2 Aralık 2015 Çarşamba

Ders işlemeyelim (mi)

2000’li yıllarda bir liseye atamam yapılmıştı. Derslere girmeye başladım. 2 hafta ders işledikten sonra bir öğrenci parmak kaldırdı.

Söz verdim kendisine. “Hocam bu ders üniversitede çıkıyor mu?” “Hayır” derken “ne oldu, hayırdır” dedim. Hocam, “Madem üniversitede çıkmıyor. O zaman niye bu dersi işliyorsunuz? Bizi serbest bıraksanız da biz, dersinizde bizim için hayat memat meselesi olan üniversiteye çalışalım, test çözelim” “Başka zamanınız yok mu?” diye sordum. “Zamanımız yok, bu ders zaten sınavda çıkmıyor. Üstelik diğer okulların Din Kültürü öğretmenleri bu dersi işlemiyor.” Diğer okulların öğretmenleri işlemiyor deyince şaşırdım. “Olur mu ? Öyle şey, işlerler. Size yanlış bilgi verilmiş” dedim. Ardından sınıfa sordum, “siz de mi böyle düşünüyorsunuz? Diye sordum. Sınıf hep birlikte “ Evet” korosu tuttular. “Mubarekler! Zamanımız yok diyorsunuz. Az önce öğle arasında top oynuyordunuz. Zamanı olmayan biri top oynar mı? Dedim. “ Ama hocam o top. O ayrı, bu ayrı” dediler. Sonra başladık sınıfla diyaloğa:
-Tamam dersi işlemeyelim. Peki bu davranış doğru mu?
-Evet, doğru. Çünkü bu ders üniversitede çıkmıyor.
-Bir devlet dairesine gitseniz. Oradaki memur o anda yapabileceği işi ertesi gün gel dese, hoşunuza gider mi?
-Gitmez. Yaptığı doğru değil.
-Peki ben ders işlemeyip kürsüde otursam doğru yapmış olur muyum?
-Ama aynı şey değil ki.
-Sonuçta o da görevini yapmayacak, ben de… Bu ders ihtiyaç ya da değil devlet koymuş, işlenmesi gerekmez mi? Görevimi yapmamı istemeyerek bana kötülük yapmış olmuyor musunuz? Peki ben bu parayı nasıl helal ettireceğim.
-Ama hocam.
-İşlenmeyen yerden nasıl soru soracağım?
-Ya soru verin, ya da kitabın belirli yerinden sorumlu tutun.
-O zaman sınavdan düşük alan arkadaşımız “ Hocam zaten ders işlemediniz” dese ben ne diyeceğim?
-Sizin için her şey menfaat mı?
-Evet
-Şu anda geçiminizi kim sağlıyor?
-Babamız
-Doğru babanız harçlığınızı veriyor, bakımınızı üstleniyor. Siz göreve başladıktan sonra babanıza ihtiyacınız kalmadığı bir ortamda babanız yatalak olsa, artık size faydalı olmasa, onu alıp dışarı koymak gerekir. Çünkü babanızın artık yük olmaktan başka faydası yok. Öyle değil mi?
-Ama hocam aynı şey değil ki.
Ön sıralarda oturan bir kız öğrenci söz aldı. “Hocam teşekkür ederim . Aynı şey. Biz hoşa gitmese de dersimizi işlemeye devam edelim” dedi. Kaldığımız yerden derse koyulduk. Öğrenciler sesini çıkarmadı ama çok da hoşlarına gitmedi.


Dersten çıktıktan sonra öğretmenler odasına gittim. Durumu, odada olan öğretmenlerle paylaştım. Çocukların düştüğü durumu ve değer yargılarını anlatmaya çalışırken farklı branştan öğretmenin bir tanesi, “ Hocam lise 2’nin ikinci döneminden itibaren hiçbir konu üniversite sınavında çıkmıyor. Ben de işlemiyorum. Bence öğrenciler haklı. Yapacak bir şey yok. ” Deyince şaşırıp kaldım.


Şimdi lisenin her kademesinde soru çıkıyor hele şükür… 10/11/2015

2019 ve sonrası seçimler

Bildiğiniz gibi Türkiye 30 Mart 2014'den bu yana 4 tane seçim yaptı:
- 30/03/2014: Mahalli İdareler Genel Seçimleri,
-03/07/2014: Cumhurbaşkanlığı Seçimi,
-07/06/2015: Genel Seçimler,
-01/11/2015: Genel Seçimleri.
Görüldüğü gibi 20 ayda 4 seçim yani ortalama 5 ayda bir seçim yapmışız. Bir seçimi bitirip diğerine geçmişiz. Neredeyse siyasilerimiz alanlardan sahalarına dönememişlerdir. Seçim çalışması yapmaktan ülke meselelerine eğilmeye vakitleri olmamıştır. Maalesef bizde her seçim hayat-memat olarak görülür. Siyasilerin öncülük ettiği her seçim bizi birbirimizden daha da uzaklaştırmaktadır. Aşırı fanatik hale geliyoruz. Her seçim öncesi başlayan kutuplaşma onulmaz yaralar açarak seçim sonuna da sirayet etmektedir. Taraflar ve muhalifler aşırılıkta Filistin-İsrail gibiler. Hoş Filistin-İsrail zaman zaman bir araya gelebiliyor artık. Bu şekil kutuplaşma birliğimize ve dirliğimize dinamit koymaktadır.

