6 Aralık 2015 Pazar

Alavere Olmuş Dalavere

...

"Tek Suçum Güvenmek"

           04/12/2015 Cuma günü bir esnaf ziyareti yapmak üzere iş yerine uğradım. Otururken 2 misafir daha geldi. Birinin müflis bir tüccar, diğerinin ise halen çalıştığını tanışma esnasında öğrendim.

İşler nasıl diye bir dokundum. Bin âh işittim. Adamlar dertli mi dertliymiş. Biri bıraktı, diğeri söz aldı. Dünyaları farklıydı. Dertleri ise benim gibi bordro mahkumundan farklıydı. Hepsinin ortak yönü yaptıkları işin ücretinin zamanında gelmemesinden şikayetçi idi. Sözleri "Bu nasıl Müslümanlık" ile başlıyor. Yine "Bu nasıl Müslümanlık" ile bitiyordu.

Bir tanesi 5 yıl önce işyerinden ceketini alıp çıktığını söyledi, sözlerinin arasında.
Kime bıraktın işyerini dedim. Ortağıma, yani enişteme. Ne yaptı? "Ben polis emeklisiyim. İşyerini ortak açtık. Benim anladığım bir iş değildi. Ben hiç para işine de karışmadım. Hiç bir şey de sormadım. İyi işimiz vardı. Herkes bize açık çek verirdi. Duydum ki iflas etmişiz. Ceketimi alıp çıktım. Çoğu zaman evime ekmek götürecek param olmadı" dedi. Kazancınız da iyiymiş  Niçin iflas ettiniz? Dedim. Eniştemin uçkuru sayesinde dedi.
Ortaksın, fakat para pul işlerine  karışmamışsın. Burada suçun yok mu dedim. Benim tek suçum güvenmek dedi.

Diğeri aldı lafı bu sefer. Piyasaya, nice fabrikatörlere mobilye işi yaptığını, hiçbir işinin karşılığını zamanında alamadığını, aylar sonra güç bela alabildiğini, hatta bazılarının telefonuna çıkmadığını söyledi. Hatta öyle biri var ki işçilerinin parasını bile 15 gün gecikmeli verdiğini söyleyince adama acıdım. Uzun süre paramı istemedim bile. Sonra bir baktım ki işçilerin parasını veremiyorum diyen adam, 2.hanımını almış, kendisinin ve hanımının altına son model iki araba almış, ben neyse paramı 5 ay gecikmeli aldım. O asgari ücretle çalıştırdığı adamların parasını 15 gün gecikmeli verince o işçiler 15 gün ne yedi ne içti hayret ettim. Bu nice Müslümanlık böyle.

Dedim ya esnafın dünyası bambaşka diye. Daha başka örnekler de anlattılar. Anlatılanlardan borcumuza sadık olmadığımız, zamanında vermediğimiz ortaya çıkıyor. Borçlandığımız zaman ise işimizi sağlam yapmıyoruz. Ortaklığımız güven esasına göre işliyor. Kur'an'ın en uzun süresinin en uzun ayeti borçlanmanın esaslarını belirlerken hiç birine riayet etmediğimiz ortaya çıkıyor. Sonunda da suçu Müslümanlığa yıkıyoruz. Kendimize uydurduğumuz İslam bizi rezil ediyor. Bu gidişle cenazemizi de kılar. 

Güvenmek güzel. Fakat tedbiri elden bırakmamak gerektiğini düşünmüyoruz. İnsanlar parayla, dinarla imtihan oluyor. Her alanda olduğu gibi ticaretimiz de berbat anlaşıldığına göre. Sonuç, sınıfta kaldık. Aynı deliğe bin defa girip girip sokuluyoruz. Hâlâ da ibret almıyoruz.

Bundan sonra yapılan bu işlere alavere demeyelim. Yaptığımız olsa olsa dalavere olur. Suçu da Müslümanlığa bulmayalım.
Peygamberimiz, söz verip sözünde durmayana, konuştuğu zaman  yalan konuşana, emanete ihanet edene Münafık demiştir. 

O zaman suçu Müslümanlığa değil de Münafıklıkta arayalım.
05/12/2015

5 Aralık 2015 Cumartesi

"Yazdıklarını bir kitapta toplasan ya"

-Arkadaş, sen bu yazdıklarını bir kitapta toplasan ya.
-Niçin?
-Güzel yazıyorsun.
-Dolduruşa getirme beni?
-Alıcısı olur, hem yazdıkların kaybolmaz.
-Tarihe geçerim belki!
-Nasıl yani?
-Kitabı hiç okunmamış biri olarak tabii.
-Tevazu yapma.
-Tevazu, mevazu değil. O kadar yazılmış kitaplar var. Bir kaç popüler kitabın dışında o kadar yazılmış kitap, kitapçıların tozlu raflarında okuyucu bekliyor. Zaten okuyan bir toplum değiliz. Kim okuyacak?
-Ben okurum.
-Bu şekilde söyleyen tanıdıklarım var.
-Daha ne istiyorsun o zaman?
-Mahalle ve sokağına; doğalgaz gelsin, hemen alırız diye dilekçe üstüne dilekçe verip ortak imza toplayan kimseler tanırım. Firma istek üzerine dolduruşa gelir, doğalgazı geçirir. Doğalgaza abone olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bizimki böyle olmasın?
-Sen de taktın bu "Dolduruşa" ha...
-Dolduruş deyip de geçme. Geriye dön bir bak. Dolduruşla orta yerde kalanların sayısı az değildir.
-Meselâ?
-Ferruh BOZBEYLİ.
-O da kim?
-Adalet Partisinde milletvekilliği, TBMM başkanlığı yaptıktan sonra 41'ler hareketiyle birlikte partisinden ayrılarak  Demokratik Partinin kurucuları arasında yer almış ve partinin genel başkanlığını yapmış bir siyasetçi.
-Eee ne var bunda?
-Demokratik Partinin genel başkanlığına geçmesi -kendisinin anlattığına göre- tamamen bir dolduruş sonucu olmuş.
-Gerçekten mi, nasıl olmuş bu?
-1970 yılında 41'ler hareketiyle birlikte partiden ayrılarak DP'yi kurdukları zaman kendisine genel başkanlığa geçmesi için partililerden epey bir baskı gelir: "Efendim, biz seni orada görmek isteriz. Sensiz olmaz, siz oraya layıksınız vb." şeklinde. Tüm rica ve teşviklere rağmen yapamam diye görevi kabul etmez. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
"Partimin ısrarlarına rağmen başkanlığı kabul etmedim. Ofisimde çalışmaya devam ederken yanımda babam da vardı. Sekreter, 'Efendim Kayseri'den kalabalık bir ekip geldi, sizinle görüşmek istiyor' dedi. 'Al içeri' dedim. Heyet, 'Efendim biz Kayseri olarak sizi genel başkan görmek istiyoruz, bunun için geldik. Bizi kırmayın' dedi. Ertesi gün Kırşehir ekibi, Sakarya ekibi gelmeye başladı. Her gün birkaç ilden gelen heyetin 'Seni başkan görmek istiyoruz' talepleri birbirini takip etti. Ben yine olmaz diye talepleri reddettim. Türkiye'nin birçok ilinden gelen bu heyetler karşısında babam, 'Oğlum, bu halk seni başkan görmek istiyor. Halkın bu teveccühü karşısında duramazsın. Geç bu partinin başına deyince mecburen kabul ettim. Genel başkan olduktan sonra oyuna getirildiğimi anladım. Meğersem her gün benimle görüşmeye gelen ekip aynı ekipmiş. En önde heyet sözcüsü olarak konuşan birkaç kişi dışında arkadaki kalabalık aynı kişilerden oluşuyormuş."
-İlginç olmuş gerçekten. Sonra ne olmuş?
-İstediği başarıyı elde edemeyince  genel başkanlıktan ve aktif siyasetten çekilmiş.
-Nereye gelmek istiyorsun?
-Sirke olmadan küpe girmek istemiyorum.
-Yani?
-Şimdilik dolduruşa gelip orta yerde kalmak istemiyorum.
-Ben samimiydim halbuki.
-Biliyorum. Senin ve diğer eş ve dostun samimiyetinden şüphem yok. Teşekkür ederim teveccühünüz için. 05/12/2015

