...
"Tek Suçum Güvenmek"
04/12/2015 Cuma günü bir esnaf ziyareti yapmak üzere iş yerine uğradım. Otururken 2 misafir daha geldi. Birinin müflis bir tüccar, diğerinin ise halen çalıştığını tanışma esnasında öğrendim.
İşler nasıl diye bir dokundum. Bin âh işittim. Adamlar dertli mi dertliymiş. Biri bıraktı, diğeri söz aldı. Dünyaları farklıydı. Dertleri ise benim gibi bordro mahkumundan farklıydı. Hepsinin ortak yönü yaptıkları işin ücretinin zamanında gelmemesinden şikayetçi idi. Sözleri "Bu nasıl Müslümanlık" ile başlıyor. Yine "Bu nasıl Müslümanlık" ile bitiyordu.
Bir tanesi 5 yıl önce işyerinden ceketini alıp çıktığını söyledi, sözlerinin arasında.
Kime bıraktın işyerini dedim. Ortağıma, yani enişteme. Ne yaptı? "Ben polis emeklisiyim. İşyerini ortak açtık. Benim anladığım bir iş değildi. Ben hiç para işine de karışmadım. Hiç bir şey de sormadım. İyi işimiz vardı. Herkes bize açık çek verirdi. Duydum ki iflas etmişiz. Ceketimi alıp çıktım. Çoğu zaman evime ekmek götürecek param olmadı" dedi. Kazancınız da iyiymiş Niçin iflas ettiniz? Dedim. Eniştemin uçkuru sayesinde dedi.
Ortaksın, fakat para pul işlerine karışmamışsın. Burada suçun yok mu dedim. Benim tek suçum güvenmek dedi.
Diğeri aldı lafı bu sefer. Piyasaya, nice fabrikatörlere mobilye işi yaptığını, hiçbir işinin karşılığını zamanında alamadığını, aylar sonra güç bela alabildiğini, hatta bazılarının telefonuna çıkmadığını söyledi. Hatta öyle biri var ki işçilerinin parasını bile 15 gün gecikmeli verdiğini söyleyince adama acıdım. Uzun süre paramı istemedim bile. Sonra bir baktım ki işçilerin parasını veremiyorum diyen adam, 2.hanımını almış, kendisinin ve hanımının altına son model iki araba almış, ben neyse paramı 5 ay gecikmeli aldım. O asgari ücretle çalıştırdığı adamların parasını 15 gün gecikmeli verince o işçiler 15 gün ne yedi ne içti hayret ettim. Bu nice Müslümanlık böyle.
Dedim ya esnafın dünyası bambaşka diye. Daha başka örnekler de anlattılar. Anlatılanlardan borcumuza sadık olmadığımız, zamanında vermediğimiz ortaya çıkıyor. Borçlandığımız zaman ise işimizi sağlam yapmıyoruz. Ortaklığımız güven esasına göre işliyor. Kur'an'ın en uzun süresinin en uzun ayeti borçlanmanın esaslarını belirlerken hiç birine riayet etmediğimiz ortaya çıkıyor. Sonunda da suçu Müslümanlığa yıkıyoruz. Kendimize uydurduğumuz İslam bizi rezil ediyor. Bu gidişle cenazemizi de kılar.
Güvenmek güzel. Fakat tedbiri elden bırakmamak gerektiğini düşünmüyoruz. İnsanlar parayla, dinarla imtihan oluyor. Her alanda olduğu gibi ticaretimiz de berbat anlaşıldığına göre. Sonuç, sınıfta kaldık. Aynı deliğe bin defa girip girip sokuluyoruz. Hâlâ da ibret almıyoruz.
Bundan sonra yapılan bu işlere alavere demeyelim. Yaptığımız olsa olsa dalavere olur. Suçu da Müslümanlığa bulmayalım.
Peygamberimiz, söz verip sözünde durmayana, konuştuğu zaman yalan konuşana, emanete ihanet edene Münafık demiştir.
O zaman suçu Müslümanlığa değil de Münafıklıkta arayalım.
05/12/2015
6 Aralık 2015 Pazar
5 Aralık 2015 Cumartesi
"Yazdıklarını bir kitapta toplasan ya"
-Arkadaş, sen bu
yazdıklarını bir kitapta toplasan ya.
-Niçin?
-Güzel
yazıyorsun.
-Dolduruşa getirme beni?
-Alıcısı olur, hem yazdıkların
kaybolmaz.
-Tarihe geçerim belki!
-Nasıl yani?
-Kitabı hiç okunmamış
biri olarak tabii.
-Tevazu yapma.
-Tevazu, mevazu değil. O kadar yazılmış
kitaplar var. Bir kaç popüler kitabın dışında o kadar yazılmış kitap,
kitapçıların tozlu raflarında okuyucu bekliyor. Zaten okuyan bir toplum
değiliz. Kim okuyacak?
-Ben okurum.
-Bu şekilde söyleyen tanıdıklarım var.
-Daha ne istiyorsun o zaman?
-Mahalle ve sokağına; doğalgaz
gelsin, hemen alırız diye dilekçe üstüne dilekçe verip ortak imza toplayan
kimseler tanırım. Firma istek üzerine dolduruşa gelir, doğalgazı geçirir.
Doğalgaza abone olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bizimki böyle
olmasın?
-Sen de taktın bu "Dolduruşa" ha...
-Dolduruş deyip de geçme.
Geriye dön bir bak. Dolduruşla orta yerde kalanların sayısı az
değildir.
-Meselâ?
-Ferruh BOZBEYLİ.
-O da kim?
-Adalet Partisinde milletvekilliği, TBMM başkanlığı yaptıktan sonra 41'ler hareketiyle birlikte
partisinden ayrılarak Demokratik Partinin kurucuları arasında yer almış ve
partinin genel başkanlığını yapmış bir siyasetçi.
-Eee ne var
bunda?
-Demokratik Partinin genel başkanlığına geçmesi -kendisinin anlattığına göre- tamamen bir dolduruş
sonucu olmuş.
-Gerçekten mi, nasıl olmuş bu?
-1970 yılında 41'ler hareketiyle
birlikte partiden ayrılarak DP'yi kurdukları zaman kendisine genel başkanlığa
geçmesi için partililerden epey bir baskı gelir: "Efendim, biz seni orada görmek
isteriz. Sensiz olmaz, siz oraya layıksınız vb." şeklinde. Tüm rica ve
teşviklere rağmen yapamam diye görevi kabul etmez. Bundan sonrasını kendisinden
dinleyelim:
"Partimin ısrarlarına rağmen başkanlığı kabul
etmedim. Ofisimde çalışmaya devam ederken yanımda babam da vardı. Sekreter,
'Efendim Kayseri'den kalabalık bir ekip geldi, sizinle görüşmek istiyor' dedi.
'Al içeri' dedim. Heyet, 'Efendim biz Kayseri olarak sizi genel başkan görmek
istiyoruz, bunun için geldik. Bizi kırmayın' dedi. Ertesi gün Kırşehir ekibi,
Sakarya ekibi gelmeye başladı. Her gün birkaç ilden gelen heyetin 'Seni başkan
görmek istiyoruz' talepleri birbirini takip etti. Ben yine olmaz diye talepleri
reddettim. Türkiye'nin birçok ilinden gelen bu heyetler karşısında babam,
'Oğlum, bu halk seni başkan görmek istiyor. Halkın bu teveccühü karşısında
duramazsın. Geç bu partinin başına deyince mecburen kabul ettim. Genel başkan
olduktan sonra oyuna getirildiğimi anladım. Meğersem her gün benimle görüşmeye
gelen ekip aynı ekipmiş. En önde heyet sözcüsü olarak konuşan birkaç kişi
dışında arkadaki kalabalık aynı kişilerden oluşuyormuş."
-İlginç olmuş
gerçekten. Sonra ne olmuş?
