3 Ocak 2016 Pazar

Müdür yetkili vekil öğretmen



1991 yılında öğretmenlik yeterlilik sınavına giren son mezunlardık. Ankara’da sınava girdik. Bizden sonra bu şekil bir sınav olmadı bir daha.

Okul bitti. Atamada 159.yedeğim. Atanıncaya kadar vekil öğretmenlik yapayım diye Karatay Milli Eğitim Müdürlüğüne müracaat ettim. Yapılan mülakatla Aksaray yolu üzerinde Obruk mevkiinde Kemerli Kolca isimli mezrada müdür yetkili vekil öğretmen olarak görevlendirildim.

Elime görevlendirme yazısını aldım. Konya'ya 75 km olan yere göreve başlamaya gittim. Okul kapalıydı. Cami imamının kapısını çaldım. Evine misafir etti beni. Tanıştık. Çoluk çocuk ne var dedim. Çoluk var ama çocuk yok dedi. Okulu sordum kapalı diye. Okul kapalı olur kimse olmaz. Sen açıp kapatacaksın dedi. Okulu açtım. Önceki örneklerine bakarak el yazısıyla kendi kendimi göreve başlattım.
Bir hafta on gün bahçesindeki okulun lojmanında kaldım. Sonra evimi de taşıdım oraya.

Okulda tek sınıf vardı. Yazdan kalma sobası da duruyordu. Camlar kırık. 26 Eylül’de göreve başladığıma göre daha önceki haftalar okul kapalıydı demek ki. Tek sınıfımda birden beşe kadar öğrenci vardı. Birleştirilmiş sınıf dediklerinin ne olduğunu da öğrenmiştim.

 İlk işim kırık camların ölçüsünü alarak Konya’dan camları kestirmek oldu. 2-3 hafta sonrası havalar da soğumaya başladı. Cami imamına sordum odun-kömür işi nasıl oluyor diye. Öğrenciler evlerinden getirirler dedi. 7-8 öğrenci mevcutlu olan okulun öğrencileri sırasıyla evlerinden yakacak getirmeye başladılar. Sobayı yakma işi de bana kaldı tabii ki.

Gün geçtikçe müdür yetkili vekil öğretmenin ne olduğunu anlamaya başlamıştım: Okulu açıp kapatma, kırılan camların ölçüsünü alıp yenisini kestirme, camı takma, sobayı yakma. Arta kalan zamanda da çocuk okutmak. Her ay ilçeye uğrayıp yazıları alıp, gelen evrak defterine kaydetmek, yazılan cevabi yazıya giden evrak defterinden sayı vermek. Diğer ay ilçeye gidip evrakı teslim etmek. Yani okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni, hem de müdürü olmak demekmiş MYVÖ.(Müd. Yet. Vek. Öğr.) Unvanın uzunluğundan görev alanımın da geniş olduğunu biraz geç oldu ama öğrenmiştim sonunda.

Müdür yetkili vekil öğretmenliğim asaleten atamam yapılması dolayısıyla 92 Şubat ayında sona erdi. Şimdilerde bu şekil ve bu ünvanlı bir görevlendirme kalmadı. Belki de ağzıma, yüzüme bulaştırdığımdandır. 03/01/2016

Kahvaltı Ortaklarım

Kayseri’de öğrenci iken kredi yurtlarda kalıyordum. Sabah kahvaltılarındaki maliyeti düşürmek için 3 hemşeri bir araya geldik. Yurdun kahvaltısını yapmaktan ziyade bir marketten kahvaltılık alıp birlikte yiyelim kararı aldık.
Beğendik mağazasına girdik. Zeytin, peynir aldık. Süzme bal da alalım dendi, aldık. Üzerine bir de ketçap alalım dedi bir ortağımız. Alın onu da alın, fakat bana göstermeyin dedim, çıktık.
Yurt kantininden sadece bir ekmek alacaktık. Aldığımız kahvaltılık bize bir ay yetecekti. Böylece tasarruf tedbirlerini başlatıp ayağımızı yorganımıza göre uzatacaktık.