4 Aralık 2015 Cuma

İncir misin Yoksa Patlıcan mı?***

(Anne babalarımız yaşlanınca niçin yanımızda kalmazlar?)

Bundan 25-30 yıl önceleri bir iki odalı evlerde ortalama 5-6 kardeşli evlerde otururduk. Evde genelde sadece baba çalışır. O kadar kişiye bakardı. 
          
Kardeşler aynı yatağı, yorganı paylaşır, büyüğün elbisesi küçülünce küçüğe geçerdi. Dizler eskidiğinde yama vurulurdu. 

Zengin-fakir her aile ayağını yorganına göre uzatırdı. Lüks tüketimden ziyade zaruri ihtiyaçların giderilmesi öncelikliydi.

Ağabeyimizin evlenme vakti gelince kız istenmeye gidilir. Kız babası "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" diye sormazdı. Evin bir odası ağabeyimize ve yengemize tahsis edilirdi. Birkaç yıl sonra evlenme sırası gelen ağabey evleneceğinde önceki evlenen bir başka eve çıkar. Ağabeyin boşalttığı oda yeni gelin-damada bırakılırdı. Bu şekilde evin en küçük erkeği de evlendirilir. En küçük,  babanın yanında oturmaya devam ederdi.

Eve gelen gelinler kayınbabayı, kayınvalideyi, çelebiyi ve görümceyi daha iyi tanırdı. Gelin-kaynana, gelin-görümce arasında çıkan sorunları tek otorite olan evin direği baba çözerdi. Babanın sözünün üzerine söz söylenmezdi. Yeni doğan torun/yeğen tüm ailenin içerisinde akrabaları tanıyarak büyürdü. Kimse birbirini yabancı görmezdi. Herkes ailenin birinci sınıf ferdiydi. Anne-babalar gelin-oğul-torun elinde dünyasını değiştirirdi. Diyeceğim o ki her aile büyük aileydi. O kalabalık nüfusa küçük  evler dar gelmezdi. 

90'lı yıllarla başlayan, günümüze kadar  artarak devam eden yeni modelimiz; Küçük aile modeli. Yani önceki hayatın tam tersi…

Önce hayatımıza 100 m karelik evler girdi. Önceki evlere göre saraydı. Oğlan evleneceği zaman kız istenmeye gidildiğinde "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" soruları sorulmaya başlandı. Çok geçmedi,  "beraber alacağız"  sözü ayıplanır oldu.  Şimdilerde sorulmaz  oldu artık böyle bir soru. 

Oğlan evlenmeden ilk önce damat evi kiralanır oldu. Artık herkesin evi barkı ayrı... Eskiden herkes birbirine bakarken şimdi herkes kendine bakar oldu. 100 m’’lik evler şimdi fakir ve dar gelirlinin oturacağı evdir. 120, 130, 140, 150... vb metre karelik evler  çekirdek ailelerin tercih mekanları oldu. Haftada, on beş günde baba-oğul, gelin kaynana misafir gibi birbirine lütfen gelir gider oldu. Çocuklar; büyükler olmadan koca evlerde, kreşlerde, bakıcıların elinde büyümeye başladı. Çocuk, bakıcıyı  kendine daha yakın bulmaya başladı. Çocuk/torun; anne-babaya, büyükanne-büyükbabaya, amca ve halaya yabancı büyüyor artık.

Mehmet Okuyan'ın oğlu ile Mustafa İslamoğlu'nun kızı evlendiği zaman "İslamoğlu, "Kız evden gitti" deyince Okuyan, " Senin kız evden, benim oğlan elden gitti" diyerek günümüzü anlatmıştır.

Günümüzde ataerkil aileden anaerkil aileye, büyük aileden küçük aileye doğru evirildik. Bir Fransız atasözü var: "Oğul kazanmak istiyorsan kızını evlendir. Kaybetmek istiyorsan oğlunu evlendir" diye.

Sadede geleyim. Şimdi anne babalar koca evlerde yapayalnız. Oğlan gelecek, gelin gelecek, kız gelecek, torun gelecek diye bekleyiş içerisinde. Yalnızlara oynuyorlar. Gelin-damat, "Gelin burada kalın" dese de anne babalar evladının evinde kalamaz oldu. Çünkü kendilerini yabancı hissediyorlar, eğreti görüyorlar. Rahatsız etmeyeyim, rahat edemezler ya da rahat edemem diye düşünmektedirler. Bakıma muhtaç olsalar da evlerini terk edemiyorlar. Acaba sebebi nedir? Bunun üzerinde durmak gerekiyor.

Kanaatimce oğlan-gelin, kaynana-kaynata ile hiç birlikte kalmayıp ilk evlendiğinde ayrı evde oturunca birbirlerine karşı ısınma, tanıma ve ülfet meydana gelmiyor. 

Anne ve babalar, bakıma muhtaç oldukları zaman eğer çocuklarının evine taşınmak zorunda kalırlarsa o kaldıkları ev kendilerine zindan hale gelebiliyor. Anne-babaların en rahat ettiği evladının evi, eğer oğlan-gelin geçmişte baba-annenin yanında kalmışsa o oğlan ve gelininin yanında daha rahat kalabiliyor.

Eskiden imkansızlıklar dolayısıyla bir evde kalmak, insanları terbiye ediyormuş gerçekten. Şurada 8-10 yıl sonra anne-babalar, oğlumun evine gitmektense evimde yalnız ölürüm ya da huzurevine sığınırım deme noktasına gelecekler. Hele anne-baba, bakıma muhtaç hale geldiğinde evlatları arasında bir gün dahi sektirmeden "Sıra sende" nöbeti, sanırım en fazla bize saçını süpürge eden anne babalarımızı yaralar. Hoş devlet hasta olana bakana para da veriyor artık. 