-İstediği başarıyı elde edemeyince genel
başkanlıktan ve aktif siyasetten çekilmiş.
-Nereye gelmek
istiyorsun?
-Sirke olmadan küpe girmek istemiyorum.
-Yani?
-Şimdilik
dolduruşa gelip orta yerde kalmak istemiyorum.
-Ben samimiydim
halbuki.
-Biliyorum. Senin ve diğer eş ve dostun samimiyetinden şüphem yok.
Teşekkür ederim teveccühünüz için. 05/12/2015
4 Aralık 2015 Cuma
İncir misin Yoksa Patlıcan mı?***
(Anne babalarımız yaşlanınca niçin
yanımızda kalmazlar?)
Bundan 25-30 yıl önceleri bir iki odalı
evlerde ortalama 5-6 kardeşli evlerde otururduk. Evde genelde sadece baba
çalışır. O kadar kişiye bakardı.
Kardeşler aynı yatağı, yorganı paylaşır,
büyüğün elbisesi küçülünce küçüğe geçerdi. Dizler eskidiğinde yama
vurulurdu.
Zengin-fakir her aile ayağını yorganına
göre uzatırdı. Lüks tüketimden ziyade zaruri ihtiyaçların giderilmesi
öncelikliydi.
Ağabeyimizin evlenme vakti gelince kız
istenmeye gidilir. Kız babası "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" diye
sormazdı. Evin bir odası ağabeyimize ve yengemize tahsis edilirdi. Birkaç yıl
sonra evlenme sırası gelen ağabey evleneceğinde önceki evlenen bir başka eve
çıkar. Ağabeyin boşalttığı oda yeni gelin-damada bırakılırdı. Bu şekilde evin
en küçük erkeği de evlendirilir. En küçük, babanın yanında oturmaya
devam ederdi.
Eve gelen gelinler kayınbabayı,
kayınvalideyi, çelebiyi ve görümceyi daha iyi tanırdı. Gelin-kaynana, gelin-görümce
arasında çıkan sorunları tek otorite olan evin direği baba çözerdi. Babanın
sözünün üzerine söz söylenmezdi. Yeni doğan torun/yeğen tüm ailenin içerisinde
akrabaları tanıyarak büyürdü. Kimse birbirini yabancı görmezdi. Herkes ailenin
birinci sınıf ferdiydi. Anne-babalar gelin-oğul-torun elinde dünyasını
değiştirirdi. Diyeceğim o ki her aile büyük aileydi. O kalabalık nüfusa
küçük evler dar gelmezdi.
90'lı yıllarla başlayan, günümüze
kadar artarak devam eden yeni modelimiz; Küçük aile modeli. Yani önceki
hayatın tam tersi…
Önce hayatımıza 100 m karelik evler
girdi. Önceki evlere göre saraydı. Oğlan evleneceği zaman kız istenmeye
gidildiğinde "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" soruları sorulmaya
başlandı. Çok geçmedi, "beraber alacağız" sözü
ayıplanır oldu. Şimdilerde sorulmaz oldu artık böyle bir
soru.
Oğlan evlenmeden ilk önce damat evi kiralanır
oldu. Artık herkesin evi barkı ayrı... Eskiden herkes birbirine bakarken şimdi
herkes kendine bakar oldu. 100 m’’lik evler şimdi fakir ve dar gelirlinin
oturacağı evdir. 120, 130, 140, 150... vb metre karelik
evler çekirdek ailelerin tercih mekanları oldu. Haftada, on beş
günde baba-oğul, gelin kaynana misafir gibi birbirine lütfen gelir gider oldu.
Çocuklar; büyükler olmadan koca evlerde, kreşlerde, bakıcıların elinde büyümeye
başladı. Çocuk, bakıcıyı kendine daha yakın bulmaya başladı.
Çocuk/torun; anne-babaya, büyükanne-büyükbabaya, amca ve halaya yabancı büyüyor
artık.
Mehmet Okuyan'ın oğlu ile Mustafa
İslamoğlu'nun kızı evlendiği zaman "İslamoğlu, "Kız evden gitti"
deyince Okuyan, " Senin kız evden, benim oğlan elden gitti" diyerek
günümüzü anlatmıştır.
Günümüzde ataerkil aileden anaerkil
aileye, büyük aileden küçük aileye doğru evirildik. Bir Fransız atasözü var:
"Oğul kazanmak istiyorsan kızını evlendir. Kaybetmek istiyorsan oğlunu
evlendir" diye.
Sadede geleyim. Şimdi anne babalar koca
evlerde yapayalnız. Oğlan gelecek, gelin gelecek, kız gelecek, torun gelecek
diye bekleyiş içerisinde. Yalnızlara oynuyorlar. Gelin-damat, "Gelin
burada kalın" dese de anne babalar evladının evinde kalamaz oldu. Çünkü
kendilerini yabancı hissediyorlar, eğreti görüyorlar. Rahatsız etmeyeyim, rahat
edemezler ya da rahat edemem diye düşünmektedirler. Bakıma muhtaç olsalar da
evlerini terk edemiyorlar. Acaba sebebi nedir? Bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Kanaatimce oğlan-gelin, kaynana-kaynata
ile hiç birlikte kalmayıp ilk evlendiğinde ayrı evde oturunca birbirlerine
karşı ısınma, tanıma ve ülfet meydana gelmiyor.
Anne ve babalar, bakıma muhtaç oldukları
zaman eğer çocuklarının evine taşınmak zorunda kalırlarsa o kaldıkları ev
kendilerine zindan hale gelebiliyor. Anne-babaların en rahat ettiği evladının
evi, eğer oğlan-gelin geçmişte baba-annenin yanında kalmışsa o oğlan ve gelininin
yanında daha rahat kalabiliyor.
Eskiden imkansızlıklar dolayısıyla bir
evde kalmak, insanları terbiye ediyormuş gerçekten. Şurada 8-10 yıl sonra
anne-babalar, oğlumun evine gitmektense evimde yalnız ölürüm ya da huzurevine
sığınırım deme noktasına gelecekler. Hele anne-baba, bakıma muhtaç hale
geldiğinde evlatları arasında bir gün dahi sektirmeden "Sıra sende"
nöbeti, sanırım en fazla bize saçını süpürge eden anne babalarımızı yaralar.
Hoş devlet hasta olana bakana para da veriyor artık.
Anne-babalarımızla kalmayan bizler sanki
yaşlanmayacağız, bakıma muhtaç olmayacağız. Şunu unutmayalım ki sağlamken anne
babasını ihmal eden hastayken hiç bakmaz. Halbuki doğduğumuzda ne kadar da
sevinmişlerdi. Hastalandığımızda sabahlamışlardı belki de. Yüreğimiz varsa bir
soralım: "Doğduğumuz zaman ki sevinciniz devam ediyor mu"
diye. Soramayız. Çünkü iyi yapmıyoruz. Doğru yolda değiliz. Belki de
içimizdeki mutsuzluğun sebebi budur.
Hani inandığımız dine göre, onlara biz
öf bile demeyecektik. Küçükken bize baktıkları gibi biz de büyüdüklerinde
onlara bakacaktık. İstisnalarımız vardır. Onlardan Allah razı olsun. Ama büyük
bir çoğunluğumuz iyi bir imtihan vermiyor. Bu gidişle biz sadece huzurevlerinin
sayısını artırırız. Unutmayalım ki Peygamberimiz, 3 kişinin duası geçerlidir
der. Bunlar: "Misafirin duası, anne-babanın evladına duası, mazlumun
duası." Babaların evladına yapacağı dua bedduaya dönmez inşallah. Şunu hiç
birimiz unutmayalım ki herkes ektiğini biçer. Kim, kime ne şekilde davranırsa
evladından onu görecektir. Ayrı evlere alıştık. Bari sık gelinip gidilse...