Ben bir iki defa ortaklarımla kahvaltıya iştirak ettim. Ortaklarımın yiyişini görmüştüm. Mübarekler, kahvaltıda üç çeyrek ekmek yiyorlardı. Güya her kahvaltıda çeyrek ekmek yiyerek tasarruf edecektik. Hele bir bal sürüşleri  vardı ki sanki ekmeğe yoğurt sürüyorlar. Ketçap dostu arkadaşımızın ketçabı ne şekilde yediğini hatırlamıyorum. Birkaç defa senin midene baktıralım dedimse de ciddiye alan olmadı. Miras paylaşılır gibi yedik, sizin anlayacağınız.
Ben gece geç yattığımdan, kahvaltılara iştirak edemiyordum. Saat  10.00’da görevlinin yurdu boşaltmasıyla kalkan, 11.00 gibi okula giden, kahvaltıyı öğle yemeğiyle birleştiren biri idim.
Kahvaltı ortaklarımın her gün azim ve iştiyakla okula gelmeleri beni onlara gıpta ettirirdi. Bunlar bu okuyuşla fakültede kalırlar. İlim adamı olurlar diye düşündüğüm de oldu. Ben de fakülteye vardığım zaman anlattıkları ilahiyatçı profiline kendimi gönüllü uydurmaya çalışıyordum. Demişlerdi ki “İlahiyata ilk gelen hazırlıkta şeyh-ül İslam olur. 1.sınıfta müftü, 2.sınıfta vaiz, üçüncü sınıfta imam ve müezzin, 4.sınıfta normal bir vatandaş olarak mezun olur gider” diye. Kendimi tam bu prototipe göre ayarlıyordum.

Kahvaltı ortaklarım, 10-15 gün sonra gelin birlikte bir kahvaltı yapalım, haydi nevaleyi getirin dedim. Kahvaltılık malzeme kalmadı dediler. Nasıl olur, hani bize bir ay gidecek şeklinde planlamıştık. Ne çabuk bitti. Üstelik ben çoğuna  katılmadım dedimse de, katılaydın arkadaş dediler. Balda mı bitti dedim. O da bitti dediler. Yoğurt sürer gibi bal sürerseniz biter elbet dedim.

Hasılı kahvaltı ortaklığımızın maliyeti, yurdun hesabından daha pahalıya geldi. Hiçbirimiz gelin bir daha alışveriş yapalım demedi. Kahvaltı ortaklığımız 15 gün bile sürmedi.

O iki kahvaltı ortağımın her gün  azim ve iştiyakla okula gitmeleri, ileride iyi yerlerde olurlar, bilim adamı da olurlar  hakkındaki kanaatim değişti. Bu ikisinin amacı, okumaktan ziyade kahvaltı yapmakmış. Üç çeyrek ekmeğe balı, yoğurt sürer gibi sürüp soluğu okulda alıyorlarmış. Ketçabı da neyin üzerine sıkıp yediler sabah sabah hiç öğrenemedim. Birkaç defa aha vicdansızlar o balı bensiz nasıl bitirdiniz dedimse de  gülmenin ötesinde yaptıkları bir şey yoktu zaten.

Kayseri deyince aklıma kahvaltı ve bal, iki ortağım ve bal akla gelir, bir de ketçap. Sonrasında bal olayı bizim muhabbet kaynağımız oldu hep.
Ne diyelim. Belki o gün diyememişimdir. En azından kazasını yapalım: Afiyet olsun kahvaltı ortaklarım. Bal nasıldı onu söyleyin bari...  03/01/2016

Çağımızın vebası*


 Ameliyat olan bir yakınınızın yanında refakatçi olduğunuz bir esnada doktor sizi odasına davet edip “Senin kendinden haberin yok galiba, sende tahlil ve tetkik yapalım” dese, üç gün sonrasında da “Senin 24 aylık bir ömrün var, çünkü sen lenfoma kanserisin” dese ne yapardınız?

Dünyada her yıl 12 milyon kişi, ülkemizde 150-200 bin kişi kanser hastalığa yakalanıyor. İyi huylusu ve kötü huylusu olduğu söylenir. Halk arasında bu hastalığın adı pek söylenmez. “ Kötü hastalıkmış” der geçeriz.  Çağımızın vebası. Çeşidi çok. Bu gidişle bu hastalığa yakalananların oranı daha da yükseleceğe benziyor.