Anne-babalarımızla kalmayan bizler sanki yaşlanmayacağız, bakıma muhtaç olmayacağız. Şunu unutmayalım ki sağlamken anne babasını ihmal eden hastayken hiç bakmaz. Halbuki doğduğumuzda ne kadar da sevinmişlerdi. Hastalandığımızda sabahlamışlardı belki de. Yüreğimiz varsa bir soralım: "Doğduğumuz zaman ki sevinciniz devam ediyor mu" diye.  Soramayız. Çünkü iyi yapmıyoruz. Doğru yolda değiliz. Belki de içimizdeki mutsuzluğun sebebi budur. 

Hani inandığımız dine göre, onlara biz öf bile demeyecektik. Küçükken bize baktıkları gibi biz de büyüdüklerinde onlara bakacaktık. İstisnalarımız vardır. Onlardan Allah razı olsun. Ama büyük bir çoğunluğumuz iyi bir imtihan vermiyor. Bu gidişle biz sadece huzurevlerinin sayısını artırırız. Unutmayalım ki Peygamberimiz, 3 kişinin duası geçerlidir der. Bunlar: "Misafirin duası, anne-babanın evladına duası, mazlumun duası." Babaların evladına yapacağı dua bedduaya dönmez inşallah. Şunu hiç birimiz unutmayalım ki herkes ektiğini biçer. Kim, kime ne şekilde davranırsa evladından onu görecektir. Ayrı evlere alıştık. Bari sık gelinip gidilse...

Yazımı uzattım farkındayım. Ama şu fıkrayı da yazmadan edemeyeceğim:

Babası küçük Nasrettin'e incir getirir şehirden. Küçük Nasrettin çok sever bu meyveyi. Gel zaman git zaman hoca büyür, yolu şehre düşer. Hemen bir manavın önünde durur. Meyvelere göz gezdirir. Tadı damağında kalan meyveyi göremez. Ne aradığını sorar manav. Hoca, ismini unuttuğunu söyler. Manav, "Tarif et, nasıl bir yiyecekti" der. Hoca, "İçi çekirdekli, dışı yeşildi" deyince manav, "Hâ sen patlıcan istiyorsun" diyerek patlıcanı poşete doldurur. Hoca yılların özlemini gidermek için sabırsızlanır, daha yoldayken poşetten bir patlıcan çıkarır ve ısırır. Bakar ki tadı acı mı, acı... Eski tadı bulamayan Hoca,"Ulan büyüyünce ne kadar da acı oluyorsun" der.

Bu fıkranın üzerine var mı söz söyleyecek? Sonunda hepimiz patlıcan olduk. Babalarımız patlıcanın küçüğü inciri istiyor haberimiz olsun. Anne babasının gönlünü alan, hayır duasını alan evlatlara selam olsun... 04/12/2015

***19.06.2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayınlanmıştır.

3 Aralık 2015 Perşembe

Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık

Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık

-Üstat, takviye, yetiştirme adı altında açılan kursların öğrencilere faydası var mı?
-Faydası yok. Olsa da devede kulak misali.
-O zaman niye açılıyor?
-Dostlar alışverişte görsün diye.
-Gerçekten böyle mi? Faydası yok mu?
-Anne-baba ve öğrencileri "Takviye alıyor/um" diye psikolojik olarak rahatlatır.
-Eee o zaman?
-Çocuğun akşam ve hafta sonları o kadar ders görüp kafasını şişirmesi ve bedenen yorulması da işin cabası. Kurs ücreti, yardımcı kaynak vb masrafları da velinin boynunu büken ayrı bir dert.
-İyi de bu kursları Milli Eğitim istiyor, okullar istiyor. Veli ve öğrenciler de istiyor. Bu kadar kişinin istediği bir şey yanlış olur mu?
-Hepsi iyi niyetli. Fakat çocukları çatlatmak/çıldırtmak için uğraşıyor. Daha çocuklar çocukluğunu yaşamadan omuzlarına büyük bir yük yükleniyor. Bu vücut bu sıkleti çekmez. Toplum olarak yanlış yoldayız. Sadece kendimizi avuturuz.
-Yahu sen ciddi mi söylüyorsun?
-Maalesef ciddi söylüyorum. Çocukluğunu doya doya yaşayamayan çocuklar hayatı boyunca mutlu olamazlar.
-Sahi, bu kursların faydası yok mu?
-" Hedefi olan, azim ve gayretli, plan ve program dahilinde ne yaptığını bilen, bilinçli çalışan öğrenciler için faydalı olabilir. (Bu şekil çalışanlar için okul derslerine devam da yeterlidir.) Fakat bu şekil çalışanların sayısı azdır. (Hedefi olmayan, plan program dahilinde  bilinçli çalışmayanlar için ise dünyanın en iyi hocalarını getirseniz, en iyi okullara gönderseniz hiç mesafe katedemezsiniz. Çünkü hedefi olmayana yol gösteremezsiniz.) Başaranların sayısına göre başaramayanların sayısı daha fazladır.

Bugün TEOG sınavına ve YGS-LYS sınavına hazırlanıp da kurs ve etüt  merkezlerine genelde gitmeyen  yoktur. Özel ders alanlar, özel okula gidenler, Temel Liseye geçişi tercih edenler de az değildir. Hele lise bitince 2-3 yıl dershaneye gidip hazırlananlar bile var. Şu ya da bu şekilde takviye alanlar başarılı olsaydı bugün başarısız çocuklarımız olmazdı.
-Kursa devam edip de başarılı olmayana örneğin var mıdır?
-Hem de çok. Bildiğim bir öğrenci TEOG sınavı için sorumlu olduğu 6 dersten 4 tanesinden kursa yazıldı. Din Kültürü ve İngilizce'ye gitmedi. Geçen hafta Teog sınavına girdi. Toplamda 12 yanlışı var.    
Takviye aldığı derslerden;
Türkçe'den 3,
Matematik'ten 2,
Fen ve Teknoloji'den 1,
İnkılap Tarihi'nden  2  yanlışı var.

Takviye almadığı derslerden;
Din Kültürü'nden 2,
İngilice'den 2 yanlışı var.

Görüldüğü gibi öğrencinin takviye aldığı ve almadığı derslerden ortalama her dersten 2 yanlışı var.

Yine bir öğrenci OKS isimli bir sınava hazırlanmak için babası tarafından geçmişte ünlü bir dershaneye yazdırıldı. Sene başında dershanenin yaptığı seviye sınavında 31 net yaptı. Yıl sonunda yapılan OKS'de ise yine 31 net ile mezun oldu. Yani sıfır elde var sıfır.