Yazımı uzattım farkındayım. Ama şu
fıkrayı da yazmadan edemeyeceğim:
Babası küçük Nasrettin'e incir getirir
şehirden. Küçük Nasrettin çok sever bu meyveyi. Gel zaman git zaman hoca büyür,
yolu şehre düşer. Hemen bir manavın önünde durur. Meyvelere göz gezdirir. Tadı
damağında kalan meyveyi göremez. Ne aradığını sorar manav. Hoca, ismini
unuttuğunu söyler. Manav, "Tarif et, nasıl bir yiyecekti" der. Hoca,
"İçi çekirdekli, dışı yeşildi" deyince manav, "Hâ sen patlıcan
istiyorsun" diyerek patlıcanı poşete doldurur. Hoca yılların özlemini
gidermek için sabırsızlanır, daha yoldayken poşetten bir patlıcan çıkarır ve
ısırır. Bakar ki tadı acı mı, acı... Eski tadı bulamayan Hoca,"Ulan
büyüyünce ne kadar da acı oluyorsun" der.
Bu fıkranın üzerine var mı söz
söyleyecek? Sonunda hepimiz patlıcan olduk. Babalarımız patlıcanın küçüğü
inciri istiyor haberimiz olsun. Anne babasının gönlünü alan, hayır duasını alan
evlatlara selam olsun... 04/12/2015
***19.06.2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayınlanmıştır.
***19.06.2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayınlanmıştır.
3 Aralık 2015 Perşembe
Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık
Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık
-Üstat, takviye, yetiştirme adı altında açılan kursların öğrencilere faydası var mı?
-Faydası yok. Olsa da devede kulak misali.
-O zaman niye açılıyor?
-Dostlar alışverişte görsün diye.
-Gerçekten böyle mi? Faydası yok mu?
-Anne-baba ve öğrencileri "Takviye alıyor/um" diye psikolojik olarak rahatlatır.
-Eee o zaman?
-Çocuğun akşam ve hafta sonları o kadar ders görüp kafasını şişirmesi ve bedenen yorulması da işin cabası. Kurs ücreti, yardımcı kaynak vb masrafları da velinin boynunu büken ayrı bir dert.
-İyi de bu kursları Milli Eğitim istiyor, okullar istiyor. Veli ve öğrenciler de istiyor. Bu kadar kişinin istediği bir şey yanlış olur mu?
-Hepsi iyi niyetli. Fakat çocukları çatlatmak/çıldırtmak için uğraşıyor. Daha çocuklar çocukluğunu yaşamadan omuzlarına büyük bir yük yükleniyor. Bu vücut bu sıkleti çekmez. Toplum olarak yanlış yoldayız. Sadece kendimizi avuturuz.
-Yahu sen ciddi mi söylüyorsun?
-Maalesef ciddi söylüyorum. Çocukluğunu doya doya yaşayamayan çocuklar hayatı boyunca mutlu olamazlar.
-Sahi, bu kursların faydası yok mu?
-" Hedefi olan, azim ve gayretli, plan ve program dahilinde ne yaptığını bilen, bilinçli çalışan öğrenciler için faydalı olabilir. (Bu şekil çalışanlar için okul derslerine devam da yeterlidir.) Fakat bu şekil çalışanların sayısı azdır. (Hedefi olmayan, plan program dahilinde bilinçli çalışmayanlar için ise dünyanın en iyi hocalarını getirseniz, en iyi okullara gönderseniz hiç mesafe katedemezsiniz. Çünkü hedefi olmayana yol gösteremezsiniz.) Başaranların sayısına göre başaramayanların sayısı daha fazladır.
Bugün TEOG sınavına ve YGS-LYS sınavına hazırlanıp da kurs ve etüt merkezlerine genelde gitmeyen yoktur. Özel ders alanlar, özel okula gidenler, Temel Liseye geçişi tercih edenler de az değildir. Hele lise bitince 2-3 yıl dershaneye gidip hazırlananlar bile var. Şu ya da bu şekilde takviye alanlar başarılı olsaydı bugün başarısız çocuklarımız olmazdı.
-Kursa devam edip de başarılı olmayana örneğin var mıdır?
-Hem de çok. Bildiğim bir öğrenci TEOG sınavı için sorumlu olduğu 6 dersten 4 tanesinden kursa yazıldı. Din Kültürü ve İngilizce'ye gitmedi. Geçen hafta Teog sınavına girdi. Toplamda 12 yanlışı var.
Takviye aldığı derslerden;
Türkçe'den 3,
Matematik'ten 2,
Fen ve Teknoloji'den 1,
İnkılap Tarihi'nden 2 yanlışı var.
Takviye almadığı derslerden;
Din Kültürü'nden 2,
İngilice'den 2 yanlışı var.
Görüldüğü gibi öğrencinin takviye aldığı ve almadığı derslerden ortalama her dersten 2 yanlışı var.
Yine bir öğrenci OKS isimli bir sınava hazırlanmak için babası tarafından geçmişte ünlü bir dershaneye yazdırıldı. Sene başında dershanenin yaptığı seviye sınavında 31 net yaptı. Yıl sonunda yapılan OKS'de ise yine 31 net ile mezun oldu. Yani sıfır elde var sıfır.
Geçmişte ünlü bir dershanenin müdür yardımcısı ziyaretime geldi. Laf lafı açtı. Dershaneci, "Hocam 800 öğrencimiz var. Dershaneler açılmadan bir seviye belirleme sınavı yaparız. İlk 200 tanesinin üzerinde yoğunlaşırız. 600'ünün parasını alırız.
-Lafı nereye getireceksin?
-Demem şu ki, başarıda büyük pay sahibi öğrencinin kendisidir. Öğretmen, okul, dershane yol gösterir; rehberlik yapar. Gösterilen yoldan giden başarılı olur. Yoldan sapanlar dökülür.
Lisede çalışırken kayıt yaptırmaya gelen veliler ahiret soruları sorardı: " Okulunuzun başarısı nasıl, 4 yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenciniz var. Okulunuz şu âna kadar kaç tıp/hukuk çıkardı. Öğretmenlerinizin yaş ortalaması kaçtır, öğretmenleriniz başarılı mı..vb sorular sorulurdu. Ben kendilerine, "Siz Konya'da o kadar Anadolu Lisesi varken niçin bizim ilçe okulunu tercih ettiniz" diye sorardım. "Konya'daki Anadolu'ları kazanamadı. Kazansaydı burada ne işim vardı zaten." cevabını alırdım. Yine kendilerine "Okulu okul yapan öğrencidir. Kumaşınız iyiyse öğretmenlerimiz iyi bir terzidir.
-Başarılı olamayanların kapasitesi mi yok?
-Bir çoğunun kapasitesi var. Hatta başaranlardan daha fazla bir zekaya da sahip olanları çoktur. Ergenlikle beraber derslere ilgisizlik, düzenli, tertipli çalışmama onları bir müddet daha başarılı kılar. Hazırdan yerler...Sonra ipin ucunu kaçırırlar, bir çoğu bir daha kendisini toparlayamaz. Toparlamadıkça da başta ailesinden başlamak üzere dışlanma ile karşı karşıya kalır.
-Peki ne yapmak lazım?
-Yapılacak olan basittir. Bir çocuğun başarısında ilkokul 1-4/5 okutan sınıf öğretmeninin payı büyüktür. Çocuk eğitimini, ders çalışma yöntemini, kişiliğini, temelini ilkokuldan alır. Daha sonra üzerine bina eder. Başarıda öğretmenin değişmemesi esastır. Çocuğun seviyesine inme önemlidir. İlk okul öğretmenlerini seçerek almak gerekir. Eğitimde en yüksek maaşı onlar almalıdır. Çocuğu birinci sınıftan alan öğretmen onu mezun etmelidir.
-Teşekkür ederim.
-Eyvallah...