Çevrenizde kanserin çeşitlerine yakalanan tanıdıklarınız vardır. Hangi birimiz günü belli ve sınırlı bir hayatı yaşamak ister. Onların psikolojisini anlayabiliyor muyuz gerçekten? Ne kadar gülseler de, ne kadar insanların içerisine girseler de, ne kadar tedavi olmaya çalışsalar, yeseler, içseler , bir an için dertlerini unutsalar da o ölümcül hastalık hiç onların yakasını bırakmıyor. Hayata tutunmaya çalışıyorlar. Allah’tan ümitlerini kesmeseler de mücadeleye devam ediyorlar. Belli etmeseler de karamsarlıkları yüzlerine vuruyor. İçlerine kapanmış, kabuklarına çekilmiş bir şekilde. Eğer buna yaşama denirse.  Bakış ve duruşlarına bakarsan hayattan zevk  almadıkları belli. Belki de  tâ derinden    “Niçin ben” diyorlar.

Hayatı boyunca mağdurun elinden tutmuş, herkesin imdadına koşmuş bir dostum var. 2-3 yıl öncesine kadar şen şakrak hayat dolu birisi idi. Aniden içine kapandı. İşine verdi gece gündüz kendisini. Yanına varıp neyin var dedikçe “Hiçbir şeyim yok” dedi. Tavrın bana mı, bir suç mu işledim dedikçe “Sana öyle geliyor, yok öyle bir şey” demeye başlamıştı. Bana hiç kızmazdı. Kızmaya ve hatta sinirlenmeye başladı. Hem bana hem de başkasına.  Zaman zaman da gönül koymadım değil, ben ona ne yaptım ki diye…Yüzü hiç gülmedi. Aniden yaşlanmıştı sanki. Hayatın bütün yükü yüzüne vurmuştu belki de. Ama ser verdi, maalesef sır vermedi. İçini dökmedi. Açılmadı. Topluluktan, kalabalıklardan uzaklaştı, kendini dört duvar arasına hapsetti. Ben; bu, bana karşı tavırlı, ona ne yaptım ki diye düşüne durayım.  Ateş düştüğü yeri yakıyor demek ki.

Birkaç gün önce hayatını başkasına iyilik yapmaya adamış çok sevdiğim, değer verdiğim o  dostumun lenfoma kanserine yakalandığını duydum. Ertesi gün aradım çarşıda buluşalım diye. Konuyu hiç açmadım. Durumunu bildiğimi hiç belli etmedim. Sanki durumunu bildiğim içine doğmuşcasına açtı konuyu. “40 ay oldu bugün bana teşhis konalı”  dedi. Kim biliyor bu durumu, niçin açmadın? Dedim. “Kimsenin acımasını, acıyarak bakmasını istemiyorum” dedi. “Sen en azından içinde ne barındırdığını, derdini biliyorsun, teşhisin konmuş, biz içimizde hangi hastalığı barındırdığımızı bile bilmiyoruz. Doktor sana 24 ay ömür biçmiş, maşallah 3,5 yıl olmuş yaşıyorsun. Kimin ne kadar yaşayacağını Allah bilir. Sıranın kimde olduğu bilinmez be kardeş” dedim, başka bir şey diyemedim. Ayrıldık.

Dostumun  yüzünün niçin gülmediğini, niçin kalabalıklardan uzaklaştığını, niçin içine kapandığını maalesef 3 yılı aşkın bir zaman sonrasında  öğrenebilmiştim. Derdini öğrendim, maalesef hiçbir şey yapamadım. Ne yapılabilir ki bu durumda?

Yaptığı iyilikler –varsa- günahlarına keffaret olur inşallah. Allah’ım ona ve diğer hastalarımıza şifa versin. Yardımını esirgemesin. Çünkü O, Rahman’dır ve Rahim’dir.       Hepimize bereketli ömür ve hayırlı ölümler nasip etsin. Çünkü “O’ndan geldik. Yine O’na gideceğiz.” Eyvallah! Amennâ ve saddaknâ. Baki Selam…

*03/01/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde ve ladik.biz sitesinde  yayımlanmıştır.