Geçmişte ünlü bir dershanenin müdür yardımcısı ziyaretime geldi. Laf lafı açtı. Dershaneci, "Hocam 800 öğrencimiz var. Dershaneler açılmadan bir seviye belirleme sınavı yaparız. İlk 200 tanesinin üzerinde yoğunlaşırız. 600'ünün parasını alırız.
-Lafı nereye getireceksin?
-Demem şu ki, başarıda büyük pay sahibi öğrencinin kendisidir. Öğretmen, okul, dershane yol gösterir; rehberlik yapar. Gösterilen yoldan giden başarılı olur. Yoldan sapanlar dökülür.

Lisede çalışırken kayıt yaptırmaya gelen veliler ahiret soruları sorardı: " Okulunuzun başarısı nasıl, 4 yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenciniz var. Okulunuz şu âna kadar kaç tıp/hukuk çıkardı. Öğretmenlerinizin yaş ortalaması kaçtır, öğretmenleriniz başarılı mı..vb sorular sorulurdu. Ben kendilerine, "Siz Konya'da o kadar Anadolu Lisesi varken niçin bizim ilçe okulunu tercih ettiniz" diye sorardım. "Konya'daki Anadolu'ları kazanamadı. Kazansaydı burada ne işim vardı zaten." cevabını alırdım. Yine kendilerine "Okulu okul yapan öğrencidir. Kumaşınız iyiyse öğretmenlerimiz iyi bir terzidir.
-Başarılı olamayanların kapasitesi mi yok?
-Bir çoğunun kapasitesi var. Hatta başaranlardan daha fazla bir zekaya da sahip olanları çoktur. Ergenlikle beraber derslere ilgisizlik, düzenli, tertipli çalışmama onları bir müddet daha başarılı kılar. Hazırdan yerler...Sonra  ipin ucunu kaçırırlar, bir çoğu  bir daha kendisini toparlayamaz. Toparlamadıkça da başta ailesinden başlamak üzere dışlanma ile karşı karşıya kalır.
-Peki ne yapmak lazım?
-Yapılacak olan basittir. Bir çocuğun başarısında ilkokul 1-4/5 okutan sınıf öğretmeninin payı büyüktür. Çocuk eğitimini, ders çalışma yöntemini, kişiliğini, temelini ilkokuldan alır. Daha sonra üzerine bina eder. Başarıda öğretmenin değişmemesi esastır. Çocuğun seviyesine inme önemlidir. İlk okul öğretmenlerini seçerek almak gerekir. Eğitimde en yüksek maaşı onlar almalıdır. Çocuğu birinci sınıftan alan öğretmen onu mezun etmelidir.
-Teşekkür ederim.
-Eyvallah...
Ramazan YÜCE  03/12/2015

2 Aralık 2015 Çarşamba

Böyle Ev Sahibi Herkes Başına...

-Hiç kirada oturdun mu?
-13 yıl.
-Kaç ev değiştirdin?
-6 defa.
-Ev sahipleri mi çıkardı?
-Hayır. 
-Sebep?
- 3 il gezdim. İlk kiraladığım evleri ilk bir yılın sonunda genelde küçük geldiği için değiştirdim.
-Ev sahiplerinden çok çektin mi?
-Hayır hiç birinden çekmedim. Hepsi iyilerdi Allah razı olsun. Neden sordun?
-Genelde kiracılar ev sahiplerinden, ev sahipleri de kiracılardan şikayetçi oluyor da onun için sordum.
-Allah herkese başını sokabileceği bir ev, ev sahiplerine iyi kiracı, kiracılara da iyi ev sahibi versin. Hele Adana'da bir ev sahibim vardı. İyi demek eksik kalır. İyinin iyisi.
-Sana ne yaptı ya da yapmadı da iyi diyorsun?
-Adana'da kiralar yıllık ve peşin biliyorsun. Bana, "Benim evdeki kiracının tayini çıktı, ev boşaldı, sen otur" dedi. "Evin mevkisi, konumu itibariyle tam bana göre. Ama hocam biraz hukukumuz var. Alavere yapınca insanlar genelde bozuşuyorlar. Ben tutmayayım" dedim. "İşimizi sağlam yaparsak niye bozuşalım" dedi. "Bana kirayı aylık ver ve çıkan kiracının bedelinden öde. Bir yıl sonra da kirayı sen belirleyeceksin." dedi. Tutmaya karar verince bir kontrat getirdi. Kuralları yazdı. Birlikte imzaladık. Ardından bir de tahliye formu çıkardı. Onu da imzaladık. Kontrat neyse de daha oturmadan tahliye kağıdını görünce biraz şaşırmıştım. Ama en doğrusu da buydu. Her ay kirayı verdiğimde de hep utana sıkıla aldı. Almamak için  her yolu denedi.
-Niye ki?
-"Hocam bu ay odun-kömür ayı. Kira kalsın" derdi. Eylül ayı gelir. "Hocam bu ay okullar açılacak çocukların kitap-defterini al, dursun" derdi.
-Eee, kira vermez miydin?
-Zorla verirdim. Diğer aylar için  söyleyeceği hiç bir şey bulamazsa, " hocam bu böyle olmaz, sana bir ev almak lazım" der. Utana sıkıla kirayı alırdı.
-Yav böyle ev sahibi olur mu?
-İnan böyleydi. Hatta benden aldığını eve harcamak için uğraşırdı. " Hocam, Konya'ya tayin istemeyeceksen güneş enerjisi taktırayım" derdi.
-Sen ne dedin ya?
-Ben de "Hocam ben tayinciyim. Konya'ya gidemediğim için Adana'ya geldim. Fırsatını bulduğum zaman gideceğim, enerji falan kalsın" derdim. 2,5 yıl evinde oturdum. Ama çivi bile çakmadım duvarlarına. 

Konya'ya tayinim çıktı. Dostlarımdan borçlanarak bir de ev sahibi olmuştum.  Son kirayı vermek için gittim yanına. Kirayı verdim, vedalaştım. Ev aldığıma da çok sevindi. Ayrıldıktan 10 dakika sonra aradı. Verdiğim kiranın üzerine bir miktar daha para koyarak "borçlarını ödemede yardımcı olsun. Çam sakızı, çoban armağanı" dedi. Olmaz dedimse de ısrarı karşısında almak zorunda kaldım. Bir kaç ay sonra da verdiği miktarı hesabına yatırdım. 
-Gerçekten iyi bir ev sahibi imiş. Bir daha görüştünüz mü hiç.
-Görüştük elbet. Çocuğum Ankara'da bir okul kazandığı zaman bir yıl boyunca oğlu, burs verdi.
-Durumu iyiydi o zaman. 
-Çok da iyi değildi. Tek maaşlı biri. 
-Ne iş yapardı ev sahibin?
-Öğretmendi.
-Valla, helal olsun. Bu devirde böyleleri de var demek ki.
-Peki sen ona hiç iyilik yaptın mı?
-Çam sakızı çoban armağanı. Bazı iyiliklere sebep oldum.
-Allah senin ev sahibinden razı olsun. Herkesi iyilerle karşılaştırsın. İyi kiracı ve iyi ev sahipleri versin.
-Amin...
Ramazan YÜCE  02/12/2015

Kamu Malı: Yetim Malı

Dışarıya çıkıp otobüs duraklarına, elektrik trafolarına, su depolarına, okul duvar ve sıralarına bir göz attığımız zaman karalanmadık yer göremezsiniz. Tuvaletleri saymıyorum bile. Çoğu yazılar ise bir başka yerde konuşulurken insanın yüzünün kızaracağı cinsten.

