hiç kızmazdı. Kızmaya ve hatta sinirlenmeye başladı. Hem bana hem de başkasına.  Zaman zaman da gönül koymadım değil, ben ona ne yaptım ki diye…Yüzü hiç gülmedi. Aniden yaşlanmıştı sanki. Hayatın bütün yükü yüzüne vurmuştu belki de. Ama ser verdi, maalesef sır vermedi. İçini dökmedi. Açılmadı. Topluluktan, kalabalıklardan uzaklaştı, kendini dört duvar arasına hapsetti. Ben; bu, bana karşı tavırlı, ona ne yaptım ki diye düşüne durayım.  Ateş düştüğü yeri yakıyor demek ki.

Birkaç gün önce hayatını başkasına iyilik yapmaya adamış çok sevdiğim, değer verdiğim o  dostumun lenfoma kanserine yakalandığını duydum. Ertesi gün aradım çarşıda buluşalım diye. Konuyu hiç açmadım. Durumunu bildiğimi hiç belli etmedim. Sanki durumunu bildiğim içine doğmuşcasına açtı konuyu. “40 ay oldu bugün bana teşhis konalı”  dedi. Kim biliyor bu durumu, niçin açmadın? Dedim. “Kimsenin acımasını, acıyarak bakmasını istemiyorum” dedi. “Sen en azından içinde ne barındırdığını, derdini biliyorsun, teşhisin konmuş, biz içimizde hangi hastalığı barındırdığımızı bile bilmiyoruz. Doktor sana 24 ay ömür biçmiş, maşallah 3,5 yıl olmuş yaşıyorsun. Kimin ne kadar yaşayacağını Allah bilir. Sıranın kimde olduğu bilinmez be kardeş” dedim, başka bir şey diyemedim. Ayrıldık.

Dostumun  yüzünün niçin gülmediğini, niçin kalabalıklardan uzaklaştığını, niçin içine kapandığını maalesef 3 yılı aşkın bir zaman sonrasında  öğrenebilmiştim. Derdini öğrendim, maalesef hiçbir şey yapamadım. Ne yapılabilir ki bu durumda?

Yaptığı iyilikler –varsa- günahlarına keffaret olur inşallah. Allah’ım ona ve diğer hastalarımıza şifa versin. Yardımını esirgemesin. Çünkü O, Rahman’dır ve Rahim’dir.       Hepimize bereketli ömür ve hayırlı ölümler nasip etsin. Çünkü “O’ndan geldik. Yine O’na gideceğiz.” Eyvallah! Amennâ ve saddaknâ. Baki Selam…

*03/01/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde ve ladik.biz sitesinde  yayımlanmıştır.

2 Ocak 2016 Cumartesi

Çapsızları gündemde tutmak....

Meşhur biri vefat etti mi? Sevenlerinin anısına sessiz kalırdık bir zamanlar.

Şimdilerde yeni bir tip türedi; Kinini ve gayzını kusan. Naaş üzerine basıp kendini ispatlamaya çalışanlar. Ne diyelim herkes karakterini, kişiliğini ve çapını ortaya koyuyor.

Tebası olmakla övündüğümüz ve kendi Müslümanlığımızdan kıl aldırmayan bizler, peygamberin, " Ölülerinizi hayırla yad ediniz" sözünü gözardı ederek ölenin ardından edepsizce höykürüyoruz. O peygamber ki, Ebu Cehil'in bile aleyhinde konuşulmasını yasaklamıştı, oğlu üzülmesin diye.

Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Herkes bir ölünün ardından güzel şeyler söylemek zorunda değil. Ama ölen kim olursa olsun, sevinç narası atmak kişilikli insana yaraşmaz. Saygı göstermek ya da saygı gösterir bir pozisyona girmek çok mu zor. Edeb ya hû...

Ölene haydi sevindik, içimizden sevinmeyi bile beceremiyoruz. Susmayı unuttuk bile zaten. Haydi böyle tipler kendi meşrebini ortaya koyuyor. Peki bu kinini kusan kişilerin  patavatsız sözlerine cevap vereceğim diye onun kâle-kîlini, iftirasını, hakaretini,  herzelerini dünya aleme duyuranlara ne demeli?

Amacı zaten meşhur olmak, onun için reklamın iyisi, kötüsü olmaz. Görmezlikten gelmek, yok kabul etmek aslında verilecek en güzel cevaptır. İşte o zaman kahrından çatlar. Siz adamı çatlatmayı değil de taze kanla hayata bağlıyorsunuz. Bırakın köpek ulumaya devam etsin. Isıramayacak köpek dişini göstersin. Rahmetli Hasan KIVRAK Hocam, "Yavrum bir hayvan sana çitme atsa, sen o hayvana tekme atar mısın?" derdi. "Atmam" hocam deyince, "Hah yavrum, bırak hayvan hayvanlığını yapsın. Sen hayvanın seviyesine inme, olmaz mı?" derdi. Havlamanın bedeli yok. Cinsinin azaldığı dönemde bırakın piyasada iki ayaklı köpekler de olsun.

Haydi duramadın eleştireceksin. İsmini bari ağzına alma. Hareketini eleştirsen olmaz mı? 02/01/2015