Ramazan YÜCE 03/12/2015
-Üstat, takviye, yetiştirme adı altında açılan kursların öğrencilere faydası var mı?
-Faydası yok. Olsa da devede kulak misali.
-O zaman niye açılıyor?
-Dostlar alışverişte görsün diye.
-Gerçekten böyle mi? Faydası yok mu?
-Anne-baba ve öğrencileri "Takviye alıyor/um" diye psikolojik olarak rahatlatır.
-Eee o zaman?
-Çocuğun akşam ve hafta sonları o kadar ders görüp kafasını şişirmesi ve bedenen yorulması da işin cabası. Kurs ücreti, yardımcı kaynak vb masrafları da velinin boynunu büken ayrı bir dert.
-İyi de bu kursları Milli Eğitim istiyor, okullar istiyor. Veli ve öğrenciler de istiyor. Bu kadar kişinin istediği bir şey yanlış olur mu?
-Hepsi iyi niyetli. Fakat çocukları çatlatmak/çıldırtmak için uğraşıyor. Daha çocuklar çocukluğunu yaşamadan omuzlarına büyük bir yük yükleniyor. Bu vücut bu sıkleti çekmez. Toplum olarak yanlış yoldayız. Sadece kendimizi avuturuz.
-Yahu sen ciddi mi söylüyorsun?
-Maalesef ciddi söylüyorum. Çocukluğunu doya doya yaşayamayan çocuklar hayatı boyunca mutlu olamazlar.
-Sahi, bu kursların faydası yok mu?
-" Hedefi olan, azim ve gayretli, plan ve program dahilinde ne yaptığını bilen, bilinçli çalışan öğrenciler için faydalı olabilir. (Bu şekil çalışanlar için okul derslerine devam da yeterlidir.) Fakat bu şekil çalışanların sayısı azdır. (Hedefi olmayan, plan program dahilinde bilinçli çalışmayanlar için ise dünyanın en iyi hocalarını getirseniz, en iyi okullara gönderseniz hiç mesafe katedemezsiniz. Çünkü hedefi olmayana yol gösteremezsiniz.) Başaranların sayısına göre başaramayanların sayısı daha fazladır.
Bugün TEOG sınavına ve YGS-LYS sınavına hazırlanıp da kurs ve etüt merkezlerine genelde gitmeyen yoktur. Özel ders alanlar, özel okula gidenler, Temel Liseye geçişi tercih edenler de az değildir. Hele lise bitince 2-3 yıl dershaneye gidip hazırlananlar bile var. Şu ya da bu şekilde takviye alanlar başarılı olsaydı bugün başarısız çocuklarımız olmazdı.
-Kursa devam edip de başarılı olmayana örneğin var mıdır?
-Hem de çok. Bildiğim bir öğrenci TEOG sınavı için sorumlu olduğu 6 dersten 4 tanesinden kursa yazıldı. Din Kültürü ve İngilizce'ye gitmedi. Geçen hafta Teog sınavına girdi. Toplamda 12 yanlışı var.
Takviye aldığı derslerden;
Türkçe'den 3,
Matematik'ten 2,
Fen ve Teknoloji'den 1,
İnkılap Tarihi'nden 2 yanlışı var.
Takviye almadığı derslerden;
Din Kültürü'nden 2,
İngilice'den 2 yanlışı var.
Görüldüğü gibi öğrencinin takviye aldığı ve almadığı derslerden ortalama her dersten 2 yanlışı var.
Yine bir öğrenci OKS isimli bir sınava hazırlanmak için babası tarafından geçmişte ünlü bir dershaneye yazdırıldı. Sene başında dershanenin yaptığı seviye sınavında 31 net yaptı. Yıl sonunda yapılan OKS'de ise yine 31 net ile mezun oldu. Yani sıfır elde var sıfır.
Geçmişte ünlü bir dershanenin müdür yardımcısı ziyaretime geldi. Laf lafı açtı. Dershaneci, "Hocam 800 öğrencimiz var. Dershaneler açılmadan bir seviye belirleme sınavı yaparız. İlk 200 tanesinin üzerinde yoğunlaşırız. 600'ünün parasını alırız.
-Lafı nereye getireceksin?
-Demem şu ki, başarıda büyük pay sahibi öğrencinin kendisidir. Öğretmen, okul, dershane yol gösterir; rehberlik yapar. Gösterilen yoldan giden başarılı olur. Yoldan sapanlar dökülür.
Lisede çalışırken kayıt yaptırmaya gelen veliler ahiret soruları sorardı: " Okulunuzun başarısı nasıl, 4 yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenciniz var. Okulunuz şu âna kadar kaç tıp/hukuk çıkardı. Öğretmenlerinizin yaş ortalaması kaçtır, öğretmenleriniz başarılı mı..vb sorular sorulurdu. Ben kendilerine, "Siz Konya'da o kadar Anadolu Lisesi varken niçin bizim ilçe okulunu tercih ettiniz" diye sorardım. "Konya'daki Anadolu'ları kazanamadı. Kazansaydı burada ne işim vardı zaten." cevabını alırdım. Yine kendilerine "Okulu okul yapan öğrencidir. Kumaşınız iyiyse öğretmenlerimiz iyi bir terzidir.
-Başarılı olamayanların kapasitesi mi yok?
-Bir çoğunun kapasitesi var. Hatta başaranlardan daha fazla bir zekaya da sahip olanları çoktur. Ergenlikle beraber derslere ilgisizlik, düzenli, tertipli çalışmama onları bir müddet daha başarılı kılar. Hazırdan yerler...Sonra ipin ucunu kaçırırlar, bir çoğu bir daha kendisini toparlayamaz. Toparlamadıkça da başta ailesinden başlamak üzere dışlanma ile karşı karşıya kalır.
-Peki ne yapmak lazım?
-Yapılacak olan basittir. Bir çocuğun başarısında ilkokul 1-4/5 okutan sınıf öğretmeninin payı büyüktür. Çocuk eğitimini, ders çalışma yöntemini, kişiliğini, temelini ilkokuldan alır. Daha sonra üzerine bina eder. Başarıda öğretmenin değişmemesi esastır. Çocuğun seviyesine inme önemlidir. İlk okul öğretmenlerini seçerek almak gerekir. Eğitimde en yüksek maaşı onlar almalıdır. Çocuğu birinci sınıftan alan öğretmen onu mezun etmelidir.
-Teşekkür ederim.
-Eyvallah...
Ramazan YÜCE 03/12/2015
2 Aralık 2015 Çarşamba
Böyle Ev Sahibi Herkes Başına...
-Hiç kirada oturdun mu?
-13 yıl.
-Kaç ev değiştirdin?
-6 defa.
-Ev sahipleri mi çıkardı?
-Hayır.
-Sebep?
- 3 il gezdim. İlk kiraladığım evleri ilk bir yılın sonunda genelde küçük geldiği için değiştirdim.
-Ev sahiplerinden çok çektin mi?
-Hayır hiç birinden çekmedim. Hepsi iyilerdi Allah razı olsun. Neden sordun?
-Genelde kiracılar ev sahiplerinden, ev sahipleri de kiracılardan şikayetçi oluyor da onun için sordum.
-Allah herkese başını sokabileceği bir ev, ev sahiplerine iyi kiracı, kiracılara da iyi ev sahibi versin. Hele Adana'da bir ev sahibim vardı. İyi demek eksik kalır. İyinin iyisi.
-Sana ne yaptı ya da yapmadı da iyi diyorsun?