Herhangi bir eve ve iş yerine  ziyaret için gittiğimde her yeri pırıl pırıl görüyorum. Duvarlarda, masa ve sehpalarda herhangi bir karalama ve çizik göremedim. Dışarıda sahipsiz alanlardaki karalama ve kirletmeyi, zarar vermeyi insanımızın evinde de görsem eyvallah, bu bizim kültürümüz diyeceğim. Başkasının malına, eşyasına, özellikle devletin malı ve malzemesinin hor kullanıldığına şahit oluyorum. Bu kişilik bozukluğunun tıpta adı var mı bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, böylesi insanlarla aynı ülkenin havasını teneffüs etmek bile bana zül geliyor. Hepimiz şunu bilmeliyiz ki, devlet malı, kamu malıdır. Yetim malıdır. Vatandaşa hizmet olarak yapılan her şeyde 74 milyonun hukuku vardır. Ar damarı çatlamış bu tipler ileride helallaşmak isterlerse 74 milyona nasıl ulaşacaklar merak ediyorum. Hoş onların özür dileme gibi bir niyetleri de yok. Çünkü  suçlu olduklarını da kabul etmiyorlar zaten.

Birkaç yıl önce sınav için gözde bir okulda görev aldım. Görevli olduğum sınıfa girdiğim zaman duvarlara sınıfın öğrencileri isimlerini yazmışlar altına da bizi unutmayın ilave etmişler.

Herhangi bir okula gidelim, o değilden sıralara bir bakalım. Karalanmadık,  yontulmadık sıra göremezsiniz. Güya eğitim yuvası. Bunu yapanlar vatan hainliğiyle eş değer bir iş yapıyorlar. İleride ülkeyi yakıp yıktıklarında hiç kimse nasıl oldu demesin. Kendi malına çizik atmayan nesil, iş; okulun, devletin malı olunca horca kullanabiliyor.

Biz bırakalım öğretimi de önce bu nesle insanlığı öğretelim. Devlet malına, başkasının malına zarar vermemeyi öğretelim. Bu şekil yetişenler TEOG’da, YGS’de en yüksek puanı alsalar ne olur, adam olamadıktan sonra.

Bir Çin atasözü vardır: “Önce ahlaklı ol, daha sonra bilgili” diye. Eskiden bizde de böyleydi. Öğretmenliğimin ilk yıllarında dersleri zayıf olan veli, toplantıya geldiği zaman utana sıkıla, “Efendim dersi zayıf ama, gerçekten çok beyefendi çocuğunuz var” dediğimde velinin yüzü güler. “ Hocam varsın efendi olsun, önemli olan bu” derdi.  Şimdilerde bizler, “Önce bilgi sonra ahlak” noktasına geldik. Tüm hedefimizi çocuğumuzun bilgiyle donatılıp en iyi yere gitmesine odaklanmak oldu.

Bence canavarlaşıyoruz, robotlaşıyoruz. Memlekete hizmet etmek artık ilk 10 önceliğimize girmiyor. Kur’an Cum’a süresi 5.ayette; “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” der. Bilgiyle donatılmış fakat yaşamayan İsrailoğullarını Allah, kitap yüklü merkebe benzetir. Sakın ola ki merkebe benzetilenler İsrailoğulları diye düşünüp üzerimize almamazlık etmeyelim. Yazı yazanlar, yontanlar ve karalayanlar 12-18 yaş arası daha çocuk diyebileceğimiz yaşta çocuklarımız. Bunlar yarın büyüyecekler. Karalama ve yontma da tatmin etmeyecek kendilerini; araba yakacaklar, bankamatiğe bomba koyacaklar, özel ve kamuya ait işyerlerine zarar verecekler, çöp bidonunu yakacaklar. Çünkü doyumsuzluğun sınırı yoktur. Bunlar macera peşindeler. Sonunda da canlı bomba, intihar komandosu olur çıkar. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Haklısınız hepsi böyle olmaz. Bir tanesi böyle olsa zaten Türkiye’nin altını üstüne getirir. Aslında bu konuda sadece çocuklarımız suçlu değil. Büyüklerin de payı var diye düşünüyorum. Örnek mi istersiniz. Buyurun:

2009 yılında bir lisede görev yaparken okula gelen yeni sıralarla birlikte eski sıraları da zımparalatıp vernik yaptırdım. Hurda diyebileceğimiz sıralar yepyeni olmuştu. Derslik sistemine geçtik. Öğrencilere “Oturduğunuz sıralarda herhangi bir karalama görmeyeceğim, karalayan maddi bedelini ödeyecektir” dedim. Bir öğrencimiz sırasına ismini yazmış, tespit ettik. Öğrenci yaptığını itiraf etti. Öğrenciye “50.00 TL. getir” dedim. Bir hafta sonra öğrencinin babası geldi. “Dün okula geldim. Okul kapalıydı. Niye yoktunuz” dedi. “Amca dün pazardı biliyorsun. Pazar günleri okul açık olmaz” dedim. “ Çocuğumun naklini falan ilçeye alacağım” dedi. “Tamam naklini vereceğim, sebebi nedir? Bir de çocuğunuz sıra karalamaktan okula 50 lira getirecekti. Haberin var mı?” dedim. “Var. Siz benim çocuğumu jurnalleyene ceza vermiyorsunuz. Benim çocuğa ceza veriyorsunuz, bu yüzden çocuğumu alacağım” dedi. Diyeceğim çocuğunun naklini aldı gitti. Olayı yorumsuz bir şekilde insaflarınıza havale ediyorum. Şimdi burada çocuk mu suçlu, çocuğunu koruyan baba mı? Çocuğum yanlış yapmış dese gerçekten gam yemeyecektim. Niyetim para cezasından ziyade okul eşyasını temiz kullanma ve hor kullanmama sorumluluğunu vermek, okul eşyasını kendi evimizin eşyası olarak kabul edilmesi bilincini yerleştirmekti.

Milletçe kamu malını kendi malımız gibi koruyup kollayacağımız günler inşallah yakın olur. Kim bilir? 02/12/2015

Milli Meselemiz: Eğitim

Devlet-millet, anne-babalar, eğitimciler geçmişte olmadığı kadar öğretime önem verdiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Bu kadar bileşenlerin istediği verimli bir eğitim ve öğretim maalesef ortaya çıkmamaktadır. 
            