2 Ocak 2016 Cumartesi

Çapsızları gündemde tutmak....

Meşhur biri vefat etti mi? Sevenlerinin anısına sessiz kalırdık bir zamanlar.

Şimdilerde yeni bir tip türedi; Kinini ve gayzını kusan. Naaş üzerine basıp kendini ispatlamaya çalışanlar. Ne diyelim herkes karakterini, kişiliğini ve çapını ortaya koyuyor.

Tebası olmakla övündüğümüz ve kendi Müslümanlığımızdan kıl aldırmayan bizler, peygamberin, " Ölülerinizi hayırla yad ediniz" sözünü gözardı ederek ölenin ardından edepsizce höykürüyoruz. O peygamber ki, Ebu Cehil'in bile aleyhinde konuşulmasını yasaklamıştı, oğlu üzülmesin diye.

Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Herkes bir ölünün ardından güzel şeyler söylemek zorunda değil. Ama ölen kim olursa olsun, sevinç narası atmak kişilikli insana yaraşmaz. Saygı göstermek ya da saygı gösterir bir pozisyona girmek çok mu zor. Edeb ya hû...

Ölene haydi sevindik, içimizden sevinmeyi bile beceremiyoruz. Susmayı unuttuk bile zaten. Haydi böyle tipler kendi meşrebini ortaya koyuyor. Peki bu kinini kusan kişilerin  patavatsız sözlerine cevap vereceğim diye onun kâle-kîlini, iftirasını, hakaretini,  herzelerini dünya aleme duyuranlara ne demeli?

Amacı zaten meşhur olmak, onun için reklamın iyisi, kötüsü olmaz. Görmezlikten gelmek, yok kabul etmek aslında verilecek en güzel cevaptır. İşte o zaman kahrından çatlar. Siz adamı çatlatmayı değil de taze kanla hayata bağlıyorsunuz. Bırakın köpek ulumaya devam etsin. Isıramayacak köpek dişini göstersin. Rahmetli Hasan KIVRAK Hocam, "Yavrum bir hayvan sana çitme atsa, sen o hayvana tekme atar mısın?" derdi. "Atmam" hocam deyince, "Hah yavrum, bırak hayvan hayvanlığını yapsın. Sen hayvanın seviyesine inme, olmaz mı?" derdi. Havlamanın bedeli yok. Cinsinin azaldığı dönemde bırakın piyasada iki ayaklı köpekler de olsun.

Haydi duramadın eleştireceksin. İsmini bari ağzına alma. Hareketini eleştirsen olmaz mı? 02/01/2015

Seyirlik evler



Bir ve beraber kaldığımız küçük evlerden ayrı dairelere çekirdek aile olarak taşındık; evimiz geniş olsun, kullanışlı olsun, daha rahat hareket edelim; çocuğumuzu kendimiz, keyfimize göre yetiştirelim diye.

Ev işlerine bakan içişleri bakanı  evi kendine göre dizayn eder. Bize de pamuk elleri cebe atıp evin iç donanımını alıp seyretmek kalır.

Evin hanımı vitrin, dolap, vestiyer,  masa, sehpa, fiskos masası istemiştir. Çünkü ihtiyaç ve  rahatımız için her şeyi yaptırmalı ya da almalıydık. Hatta dolap ve vestiyerlerin yanına küçük küçük raflar bile yaptırmalıydık. Gözlüğümüzü, anahtarımızı, el çantamızı, kitabımızı, telefonumuzu  koyalım diye.

Sonunda anladım ki aldığımız ve masraf ettiğimiz hiç bir şey kullanılabilir ve rahatımız için değilmiş. Hepsi seyirlik. Göze hitap ediyor. Masa-fiskos ve sehpaların üzerine başka bir şey konmayacak şekilde vazo ve çanakların içerisinde çiçeklerle doldurulmuş; kimi gerçek çiçek, kimi de yapay. Rafların üzeri ve dolapların yanındaki çıkıntılar ise yine süs eşyalarıyla doldurulmuş. Elindeki kitabı, gözündeki gözlüğü, cebindeki cep telefonunu koyacak bir yer bulabilirsen aşkolsun. Gidiversem oturduğum yere de yeni bir seyirlik eşya konacak. Şimdilik oturacak bir yer bulabiliyorum. Hele şükür.