-Adana'da kiralar yıllık ve peşin biliyorsun. Bana, "Benim evdeki kiracının tayini çıktı, ev boşaldı, sen otur" dedi. "Evin mevkisi, konumu itibariyle tam bana göre. Ama hocam biraz hukukumuz var. Alavere yapınca insanlar genelde bozuşuyorlar. Ben tutmayayım" dedim. "İşimizi sağlam yaparsak niye bozuşalım" dedi. "Bana kirayı aylık ver ve çıkan kiracının bedelinden öde. Bir yıl sonra da kirayı sen belirleyeceksin." dedi. Tutmaya karar verince bir kontrat getirdi. Kuralları yazdı. Birlikte imzaladık. Ardından bir de tahliye formu çıkardı. Onu da imzaladık. Kontrat neyse de daha oturmadan tahliye kağıdını görünce biraz şaşırmıştım. Ama en doğrusu da buydu. Her ay kirayı verdiğimde de hep utana sıkıla aldı. Almamak için her yolu denedi.
-Niye ki?
-"Hocam bu ay odun-kömür ayı. Kira kalsın" derdi. Eylül ayı gelir. "Hocam bu ay okullar açılacak çocukların kitap-defterini al, dursun" derdi.
-Eee, kira vermez miydin?
-Zorla verirdim. Diğer aylar için söyleyeceği hiç bir şey bulamazsa, " hocam bu böyle olmaz, sana bir ev almak lazım" der. Utana sıkıla kirayı alırdı.
-Yav böyle ev sahibi olur mu?
-İnan böyleydi. Hatta benden aldığını eve harcamak için uğraşırdı. " Hocam, Konya'ya tayin istemeyeceksen güneş enerjisi taktırayım" derdi.
-Sen ne dedin ya?
-Ben de "Hocam ben tayinciyim. Konya'ya gidemediğim için Adana'ya geldim. Fırsatını bulduğum zaman gideceğim, enerji falan kalsın" derdim. 2,5 yıl evinde oturdum. Ama çivi bile çakmadım duvarlarına.
Konya'ya tayinim çıktı. Dostlarımdan borçlanarak bir de ev sahibi olmuştum. Son kirayı vermek için gittim yanına. Kirayı verdim, vedalaştım. Ev aldığıma da çok sevindi. Ayrıldıktan 10 dakika sonra aradı. Verdiğim kiranın üzerine bir miktar daha para koyarak "borçlarını ödemede yardımcı olsun. Çam sakızı, çoban armağanı" dedi. Olmaz dedimse de ısrarı karşısında almak zorunda kaldım. Bir kaç ay sonra da verdiği miktarı hesabına yatırdım.
-Gerçekten iyi bir ev sahibi imiş. Bir daha görüştünüz mü hiç.
-Görüştük elbet. Çocuğum Ankara'da bir okul kazandığı zaman bir yıl boyunca oğlu, burs verdi.
-Durumu iyiydi o zaman.
-Çok da iyi değildi. Tek maaşlı biri.
-Ne iş yapardı ev sahibin?
-Öğretmendi.
-Valla, helal olsun. Bu devirde böyleleri de var demek ki.
-Peki sen ona hiç iyilik yaptın mı?
-Çam sakızı çoban armağanı. Bazı iyiliklere sebep oldum.
-Allah senin ev sahibinden razı olsun. Herkesi iyilerle karşılaştırsın. İyi kiracı ve iyi ev sahipleri versin.
-Amin...
Ramazan YÜCE 02/12/2015
Kamu Malı: Yetim Malı
Dışarıya çıkıp otobüs
duraklarına, elektrik trafolarına, su depolarına, okul duvar ve sıralarına bir
göz attığımız zaman karalanmadık yer göremezsiniz. Tuvaletleri saymıyorum bile.
Çoğu yazılar ise bir başka yerde konuşulurken insanın yüzünün kızaracağı cinsten.
Herhangi bir eve ve iş
yerine ziyaret için gittiğimde her yeri
pırıl pırıl görüyorum. Duvarlarda, masa ve sehpalarda herhangi bir karalama ve
çizik göremedim. Dışarıda sahipsiz
alanlardaki karalama ve kirletmeyi, zarar vermeyi insanımızın evinde de görsem
eyvallah, bu bizim kültürümüz diyeceğim. Başkasının malına, eşyasına, özellikle
devletin malı ve malzemesinin hor kullanıldığına şahit oluyorum. Bu kişilik
bozukluğunun tıpta adı var mı bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, böylesi
insanlarla aynı ülkenin havasını teneffüs etmek bile bana zül geliyor. Hepimiz şunu bilmeliyiz
ki, devlet malı, kamu malıdır. Yetim malıdır. Vatandaşa hizmet olarak yapılan
her şeyde 74 milyonun hukuku vardır. Ar damarı çatlamış bu tipler ileride
helallaşmak isterlerse 74 milyona nasıl ulaşacaklar merak ediyorum. Hoş onların
özür dileme gibi bir niyetleri de yok. Çünkü
suçlu olduklarını da kabul etmiyorlar zaten.
Birkaç yıl önce sınav
için gözde bir okulda görev aldım. Görevli olduğum sınıfa girdiğim zaman
duvarlara sınıfın öğrencileri isimlerini yazmışlar altına da bizi unutmayın
ilave etmişler.
Herhangi bir okula
gidelim, o değilden sıralara bir bakalım. Karalanmadık, yontulmadık sıra göremezsiniz. Güya eğitim
yuvası. Bunu yapanlar vatan hainliğiyle eş değer bir iş yapıyorlar. İleride
ülkeyi yakıp yıktıklarında hiç kimse nasıl oldu demesin. Kendi malına çizik
atmayan nesil, iş; okulun, devletin malı olunca horca kullanabiliyor.
Biz bırakalım öğretimi
de önce bu nesle insanlığı öğretelim. Devlet malına, başkasının malına zarar
vermemeyi öğretelim. Bu şekil yetişenler TEOG’da, YGS’de en yüksek puanı
alsalar ne olur, adam olamadıktan sonra.
Bir Çin atasözü vardır:
“Önce ahlaklı ol, daha sonra bilgili” diye. Eskiden bizde de böyleydi.
Öğretmenliğimin ilk yıllarında dersleri zayıf olan veli, toplantıya geldiği
zaman utana sıkıla, “Efendim dersi zayıf ama, gerçekten çok beyefendi çocuğunuz
var” dediğimde velinin yüzü güler. “ Hocam varsın efendi olsun, önemli olan bu”
derdi. Şimdilerde bizler, “Önce bilgi
sonra ahlak” noktasına geldik. Tüm hedefimizi çocuğumuzun bilgiyle donatılıp en
iyi yere gitmesine odaklanmak oldu.
Bence canavarlaşıyoruz,
robotlaşıyoruz. Memlekete hizmet etmek artık ilk 10 önceliğimize girmiyor.
Kur’an Cum’a süresi 5.ayette; “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel
etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” der.
Bilgiyle donatılmış fakat yaşamayan İsrailoğullarını Allah, kitap yüklü merkebe
benzetir. Sakın ola ki merkebe benzetilenler İsrailoğulları diye düşünüp
üzerimize almamazlık etmeyelim. Yazı yazanlar, yontanlar ve karalayanlar 12-18
yaş arası daha çocuk diyebileceğimiz yaşta çocuklarımız. Bunlar yarın
büyüyecekler. Karalama ve yontma da tatmin etmeyecek kendilerini; araba
yakacaklar, bankamatiğe bomba koyacaklar, özel ve kamuya ait işyerlerine zarar
verecekler, çöp bidonunu yakacaklar. Çünkü doyumsuzluğun sınırı yoktur. Bunlar
macera peşindeler. Sonunda da canlı bomba, intihar komandosu olur çıkar.