Bir yerde başarı-başarısızlık varsa suçu tek tarafa yıkmaktan ziyade eğitim ve öğretimin içinde ve dışında tüm paydaşların az veya çok bir etkisi/katkısı vardır. Başarının sahibi çoktur. Fakat başarısızlığın sahipleneni maalesef yoktur. Toplum olarak başarısızlığa kılıf bulmada, gerekçe hazırlamada ve suçlu bulmada yine üstümüze yoktur. Bu konuda hiçbir millet elimize su dökemez. Mazeret bulma sadece o an için egomuzu tatmin etmeye yöneliktir. Başkasını ikna ettik derken aslında kendimizi kandırıyoruz. Yukarıdan aşağıya bir suçlama, aşağıdan yukarıya bir suçlamadır gidiyor maalesef. Keşke suçlamayla birlikte başarı gelseydi gam yemezdim gerçekten. Suçladığımız insanların onurlarıyla oynarız. Onuru incinen insandan hiçbir zaman verim beklenemez. Suçlanan insan hata üstüne hata yapmaya başlar.    
        
Toplumda yine bir furyadır gidiyor. Herkes bulunduğu yerde kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanıyor. Kendisini vazgeçilmez görüyor. Hep başka meslek erbabını kötülüyor. Konuşmaya başlarken “Ne iş yapıyor ki” diye. Ne demek istediğimi şu diyalog daha iyi anlatır sanırım: -Ne iş yapıyorsun? -Öğretmenim. -Siz ne iş yaparsınız. -Pazarcıyım. Hiç sevmem öğretmenleri. -Niçin? -Bir de polisleri. -Niye ki? -Ne yapıyorlar ki?! Görüldüğü gibi bir pazarcı “ne iş yapıyorlar” diye sevmediği iki meslek grubunu aynı anda sayıyor. Dinime küfreden bari Müslüman olsa. (Bu arada ben pazarcıları çok severim.)

 90’lı yıllarda Konya’nın bir ilçesinde Kaymakam okul müdürlerine bir toplantıda “Bu çocukları nasıl yetiştiriyorsunuz, şöyle kötüler, böyle kötüler, davranışları iyi değil. Ben olsam şöyle yaparım, siz eğitimciler tam olarak görevinizi yapmıyorsunuz,”sadedinde bir konuşma yapar. Gel zaman git zaman bir genel lisenin, İngilizce öğretmenine ihtiyacı olur. Lise müdürü Kaymakam’a giderek “Kaymakamım! İngilizce'm iyi, ihtiyaç olursa girerim demiştiniz. Bizim okulda İngilizce derslerine girer misiniz?" Kaymakam kabul eder, heyecanla derse girer girmez, sınıf "Hoşgeldiniz Keltoş Amca! "diyerek Kaymakamı karşılar. Kaymakam dersi güç bela bitirir. Okul müdürünün odasına gelerek “Bu çocuklar ne biçim çocuklar böyle yahu ” diye dert yanar.        
    
3 ay önce Bera Otelinde katıldığım bir istişare toplantısında yetkili ağızdan biri “öğretmen kalitesini nasıl artırabiliriz” diye bir soru sordu. Söz alarak kendisine şu cevabı verdim: ”Öğretmenler     kaliteli olmaya kaliteli. İş kalitenin ortaya çıkmasını      sağlamadadır. Bunun çözümü de eğitim ve öğretimde tam gün     eğitim yasasını       getirmektedir. Öğretmenler halen      doktorların “tam gün yasası “ çıkmadan önceki pozisyonunu yaşıyorlar. Tam gün yasası çıkmadan önce özellikle Devlet Hastanelerinden verim alınamıyordu. Doktorların çoğunun özel muayenehaneleri vardı. Hastanelerde yapılan muayenelere karşı hastalarımızda bir güvensizlik vardı. İlgi, alaka yoktu. Tabir yerindeyse hepimiz hastanelerden kaçıp  soluğu -parayı bastırarak- özel muayenelerde veya özel hastanelerde alıyorduk. Ne zaman ki “Tam Gün Yasası” çıktı. Özel muayeneler kapandı. Doktorlara 08.00—17.00 saatleri arasında hastanede bulunma zorunluluğu getirildi. Hastanelerimize kalite geldi. Doktorlara güven geldi. Akabinde ilgi, alaka  kendini gösterdi. Hastaneler aynı hastaneler, doktorlar aynı doktorlar. Bugün kimse özel hastane, özel muayene peşinde koşmuyor. Çünkü ihtiyaç olmaktan çıkarıldı. Bunun için eğitimcilere de “Tam Gün Eğitim Yasası” gelmelidir.” dedim.  
Öğretmenler fakültelerini bitirdikten sonra KPSS sınavına girerek arkadaşlarını geride bırakarak yüksek puanla atanan kişilerdir. Yetenekli olmaya yetenekliler. Bu kadar yetenekli insanın bulunduğu yerde beklenen kalitenin ortaya çıkmamasının nedeni mutlaka araştırılmalıdır. Her şeyden önce toplum olarak öğretmenlere bakış açımızı değiştirmemiz gerekmektedir. İki söz vardır “ Marifet iltifata tabidir”, ”Müşterisiz met’a zayidir” şeklinde. Şu bilinmeli ki herkes beklediğinin karşılığını alır. Verdiğimiz değer kadar değer görürüz. KPSS sınavında atanacak kadar puan almayan nice eğitimci geçmişte dershanelerde, özel okullarda çalışarak başarı göstermişlerdir. KPSS’de iyi puan alıp atanan öğretmenler niçin başarı gösteremiyor? Burada Rahmetli Recep YAZICIOĞLU’nun anlattığı bir fıkrayı aktarmak istiyorum. Efsane Vali Konya’da özel bir holdingin gecesine konuşmacı olarak çağrılmıştı. Sunucu Ümit AKTAN, ”Değerli devlet adamı ve siyasetçi olan Recep YAZICIOĞLU’nu konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum” diye kürsüye çağırdı.. Vali kürsüye gelerek mikrofonu eline aldı. ”Öncelikle ben siyasetçi değilim. Devlet adamıyım. Devlet adamını da ben size bir fıkra ile anlatayım: Günde 40 Kg süt veren bir ineğe devlet, ’ biz seni devlet üretim çiftliğine alalım. İyi süt veriyorsun’ demiş. Devlet üretim çiftliğine geçen inek günde 4 Kg süt vermeye başlamış. Yetkililer, ’İnek ne oldu sana. 40 kilo sütten 4 kiloya düştün’ deyince inek, ’Ben kadrolu oldum artık’ demiş. Bu anekdotu anlatınca sakın ola ki kastım sadece öğretmenler değildir. İş garantisi olan, devlete sırtını dayadığı zaman işini yapsa da yapmasa da kadrolu olmaya devam eden tüm kamuda çalışanlar akla gelir. İşini yapan tüm devlet görevlilerini tenzih ederim. İstisnalar kaideyi bozmaz. Sepetteki çürükler iyilere sirayet edip diğer sağlamları da hastalandırıyorsa devlette çalışan çürüklerdeki iş garantisi olduğu müddetçe çürüklük diğerlerine de geçecektir. Ahiretin olacağına inanan insanlar olarak biz ne yaparsak yapalım Allah Teala bize Cennet garantisi verse  hangimiz işimizi düzgün yaparız?     
     