Anam babam usulü perdeler demode olmuştur. Yenilerini alırsın. Hem de duvar boyu. Dünyanın parasını verirsin işe yarasın diye. Nerde o da seyirlik. Perdeyi açması ve takması, çıkarılması, pencereyi açması, kapatması ayrı bir işkence. Karanlıkta oturur ışık yakarım daha iyi.

Herkesin koltuğu var. Artık şark odası dönemi geçti, yer sergisinden kurtulalım dersin; dükkan, mağaza dolaşır. Marka, renk beğenirsin. Sonra o beğendiğin renk ve deseni bir daha görmeyecek şekilde kirlenmemesi için koltuklara yüz geçirilir.

Isınmak için  kalorifer döşetirsin. Petekleri görebilirsen aşkolsun. Çünkü onları, perdelerin altında ve önünde koltuklar ile gizlenmiş bulursun. Isı verme şansı da yoktur zaten. Nefes alabilirse şükretsin.

Yazıcının üstü, bilgisayar kasasının üstü, masa ve sehpaların üstü  dantellerle kapatılmış. Yazıcıya bir yazı göndersen yazıcı otomatik açılır ama yazdırma şansı yoktur. Çünkü dantel engelliyor.

Hele yazık o çamaşır makinasına. Banyonun buharı, nemi nefes aldırmazken bir de üzerine örtülmüş örtü ile iyi ki boğulmuyor. Makinenin rengi mi görebilene aşkolsun. Televizyonlar led olalı üzerinden sarkıtılmış örtüden kurtuldu nihayet.

Bir kısmınızın bereket bizim ev böyle değil dediğinizi duyar gibiyim. ( Bence dışarıyı seyretmekten burnunun ucunu pardon evinin içini görememiş olabilirsin. İyi bak.) Bu açıdan şanlısınız. Doya doya evinizde yaşayın. Gözlük, telefon, çanta, kitap ve defterinizi istediğiniz yere koyabilirsiniz.

Yok bizim evde aynı seninki gibi diyorsanız. Yapacağınız tek şey var: Oturup ağlamak. Ya da eski bir, iki odalı yerlere taşınıp istediğini, bulduğun boş yere koyacaksın. Öyle evleri bulma şansınız pek yok. En iyisi burnunu çeke çeke ağlamak. Hem için açılır. Ben belki bir orta yol bulurum diyorsan boşa kürek çekme. Teslim bayrağını çek. Eşinin oluşturduğu kaderine razı ol.

Bil ki aynı kazana atılsanız kaynamazsınız. Filistin-İsrail bile bir araya gelir anlaşmak için. Ama siz anlaşamazsınız. Çünkü senin dünyan ile eşinin dünyası farklı.

Sen kullanılabilir bir ev istersin. O ise seyirlik bir ev... Efendim. O zaman seyretmeye devam. 02/01/2015