Abarttığımı düşünebilirsiniz. Haklısınız hepsi böyle olmaz. Bir tanesi böyle
olsa zaten Türkiye’nin altını üstüne getirir. Aslında bu konuda sadece
çocuklarımız suçlu değil. Büyüklerin de payı var diye düşünüyorum. Örnek mi
istersiniz. Buyurun:
2009 yılında bir lisede görev
yaparken okula gelen yeni sıralarla birlikte eski sıraları da zımparalatıp
vernik yaptırdım. Hurda diyebileceğimiz sıralar yepyeni olmuştu. Derslik sistemine
geçtik. Öğrencilere “Oturduğunuz sıralarda herhangi bir karalama görmeyeceğim,
karalayan maddi bedelini ödeyecektir” dedim. Bir öğrencimiz sırasına ismini
yazmış, tespit ettik. Öğrenci yaptığını itiraf etti. Öğrenciye “50.00 TL. getir”
dedim. Bir hafta sonra öğrencinin babası geldi. “Dün okula geldim. Okul
kapalıydı. Niye yoktunuz” dedi. “Amca dün pazardı biliyorsun. Pazar günleri
okul açık olmaz” dedim. “ Çocuğumun naklini falan ilçeye alacağım” dedi. “Tamam
naklini vereceğim, sebebi nedir? Bir de çocuğunuz sıra karalamaktan okula 50
lira getirecekti. Haberin var mı?” dedim. “Var. Siz benim çocuğumu jurnalleyene
ceza vermiyorsunuz. Benim çocuğa ceza veriyorsunuz, bu yüzden çocuğumu
alacağım” dedi. Diyeceğim çocuğunun naklini aldı gitti. Olayı yorumsuz bir
şekilde insaflarınıza havale ediyorum. Şimdi burada çocuk mu suçlu, çocuğunu
koruyan baba mı? Çocuğum yanlış yapmış dese gerçekten gam yemeyecektim. Niyetim
para cezasından ziyade okul eşyasını temiz kullanma ve hor kullanmama
sorumluluğunu vermek, okul eşyasını kendi evimizin eşyası olarak kabul edilmesi
bilincini yerleştirmekti.
Milletçe kamu malını kendi
malımız gibi koruyup kollayacağımız günler inşallah yakın olur. Kim bilir? 02/12/2015
Milli Meselemiz: Eğitim
Devlet-millet, anne-babalar, eğitimciler geçmişte olmadığı
kadar öğretime önem verdiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Bu kadar bileşenlerin
istediği verimli bir eğitim ve öğretim maalesef ortaya çıkmamaktadır.
Bir yerde başarı-başarısızlık varsa suçu tek tarafa
yıkmaktan ziyade eğitim ve öğretimin içinde ve dışında tüm paydaşların az veya
çok bir etkisi/katkısı vardır. Başarının sahibi çoktur. Fakat başarısızlığın
sahipleneni maalesef yoktur. Toplum olarak başarısızlığa kılıf bulmada, gerekçe
hazırlamada ve suçlu bulmada yine üstümüze yoktur. Bu konuda hiçbir millet
elimize su dökemez. Mazeret bulma sadece o an için egomuzu tatmin etmeye
yöneliktir. Başkasını ikna ettik derken aslında kendimizi kandırıyoruz. Yukarıdan
aşağıya bir suçlama, aşağıdan yukarıya bir suçlamadır gidiyor maalesef. Keşke
suçlamayla birlikte başarı gelseydi gam yemezdim gerçekten. Suçladığımız
insanların onurlarıyla oynarız. Onuru incinen insandan hiçbir zaman verim
beklenemez. Suçlanan insan hata üstüne hata yapmaya başlar.
Toplumda yine bir furyadır gidiyor. Herkes bulunduğu yerde
kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanıyor. Kendisini vazgeçilmez görüyor. Hep
başka meslek erbabını kötülüyor. Konuşmaya başlarken “Ne iş yapıyor ki” diye.
Ne demek istediğimi şu diyalog daha iyi anlatır sanırım: -Ne iş yapıyorsun?
-Öğretmenim. -Siz ne iş yaparsınız. -Pazarcıyım. Hiç sevmem öğretmenleri.
-Niçin? -Bir de polisleri. -Niye ki? -Ne yapıyorlar ki?! Görüldüğü gibi bir
pazarcı “ne iş yapıyorlar” diye sevmediği iki meslek grubunu aynı anda sayıyor.
Dinime küfreden bari Müslüman olsa. (Bu arada ben pazarcıları çok severim.)
90’lı yıllarda Konya’nın bir ilçesinde Kaymakam okul
müdürlerine bir toplantıda “Bu çocukları nasıl yetiştiriyorsunuz, şöyle
kötüler, böyle kötüler, davranışları iyi değil. Ben olsam şöyle yaparım, siz
eğitimciler tam olarak görevinizi yapmıyorsunuz,”sadedinde bir konuşma yapar.
Gel zaman git zaman bir genel lisenin, İngilizce öğretmenine ihtiyacı olur. Lise
müdürü Kaymakam’a giderek “Kaymakamım! İngilizce'm iyi, ihtiyaç olursa girerim
demiştiniz. Bizim okulda İngilizce derslerine girer misiniz?" Kaymakam
kabul eder, heyecanla derse girer girmez, sınıf "Hoşgeldiniz Keltoş Amca!
"diyerek Kaymakamı karşılar. Kaymakam dersi güç bela bitirir. Okul
müdürünün odasına gelerek “Bu çocuklar ne biçim çocuklar böyle yahu ” diye dert
yanar.
3 ay önce Bera Otelinde katıldığım bir istişare
toplantısında yetkili ağızdan biri “öğretmen kalitesini nasıl artırabiliriz”
diye bir soru sordu. Söz alarak kendisine şu cevabı verdim: ”Öğretmenler
kaliteli olmaya kaliteli. İş kalitenin ortaya çıkmasını
sağlamadadır. Bunun çözümü de eğitim ve öğretimde tam gün
eğitim yasasını getirmektedir. Öğretmenler halen
doktorların “tam gün yasası “ çıkmadan önceki pozisyonunu
yaşıyorlar. Tam gün yasası çıkmadan önce özellikle Devlet Hastanelerinden verim
alınamıyordu. Doktorların çoğunun özel muayenehaneleri vardı. Hastanelerde
yapılan muayenelere karşı hastalarımızda bir güvensizlik vardı. İlgi, alaka
yoktu. Tabir yerindeyse hepimiz hastanelerden kaçıp soluğu -parayı
bastırarak- özel muayenelerde veya özel hastanelerde alıyorduk. Ne zaman ki
“Tam Gün Yasası” çıktı. Özel muayeneler kapandı. Doktorlara 08.00—17.00
saatleri arasında hastanede bulunma zorunluluğu getirildi. Hastanelerimize
kalite geldi. Doktorlara güven geldi. Akabinde ilgi, alaka kendini
gösterdi. Hastaneler aynı hastaneler, doktorlar aynı doktorlar. Bugün kimse
özel hastane, özel muayene peşinde koşmuyor. Çünkü ihtiyaç olmaktan çıkarıldı.
Bunun için eğitimcilere de “Tam Gün Eğitim Yasası” gelmelidir.” dedim.
Öğretmenler fakültelerini bitirdikten sonra KPSS sınavına
girerek arkadaşlarını geride bırakarak yüksek puanla atanan kişilerdir.
Yetenekli olmaya yetenekliler. Bu kadar yetenekli insanın bulunduğu yerde
beklenen kalitenin ortaya çıkmamasının nedeni mutlaka araştırılmalıdır. Her
şeyden önce toplum olarak öğretmenlere bakış açımızı değiştirmemiz
gerekmektedir. İki söz vardır “ Marifet iltifata tabidir”, ”Müşterisiz met’a
zayidir” şeklinde. Şu bilinmeli ki herkes beklediğinin karşılığını alır.