Veliler  açısından olaya bakarsak hangimiz okullardan bir verim bekliyoruz. Çocuğumuzda hafif bir ışık görmüşsek son sınıfta paraya kıyıp özel okulların, temel liselerin yolunu tutmuyor muyuz?            Öğrenciler açısından olaya bakarsak, hangimiz okullarda ders yapılmasını istiyoruz? Bir çok öğrenci tarafından en iyi öğretmen dersini ders dışı işlerle geçiren, fazla sıkmayan öğretmen değil midir? Öğretmen bir derste askerlik anılarını anlatsa, ders boyunca maç kritiği yapsa, ders boyunca espri yapsa kaç öğrenci “hocam derse ne zaman geçeceğiz” der. Ama aynı öğrenci dershane, etüt merkezi, kurs vb yerlerde aynı tip öğretmenle karşılaşsa “hocam niye ders işlemiyoruz, biz boşu boşuna niye para veriyoruz” demez mi? Milli Eğitimde çalışan bir çok öğretmen bir çok öğrencisinden  “hocam yav, ders işlemesek” dediğini duymuştur. Mevzuatta, ders saatlerinde ,programda sık sık değişikliklerin yapılması da ayrı bir sorun olarak düşünülebilir.   
     
Verilen örneklerden anlaşılacağı gibi  velisinden, öğrencisine, öğretmeninden idarecisine, milli eğitimden iç ve dış paydaşlara varıncaya kadar başarısızlıkta az veya çok payımız vardır. Amacım kimseyi suçlamak değildir. Örnek verirken de tüm öğretmenleri, tüm veli ve öğrencileri suçlama gibi niyetim asla yoktur. Ben bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum.