1 Ocak 2016 Cuma

Düğünlerde Oynamak

-Sen hiç düğünlerde oynadın mı?
-Bir defa  zorla oynattılar.
-Zorla olur mu bu iş?
-O kadar ısrar ettiler ki, sanki ben oynamayınca düğün olmayacak sandım. Elimden tuttular, sürüklediler beni ortaya.
-Becerebildin mi bari?
-Nerde … Cihanbeyli Ovası bana dar geldi.
-Ne zaman oldu bu?
-1986 yılı Eylül ayının ilk haftasında. Sınıf arkadaşım evleniyor dedim. O zamanlar borcam yoktu. Aldım elime bir tepsi . Çıktım Karasınır’dan Cihanbeyli’yi buldum. İlçe dışından gelen misafirlerle birlikte düğün evinin önüne oturduk. Canlı müziği dinlemeye başladık. Oynayanların biri giriyor, biri çıkıyor. Herkes eteğindeki kurtları döküyordu. Bize de seyir işi kalmıştı. Bir de ne göreyim. Oturanlar, özellikle ilçe dışından gelen misafirler podyuma gelsin, halay çekeceğiz dediler. İsteklilerimiz kalktı, hafif ısrarla kalkanlarımız kalktı. Bütün gözler bana yöneldi. “Haydi, sen de gel.” Dediler. Olmaz dedim. Ben inattım, onlar benden de inat çıktılar. Benim inadım oynama becerikliğimden. Onların ki Cihanbeyli inadı artık. Gözle, dille çağırmayı bıraktılar. Elimden tuttular, sahneye doğru çektiler. Halay çekeceklerin arasına beni monte ettiler.
-Niye çıkıvermedin mübarek.
-Kardeş ben hayatımda hiç oynamadım. Bu konuda beceriksizim. Çıkıp  rezil olmam kesin.
-Oynayabildin mi bari?
-Nerde. O halay çekmede eline dikkat edecekmişsin, müziğe eşlik edecekmişsin. Bir de en önemlisi ayak ritmin diğerlerini tutacakmış. Ben karambolden bu işi götürürüm diye düşündüm. Fakat sırıttığım ortaya çıktı. Bütün gözler üzerimdeydi. Bizim yoğurdu üfleyerek yiyen damadımız  da ne kadar hevesliymiş. Uzaktan bana işaret etti durdu . “Ramazan Abi, ayaklarını düzelt” diye. Neyim düzgündü ki ayaklarımı düzeltecektim. Sonunda müzik bitti. Bizim halay ekibi çekmeyi bıraktı. Bana uygulanan Çin işkencesi de böylece sona erdi.
-İlginçmiş.

-İlginç de ne ilginç. Sonunda bizim Osman kerevetine erdi. Benim de kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Benim ilk ve son oynamam oldu bu? 01/01/2016

Gurbette okuma mücadelesi



1986 yılında Erciyes İlahiyat Fakültesini kazandım. Yaz boyunca yevmiyesi 5.00 TL’den inşaat işlerinde kazandığım para ile Kayseri’ye okumaya gittim.

Kredi yurtlara bağlı, Talas Erkek Öğrenci Yurduna yerleştim.  Hocaların istediği kitapları aldım. Bir ay oldu, para suyunu çekti. Memleketten para isteme durumum da yok. İkinci dönem okutulacak olan “en- Nahvü’l Vazıh” isimli Arapça kitabını kitapçıya geri vermek için elime aldım. Geldiğim andan itibaren yanımdan hiç ayrılmayan Bursalı Hasan, “Hocam bir sıkıntı varsa bende para var, takviye yapabilirim” dedi. “Yok hocam param falan var. Bu kitap ikinci dönem okutulacakmış, dolapta kalabalık etmesin. Onun için vereceğim” diyerek meteliğe kurşun attığımı gizlemeye çalıştım.

Kitabı kitapçıya geri verdim. Kitap bedeli beni birkaç gün daha götürdü. Bir sabah okula gitmedim. Doğru Kayseri amele pazarını buldum sora sora. Baktım bekleyenler var. Daldım içlerine. Onlar bekliyor, ben bekliyorum. Gelen giden yok. Baktım birisi geldi, öndekilerle bir şeyler konuştu. Dediğini kabul eden olmadı. Adam ayrılınca sordum ne istiyor diye. “Simit sattıracak adam arıyor” dediler. Adamın peşine takıldım. Adam gitti ben takip ettim onu bir gölge gibi. Adamı durdurup “Ben satayım simidini” deyip cesaretimi toplayamadım. Çünkü hayatımın hiçbir safhasında bırakın simidi, topluluk karşısında bir satış yapmamıştım.  Ya ben simit satarken tanıdığım biri görse, ya da simidi satarken başımdan tepsiyi düşürüp simitler yere serpilse… Sonunda adam gözden kayboldu, ben de geldiğim gibi geri yurda döndüm.

Her günün akşamında bir firmanın getirdiği self servis yemekler içerisinde fiyatı en uygun olanı ezogelin çorbası ve kuru fasulye idi. Bir gün çorba, ertesi gün kuru olacak şekilde bir planlama yapmıştım. Yemek seçmem yok normalde. Nasıl ki her gün bal yiyen baldan bıkarsa ben de bu iki yemekten bıkıp usanmıştım. O kadar bıkıp usanmış ve hevesimi almışım ki Kayseri’den ayrıldıktan sonra 8-10 sene bu iki nimete dönüp bakmadım.  Tek kap yemek aldığımı gören bazı tanıdıklarım “Sen başka almıyor musun” derlerdi. Cevabım tekti: “Fazla yiyesim yok, öylesine aldım.”