Verdiğimiz değer kadar değer görürüz. KPSS sınavında atanacak kadar puan
almayan nice eğitimci geçmişte dershanelerde, özel okullarda çalışarak başarı
göstermişlerdir. KPSS’de iyi puan alıp atanan öğretmenler niçin başarı
gösteremiyor? Burada Rahmetli Recep YAZICIOĞLU’nun anlattığı bir fıkrayı
aktarmak istiyorum. Efsane Vali Konya’da özel bir holdingin gecesine konuşmacı
olarak çağrılmıştı. Sunucu Ümit AKTAN, ”Değerli devlet adamı ve siyasetçi olan
Recep YAZICIOĞLU’nu konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum” diye
kürsüye çağırdı.. Vali kürsüye gelerek mikrofonu eline aldı. ”Öncelikle ben
siyasetçi değilim. Devlet adamıyım. Devlet adamını da ben size bir fıkra ile anlatayım:
Günde 40 Kg süt veren bir ineğe devlet, ’ biz seni devlet üretim çiftliğine
alalım. İyi süt veriyorsun’ demiş. Devlet üretim çiftliğine geçen inek günde 4
Kg süt vermeye başlamış. Yetkililer, ’İnek ne oldu sana. 40 kilo sütten 4
kiloya düştün’ deyince inek, ’Ben kadrolu oldum artık’ demiş. Bu anekdotu
anlatınca sakın ola ki kastım sadece öğretmenler değildir. İş garantisi olan,
devlete sırtını dayadığı zaman işini yapsa da yapmasa da kadrolu olmaya devam
eden tüm kamuda çalışanlar akla gelir. İşini yapan tüm devlet görevlilerini
tenzih ederim. İstisnalar kaideyi bozmaz. Sepetteki çürükler iyilere sirayet
edip diğer sağlamları da hastalandırıyorsa devlette çalışan çürüklerdeki iş
garantisi olduğu müddetçe çürüklük diğerlerine de geçecektir. Ahiretin olacağına
inanan insanlar olarak biz ne yaparsak yapalım Allah Teala bize Cennet
garantisi verse hangimiz işimizi düzgün yaparız?
Veliler açısından olaya bakarsak hangimiz okullardan
bir verim bekliyoruz. Çocuğumuzda hafif bir ışık görmüşsek son sınıfta paraya
kıyıp özel okulların, temel liselerin yolunu tutmuyor muyuz?
Öğrenciler açısından olaya bakarsak, hangimiz
okullarda ders yapılmasını istiyoruz? Bir çok öğrenci tarafından en iyi
öğretmen dersini ders dışı işlerle geçiren, fazla sıkmayan öğretmen değil
midir? Öğretmen bir derste askerlik anılarını anlatsa, ders boyunca maç kritiği
yapsa, ders boyunca espri yapsa kaç öğrenci “hocam derse ne zaman geçeceğiz”
der. Ama aynı öğrenci dershane, etüt merkezi, kurs vb yerlerde aynı tip öğretmenle
karşılaşsa “hocam niye ders işlemiyoruz, biz boşu boşuna niye para veriyoruz”
demez mi? Milli Eğitimde çalışan bir çok öğretmen bir çok öğrencisinden
“hocam yav, ders işlemesek” dediğini duymuştur. Mevzuatta, ders
saatlerinde ,programda sık sık değişikliklerin yapılması da ayrı bir sorun
olarak düşünülebilir.
Verilen örneklerden anlaşılacağı gibi velisinden,
öğrencisine, öğretmeninden idarecisine, milli eğitimden iç ve dış paydaşlara
varıncaya kadar başarısızlıkta az veya çok payımız vardır. Amacım kimseyi
suçlamak değildir. Örnek verirken de tüm öğretmenleri, tüm veli ve öğrencileri
suçlama gibi niyetim asla yoktur. Ben bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum.
Peki ne yapılmalı?
1.Milli Eğitim Bakanlığı açısından:
a-Haftalık ders
saatleri 25 saat olarak belirlenmelidir. Bazı dersler dönemlik olmalıdır.
b-Ders çeşitleri
azaltılmalıdır. Aynı branşın okutacağı dersler tek ders çatısı altında
birleştirilmelidir. Çatı dersin içerisinde farklı ders ayrı bir ünite olarak
yer almalıdır. (Örnek: Din Kültürü,Temel Dini Bilgiler ve Hz Muhammed’in Hayatı
isimli dersler Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin içerisinde ünite olarak
verilebilir.)
c-Kazanım sayısı
basitten zora, azdan çoğa doğru orantılı olmalıdır. Konular azaltılmalıdır.
d-Öğretmenin toplum
gözünde itibarını sarsacak söylemlerden yetkililer sakındırılmalı.
e-Fiziki şartlar
başta olmak üzere eğitim ve öğretim materyali imkanının olabileceği şekilde
kampus okullar açılmalıdır.
f-Ders
kitaplarını sahasında uzmanlaşmış, sahada çalışmış öğretmenler
hazırlamalı, ya da bunlardan görüş alınmalı. Öğretmen kendi kitabını,
materyalini zümre kararıyla kendisi seçebilmelidir. Ders kitapları maliyetine
öğrenciye ücretiyle verilmelidir. Fakir, ihtiyaç sahibi öğrencilerin eğitim ve
öğretim malzeme, materyal, giyim, kuşam ve ders kitabı devlet tarafından
karşılanmalıdır.
g-Her okulun mutlaka
bir bütçesi olmalıdır. Hazırlanan bütçe Ağustos 15’den itibaren okulların
hesabına düşmelidir.
h-Öğretim
programları hazırlanırken rehber öğretmen, psikolog, sosyolog ve sahada çalışan
öğretmenlerden mutlaka görüş ve dönüt alınmalıdır.
2.Öğretmen Açısından:
a- Tam gün eğitim yasası getirilmelidir. Yöneticiler
08.00-17.00, öğretmenler 08.30-16.30 saatleri arasında okulda görevinin başında
olmalıdır.
b.Ek ders karşılığı derse girme kaldırılmalıdır.
c-Taban maaş belirlenmeli. Objektif kriterlerle ölçülebilir
bir performans sistemiyle öğretmenin başarı durumuna göre maaşında artış
yapılmalıdır.
d-İlk atamanın dışındaki her türlü nakiller başarı durumuna
göre verilecek puanla olmalıdır.
e-İlk atamanın dışındaki her türlü nakil vb atamalar haziran
ayında bir defa yapılmalıdır. Öğretmen görev yerine en geç temmuz 15’de
başlamalıdır.
f-İlk atamalar ise Temmuz ayının son iş günü itibariyle
yapılmalıdır. Ataması yapılan öğretmen ağustos 15’de görevine başlamalıdır.
g-Eş durumu, sağlık vb özürler dikkate alınarak yapılan
atamalar sonucunda bir yerde göreve başlayan öğretmen 4 yıl aynı okulda görev
yapmalıdır.
h-İstenen başarı durumunu yakalayamayan öğretmen ilk yılın
sonunda bir başka okula görev yeri değiştirilmeli. İkinci yerinde de başarı
kriterini yakalayamayan öğretmen hizmet içi eğitime alınmalı. Tekrar başarı
gelmediği takdirde bir alt birimde görev verilmelidir. (İstenen başarı
gelmediği takdirde maaşında artış yapılmayabilir.)