Peki ne yapılmalı?
1.Milli Eğitim Bakanlığı açısından:
 a-Haftalık ders saatleri 25 saat olarak belirlenmelidir. Bazı dersler dönemlik olmalıdır.
 b-Ders çeşitleri azaltılmalıdır. Aynı branşın okutacağı dersler tek ders çatısı altında birleştirilmelidir. Çatı dersin içerisinde farklı ders ayrı bir ünite olarak yer almalıdır. (Örnek: Din Kültürü,Temel Dini Bilgiler ve Hz Muhammed’in Hayatı isimli dersler Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin içerisinde ünite olarak verilebilir.)
 c-Kazanım sayısı basitten zora, azdan çoğa doğru orantılı olmalıdır. Konular azaltılmalıdır.
 d-Öğretmenin toplum gözünde itibarını sarsacak söylemlerden yetkililer sakındırılmalı.
 e-Fiziki şartlar başta olmak üzere eğitim ve öğretim materyali imkanının olabileceği şekilde kampus okullar açılmalıdır.
 f-Ders  kitaplarını sahasında uzmanlaşmış, sahada çalışmış öğretmenler hazırlamalı, ya da bunlardan görüş alınmalı. Öğretmen kendi kitabını, materyalini zümre kararıyla kendisi seçebilmelidir. Ders kitapları maliyetine öğrenciye ücretiyle verilmelidir. Fakir, ihtiyaç sahibi öğrencilerin eğitim ve öğretim malzeme, materyal, giyim, kuşam ve ders kitabı devlet tarafından karşılanmalıdır.
 g-Her okulun mutlaka bir bütçesi olmalıdır. Hazırlanan bütçe Ağustos 15’den itibaren okulların hesabına düşmelidir.
 h-Öğretim programları hazırlanırken rehber öğretmen, psikolog, sosyolog ve sahada çalışan öğretmenlerden mutlaka görüş ve dönüt alınmalıdır.
2.Öğretmen Açısından:
a- Tam gün eğitim yasası getirilmelidir. Yöneticiler 08.00-17.00, öğretmenler 08.30-16.30 saatleri arasında okulda görevinin başında olmalıdır.              
b.Ek ders karşılığı derse girme kaldırılmalıdır.
c-Taban maaş belirlenmeli. Objektif kriterlerle ölçülebilir bir performans sistemiyle öğretmenin başarı durumuna göre maaşında artış yapılmalıdır.
d-İlk atamanın dışındaki her türlü nakiller başarı durumuna göre verilecek puanla olmalıdır.
e-İlk atamanın dışındaki her türlü nakil vb atamalar haziran ayında bir defa yapılmalıdır. Öğretmen görev yerine en geç temmuz 15’de başlamalıdır.
f-İlk atamalar ise Temmuz ayının son iş günü itibariyle yapılmalıdır. Ataması yapılan öğretmen ağustos 15’de görevine başlamalıdır.
g-Eş durumu, sağlık vb özürler dikkate alınarak yapılan atamalar sonucunda bir yerde göreve başlayan öğretmen 4 yıl aynı okulda görev yapmalıdır.
h-İstenen başarı durumunu yakalayamayan öğretmen ilk yılın sonunda bir başka okula görev yeri değiştirilmeli. İkinci yerinde de başarı kriterini yakalayamayan öğretmen hizmet içi eğitime alınmalı. Tekrar başarı gelmediği takdirde bir alt birimde görev verilmelidir. (İstenen başarı gelmediği takdirde maaşında artış yapılmayabilir.)
I-Öğretmenin yaz tatili 1,5 ay ile sınırlandırılmalı. 1 temmuz ile 15 ağustos  arası olmalıdır.
i-Ağustos’un 15’inde  görev yerinde olan öğretmen bir hafta önceki yılı değerlendirmeli. 2.haftada ise yeni öğretim yılının planlamasını yapmalıdır. Zümre, yıllık plan vb planlar bu hafta içerisinde hazırlanmalıdır. Ağustos 15’de öğretmenin gireceği ders yükü ve sınıflar belli olmalıdır.
j-Öğretmenin ölümcül hastalık dışında yapacağı devamsızlıktan dolayı maaşından her gün için 1/30 kesinti yapılmalıdır.
k-Devletin her sınıf seviyesinde belirlediği kazanımlara göre öğretmen ders materyalini kendisi seçmelidir.
l-Öğretmenin yapacağı planlama merkezi sistemin yapacağı sınava kadar olmalıdır. Sınav bitiminden diğer sınava kadar yeni planlama yapmalıdır.
m-Okul dersi dışında öğretmenin bir başka işle uğraşmasının önüne geçilmelidir. Öğretmen hafta sonu, hafta içi ders bitimi ders vermesi, dershane, etüt merkezlerinde çalışması, özel ders vermesi caydırıcı yaptırımlarla çözülmelidir.
n-Her bir öğretmenin okulda zümre yapabileceği, öğrencisine rehberlik yapabileceği ayrı bir odası olmalıdır.
o-Teori olarak verilen dersin mutlaka pratiğinin uygun ortamlarda yapılabilmesi için imkanların ortaya çıkarılması sağlanmalıdır.
ö-Öğretmenlik hedefinden uzak, heyecanı kalmamış öğretmenler eğitim dışında değerlendirilmelidir.
p-Öğretmen sınav yapmamalıdır. Merkezi sistem sınav sonuçlarına göre öğretmen değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır.
3.Öğrenci açısından:
 a- İlkokul kısmında oyun ağırlıklı bir öğretim programı uygulanmalıdır.
 b-4 yıl boyunca okuma, yazma ve basit Matematik işlemi öğretilmelidir.
 c-Davranışa önem verilmelidir. Öğrenciye 4 yıl boyunca temizlik, giyim, kuşam, oturma, oynama, oyun kurma, liderlik özelliği, becerileri vb. yanında doğruluk, dürüstlük, paylaşma, birlikte oynama ve yaşama, yerlere kağıt atmama, devlet malına zarar vermeme vb özellikleri kazandırma esas olmalıdır.
 d-Öğrencileri daha ilk yılda ödev vererek başka sınıflarla yarıştırarak okumaya geçirmeye çalışan öğretmenler için mutlaka tedbir alınmalıdır.
 e-Kayıt alanına göre bir ortaokula kayıt olan  5.sınıf öğrencileri haziran ayının son haftası seviye belirleme sınavına alınarak her okulun her şubenin  dersler bazında puan/net ortalaması,taban puanı  belirlenmeli. O sınıfın dersine giren öğretmen sınıfın seviye ve hazır bulunuşluk durumuna göre hazırladığı yıllık/dönemlik plana göre çalışma planı yapmalı. Sene başında yapılan seviye belirleme sınavı temel olmak üzere  eğitim ve öğretimin içerisinde öğrenci 6 dersten merkezi sınava alınmalı. (kasım-ocak, nisan,-haziran ayları olmak üzere yılda 4 defa merkezi sınav yapılır. Yıl sonunda seviye tespit sınavına göre başarı çıtasını yükselten branş öğretmeninin maaşı yükseltilmelidir. Seviyesi aynı kalan dersin öğretmenine o okulda bir öğretim yılı daha şans verilmeli, maaşı aynı kalmalı, seviyeyi koruyamayan öğretmenin görev yeri bir başka okula değiştirilmeli. Sene başında 1, sene içerisinde her dönemde 2’şer defa olmak üzere yılda 4 defa yapılan sınav öğrencinin 4 yılının aritmetik ortalaması olmalı. Bu puan öğrencinin lise’ye yerleşmesi için temel alınmalı. Puan ortalamasına göre bir liseye kayıt yaptıran öğrenci sene başında yapılacak olan seviye belirleme sınavı ile okulun/sınıfın puan/net durumu tıpkı ortaokuldaki gibi yapılmalı. Merkezi olarak yapılan sınavların aritmetik ortalaması ile öğrencinin üniversite tercihi yapabilmesine imkan verilmeli.
 f-Teog sınavında sorumlu tutulan 6, YGS ve LYS’de sorumlu tutulan derslerin sınavları merkezi olarak yapılırken diğer geriye kalan dersler puanla değerlendirilmeyip başarılı/başarısız kriteri getirilmelidir.
 g-25 saati geçmeyecek şekilde hazırlanan haftalık ders programı günlük sabahleyin 5 saat işlenecek şekilde öğrenci 09.00-13.00 arası ders işlemeli. Diğer dersler öğleden sonra 14.00-16.00 saatleri arasında olmalıdır. Öğleden sonraki zaman diliminde öğrenciye ilave ders, etüt, etkinlik, ödev yapma/yaptırmanın yanında Resim, Müzik, Beden Eğitimi, Teknoloji Tasarım, Kur’an-ı Kerim vb dersler işlenmelidir.
 h-Ortaokuldan itibaren eğitimin her kademesinde kalma/eleme usulü mutlaka getirilmelidir. Kalan öğrencinin devlete maliyeti gibi rakamlar öne çıkarılmamalıdır. Kalan öğrenciyi cezalandırmadan ziyade geçen iyi öğrencileri kurtarmak gerekmektedir.
I- Ortaokulu bitiren öğrencilerden 5-8.sınıf ortalaması 50 puanın altında kalan öğrencilerin açık lisede okuma dışında  bir seçeneğinin olmaması.
i-Örgün eğitimde başarı kriterini yakalayamayan öğrencinin açık liseye kaydırılması.
j- Belirli bir sınıf  okunduktan sonra hedefi olmayan öğrencilerin öğrenim hayatına örgün eğitimin dışında açık lise, çıraklık eğitim vb. yerlerde devamının sağlanması.
 k-Okul dersinin dışında öğrencinin dershane, etüt, özel ders, takviye kurs vb yerlerde ilave ders almasının önüne geçilmesi.
4.Veli açısından:
 a-Veliler “Benim çocuğum aslında çok zeki, ama çalışmıyor”, “Okul iyi değil”, öğretmende iş yok” övünme/yerinmesinden vazgeçmelidir.
 b-Her veli çocuğunun kabiliyet ve yeteneğini öğrenmekle işe başlamalıdır.
 c-Okul/öğretmene güven duymalıdır.
 d-Çocuğunun takibini yapmalıdır.
 e- Çocuğuna karşı okul ve öğretmenin disiplinsizlik/ödev yapmama/dersin ahengini bozma konusunda okul paydaşlarıyla koordineli çalışmalı. Tedbir amaçlı yaptırımlarda veli okul/öğretmene destek vermeli.
 g-Davet edildiği zaman okula gelmeyen, toplantılara katılmayan velilere karşı maddi açıdan cezayı müeyyide uygulanmalı.
 h-Okul ve öğretmenin her istediği konuda okul idaresine destek olan  ve çocuğuna sahip çıkan veli okula ve öğretmene hesap sorabilmeli.
 Görüldüğü gibi MEB açısından, öğretmen açısından, Öğrenci ve veli açısından yapılması gerekenlerin bir kısmını yukarıda sıraladık. Getirilen önerilerde aksayan yönler olabileceği gibi pedagojik  olmayan öneriler de olabilir. Tartışmaya açık önerilerdir. Bu önerilerden daha farklı, güzel, orijinal öneriler de olabilir. Hepimizin ortak görüşü eğitimde sıkıntıların olduğudur. Amacımız kimseyi ya da belirli bir kesimi suçlamak değildir. İşin garibi Milli Eğitim’inden, okulundan, velisinden, öğretmenine ve öğrencisine kadar herkes eğitim konusunda samimi çaba içerisindedirler. Fakat bunca iyi niyetten iyi bir eğitim çıkmamaktadır.
 Tüm okulun iç ve dış  paydaşları olarak birbirimizi suçlamadan taşın altına elimizi koymalıyız. Hep beraber özgür akıl sahibi, öz güven sahibi, gelecekten umudunu kesmemiş nesiller yetiştirmek  ortak çabamız olmalıdır. 03/11/2015