Akşamında çorba alacak param da kalmadı. Kaldığım B bloktan saat 22.00 gibi A bloktaki kantine geçtim. Kendi halimde otururken ceplerimi bir yokladım. Elime bir çay fişi geçti. Fişi uzatıp yarım ekmek istedim. “Ekmek bayat ve kuru ama” dedi satıcı. “Farketmez” dedim. Ekmeği aldım. Ekmek bayattı ama olsun. Fakat sadece ekmeği başkasının yanında nasıl yiyecektim. Ya biri, “ Kuru ekmek yenir mi? Yoksa senin paran yok mu” dese...En iyisi kantinden çıkmak. Odama gitsem, oda arkadaşlarım orada. En iyisi B blokun arkası dedim. Gittim oraya. Karanlık ve sote bir yer. Gelip geçen de yok. Tam aradığım bir yer. Susuz ve katıksız indirdim mideme hızlıca. Akşam yemeğini de bu şekilde halletmiştim, yarına Allah Kerim dedim ve uyudum.

Sabah kahvaltısını yapan okula giderken ben tersine  Talas ilçesine gittim iş aramaya. Bir günlük bir iş buldum. İşim harç karmak ve 4 ayrı köşede ihata duvarı yapanlara el arabasıyla harç taşımaktı.

Hem karma hem de taşıma. Üstelik harç karılan yerle ustaların olduğu mesafe epey aralıklı idi. Birine götürmeden diğeri harç istiyordu. Öğle yemeği molası dışında dinlenmek için sırtımı dayayamadım. O köşeden bu köşeye koşturdum, kürek salladım. Hayatım boyunca olmadığı kadar terim  akmıştı. Bir de akan terin göze gelmesi yok mu? Mübarek ne de yakardı gözleri. Güneş tepede zaten yakmaya devam ediyordu. Bir de el arabasının kuma saplanması ve taşlara takılması olmasaydı... Hasılı tüm terimi ve çabamı o inşaata, o gün boşaltmıştım nerdeyse. Hamlık da işin cabası. Hele şükür  akşam oldu güç bela.

Sıra geldi alın terimin karşılığını almaya. Patron, “ Paranı yarın vereyim, bizim burada iş bitti. Öğrenciymişsin madem, istersen yarın gel, başka bir yerde iki gün daha çalış” dedi. Olur dedim ama yıkıldım. İki günlük iş benim için müjdeydi tabii. Kendisi de bana parayı almaya nereye geleceğimi söyledi.

İki gün bir başka yerde çalıştım. Oradan 2.günün akşamında iki günlük yevmiyemi aldım. İlk çalıştığım patronun yerine ne zaman vardıysam “Paranı yarın vereyim, bir gün vereyim” dedi, beni başından savdı. Sonra da izini kaybettirdi. Maalesef o bir günlük yevmiyemi  iç etti. Güya “İşçinin ücretini alın teri kurumadan verecektik.”

Lise ve üniversite yıllarında özellikle yaz dönemleri inşaatlarda çalışarak geçirdim. Hiçbir yerde o parasını alamadığım yer kadar çalışmadım ve o kadar ter akıtmadım. O para benim için hayat memat meselesiydi. Keşke yapmasaydı. Çünkü paraya ihtiyaçtan ne ben öldüm. Ne de o, vermediği için onmuştur. Yaşıyor mu bilmem ama bugün bana gelse o bir günün yevmiyesini kat kat verse asla gönlümü alamaz. Benim için o para, o gün için çok değerliydi. Bugün bana servetini bağışlasa -nasıl ki gecikmiş adalet, adalet değilse- benim gözümde bir hiçtir o servet.

Ben tüm terimi o gün için Kayseri’ye boşalttım. Onu da Allah’a havale ettim. Allah hayrını versin onun ve alın terini vermeyen diğerlerinin.. 01/01/2016