I-Öğretmenin yaz tatili 1,5 ay ile sınırlandırılmalı. 1 temmuz
ile 15 ağustos arası olmalıdır.
i-Ağustos’un 15’inde görev yerinde olan öğretmen bir
hafta önceki yılı değerlendirmeli. 2.haftada ise yeni öğretim yılının
planlamasını yapmalıdır. Zümre, yıllık plan vb planlar bu hafta içerisinde
hazırlanmalıdır. Ağustos 15’de öğretmenin gireceği ders yükü ve sınıflar belli
olmalıdır.
j-Öğretmenin ölümcül hastalık dışında yapacağı
devamsızlıktan dolayı maaşından her gün için 1/30 kesinti yapılmalıdır.
k-Devletin her sınıf seviyesinde belirlediği kazanımlara
göre öğretmen ders materyalini kendisi seçmelidir.
l-Öğretmenin yapacağı planlama merkezi sistemin yapacağı
sınava kadar olmalıdır. Sınav bitiminden diğer sınava kadar yeni planlama
yapmalıdır.
m-Okul dersi dışında öğretmenin bir başka işle uğraşmasının
önüne geçilmelidir. Öğretmen hafta sonu, hafta içi ders bitimi ders vermesi,
dershane, etüt merkezlerinde çalışması, özel ders vermesi caydırıcı
yaptırımlarla çözülmelidir.
n-Her bir öğretmenin okulda zümre yapabileceği, öğrencisine
rehberlik yapabileceği ayrı bir odası olmalıdır.
o-Teori olarak verilen dersin mutlaka pratiğinin uygun
ortamlarda yapılabilmesi için imkanların ortaya çıkarılması sağlanmalıdır.
ö-Öğretmenlik hedefinden uzak, heyecanı kalmamış
öğretmenler eğitim dışında değerlendirilmelidir.
p-Öğretmen sınav yapmamalıdır. Merkezi sistem sınav
sonuçlarına göre öğretmen değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır.
3.Öğrenci açısından:
a- İlkokul kısmında
oyun ağırlıklı bir öğretim programı uygulanmalıdır.
b-4 yıl boyunca
okuma, yazma ve basit Matematik işlemi öğretilmelidir.
c-Davranışa önem
verilmelidir. Öğrenciye 4 yıl boyunca temizlik, giyim, kuşam, oturma, oynama,
oyun kurma, liderlik özelliği, becerileri vb. yanında doğruluk, dürüstlük,
paylaşma, birlikte oynama ve yaşama, yerlere kağıt atmama, devlet malına zarar
vermeme vb özellikleri kazandırma esas olmalıdır.
d-Öğrencileri daha
ilk yılda ödev vererek başka sınıflarla yarıştırarak okumaya geçirmeye çalışan
öğretmenler için mutlaka tedbir alınmalıdır.
e-Kayıt alanına göre
bir ortaokula kayıt olan 5.sınıf öğrencileri haziran ayının son haftası
seviye belirleme sınavına alınarak her okulun her şubenin dersler bazında
puan/net ortalaması,taban puanı belirlenmeli. O sınıfın dersine giren
öğretmen sınıfın seviye ve hazır bulunuşluk durumuna göre hazırladığı
yıllık/dönemlik plana göre çalışma planı yapmalı. Sene başında yapılan seviye
belirleme sınavı temel olmak üzere eğitim ve öğretimin içerisinde öğrenci
6 dersten merkezi sınava alınmalı. (kasım-ocak, nisan,-haziran ayları olmak
üzere yılda 4 defa merkezi sınav yapılır. Yıl sonunda seviye tespit sınavına
göre başarı çıtasını yükselten branş öğretmeninin maaşı yükseltilmelidir.
Seviyesi aynı kalan dersin öğretmenine o okulda bir öğretim yılı daha şans
verilmeli, maaşı aynı kalmalı, seviyeyi koruyamayan öğretmenin görev yeri bir
başka okula değiştirilmeli. Sene başında 1, sene içerisinde her dönemde 2’şer
defa olmak üzere yılda 4 defa yapılan sınav öğrencinin 4 yılının aritmetik
ortalaması olmalı. Bu puan öğrencinin lise’ye yerleşmesi için temel alınmalı.
Puan ortalamasına göre bir liseye kayıt yaptıran öğrenci sene başında yapılacak
olan seviye belirleme sınavı ile okulun/sınıfın puan/net durumu tıpkı
ortaokuldaki gibi yapılmalı. Merkezi olarak yapılan sınavların aritmetik
ortalaması ile öğrencinin üniversite tercihi yapabilmesine imkan verilmeli.
f-Teog sınavında
sorumlu tutulan 6, YGS ve LYS’de sorumlu tutulan derslerin sınavları merkezi
olarak yapılırken diğer geriye kalan dersler puanla değerlendirilmeyip
başarılı/başarısız kriteri getirilmelidir.
g-25 saati
geçmeyecek şekilde hazırlanan haftalık ders programı günlük sabahleyin 5 saat
işlenecek şekilde öğrenci 09.00-13.00 arası ders işlemeli. Diğer dersler
öğleden sonra 14.00-16.00 saatleri arasında olmalıdır. Öğleden sonraki zaman
diliminde öğrenciye ilave ders, etüt, etkinlik, ödev yapma/yaptırmanın yanında
Resim, Müzik, Beden Eğitimi, Teknoloji Tasarım, Kur’an-ı Kerim vb dersler
işlenmelidir.
h-Ortaokuldan
itibaren eğitimin her kademesinde kalma/eleme usulü mutlaka getirilmelidir.
Kalan öğrencinin devlete maliyeti gibi rakamlar öne çıkarılmamalıdır. Kalan
öğrenciyi cezalandırmadan ziyade geçen iyi öğrencileri kurtarmak gerekmektedir.
I- Ortaokulu bitiren öğrencilerden 5-8.sınıf ortalaması 50
puanın altında kalan öğrencilerin açık lisede okuma dışında bir
seçeneğinin olmaması.
i-Örgün eğitimde başarı kriterini yakalayamayan öğrencinin
açık liseye kaydırılması.
j- Belirli bir sınıf okunduktan sonra hedefi olmayan
öğrencilerin öğrenim hayatına örgün eğitimin dışında açık lise, çıraklık eğitim
vb. yerlerde devamının sağlanması.
k-Okul dersinin
dışında öğrencinin dershane, etüt, özel ders, takviye kurs vb yerlerde ilave
ders almasının önüne geçilmesi.
4.Veli açısından:
a-Veliler “Benim
çocuğum aslında çok zeki, ama çalışmıyor”, “Okul iyi değil”, öğretmende iş yok”
övünme/yerinmesinden vazgeçmelidir.
b-Her veli çocuğunun
kabiliyet ve yeteneğini öğrenmekle işe başlamalıdır.
c-Okul/öğretmene
güven duymalıdır.
d-Çocuğunun takibini
yapmalıdır.
e- Çocuğuna karşı
okul ve öğretmenin disiplinsizlik/ödev yapmama/dersin ahengini bozma konusunda
okul paydaşlarıyla koordineli çalışmalı. Tedbir amaçlı yaptırımlarda veli
okul/öğretmene destek vermeli.
g-Davet edildiği
zaman okula gelmeyen, toplantılara katılmayan velilere karşı maddi açıdan
cezayı müeyyide uygulanmalı.
h-Okul ve öğretmenin
her istediği konuda okul idaresine destek olan ve çocuğuna sahip çıkan
veli okula ve öğretmene hesap sorabilmeli.
Görüldüğü gibi MEB
açısından, öğretmen açısından, Öğrenci ve veli açısından yapılması gerekenlerin
bir kısmını yukarıda sıraladık. Getirilen önerilerde aksayan yönler olabileceği
gibi pedagojik olmayan öneriler de olabilir. Tartışmaya açık önerilerdir.
Bu önerilerden daha farklı, güzel, orijinal öneriler de olabilir. Hepimizin
ortak görüşü eğitimde sıkıntıların olduğudur. Amacımız kimseyi ya da belirli
bir kesimi suçlamak değildir. İşin garibi Milli Eğitim’inden, okulundan,
velisinden, öğretmenine ve öğrencisine kadar herkes eğitim konusunda samimi
çaba içerisindedirler. Fakat bunca iyi niyetten iyi bir eğitim çıkmamaktadır.
Tüm okulun iç ve dış
paydaşları olarak birbirimizi suçlamadan taşın altına elimizi koymalıyız.
Hep beraber özgür akıl sahibi, öz güven sahibi, gelecekten umudunu kesmemiş
nesiller yetiştirmek ortak çabamız olmalıdır. 03/11/2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)