Dünyanın hiç bir ülkesi bu kadar sıklıkta bir seçim yapmamıştır. Bu kadar seçime, ekonomisi en iyi olan bir ülke bile dayanamaz. Çünkü her seçim için bütçeden çıkan para ülke ekonomisine yeni bir kara delik açar. Ekonomist değilim ama her seçimde harcanan para ile işsizliğe kesin çözüm bulunur. Hiç bir hükümet seçim öncesi radikal tedbirler alamaz. Pansuman tedbirlerle günü kurtarmaya ve uzatmaya çalışır. Hasılı her seçim ekonomiyi felç etmektedir. Kardeşi kardeşe hasım yapmaktadır. Yatırımlar durmakta. İnsanlar önlerini görmek için bekle-gör taktiği uygulamaktadır. Piyasalarda ve bürokraside yaprak kıpırdamamaktadır.

Amacım seçimin olumlu-olumsuz yönlerine değinmek değil. Yazımdan seçimlere karşı olduğum anlamı çıkarılmamalıdır. Demokrasinin gereği seçimler yapılmalıdır. Bize özgü demokrasi anlayışımızla maalesef siyasetin de cılkını çıkardık. 2019'un Mart, Haziran ve Kasım'ında 3 tane seçim bizi beklemektedir.

Peki o zaman ne yapmalıyız?
-3 seçim birleştirilmeli. Aynı gün yeterince sandık konarak yapılmalıdır.
-2019 seçiminden sonra yapılacak tüm seçimler yine aynı şekilde yapılmalıdır.
-Genel seçimler de tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Mahalli İdareler seçimi gibi 5 yılda bir yapılacak şekilde şimdiden anayasa değişikliği yapılmalıdır.
-Uzlaşma kültürünün tam olarak yerleşmediği ülkemizde koalisyon, azınlık hükümeti, seçim hükümeti gibi durumlara düşmemek için iki turlu seçim yapılmalıdır. İlk turda % 51 oy alan parti, belediye başkanı ve Cumhurbaşkanı seçilmelidir. Şayet ilk turda % 51 çoğunluğa ulaşılamadığı takdirde 2-4 hafta arasında en yüksek oyu alan 2 parti 2.tur seçime girmelidir.
Seçimden yeni çıktığımız bir ortamda şimdiden bu önerileri getirmek istedim ki, kamuoyu oluşsun. Yetkililerimiz şimdiden tedbir alabilsin. Eğer bu şekilde yapıldığı takdirde zaman kaybı olmaz. Ekonomide gelişme meydana gelebilir. Yatırıma gitmeyen seçim masrafının ülke ekonomisine yatırım olarak dönüştürülmesi sağlanabilir. Miting ve toplantı gibi sebeplerle meydanlara inilmez. 5 yıllığına gelen bir siyasi partinin ülkenin inşası için çaba sarf edecek zamanı olacaktır.
İyi de kardeşim seçim olmazsa geri kalan zamanlarda biz ne iş yapacağız diye düşünenler çıkabilir. Bu soru ilk defa sorulmadı.

Vaktiyle Pekin-Şanghay arasına hükümet tren yolu döşemeye karar verir. Mühendisler çalışırken köylüler gelir ve sorarlar:
-Burada ne iş yapıyorsunuz?
-Şanghay’a kadar tren yolu döşeyeceğiz?
-Ne işimize yarayacak bu?
-40 günde gidip geldiğiniz yolu 4 günde gidip geleceksiniz.
-Peki! Geri kalan 36 günde biz ne iş yapacağız? Şeklinde cevap verirler.
“Seçimler toplu olarak 5 yılda bir yapılırsa uzun kış gecelerinde, kahvehane köşelerinde, dost sohbetlerinde geriye kalan 4,5 yılda biz ne iş yapacağız? Siyaset konuşmazsak çatlar ölürüz.” diyenler çıkabilir. Bu şekilde ölmektense o şekilde ölmek daha iyidir. Benden söylemesi. 11/11/2015


Bana biraz güvenebilir misin/Bana biraz güven verebilir misin?**



Konuştuğumuz zaman "Gerçek mi söylüyorsun?", bir şey söylerken "İnan bana, doğru söylüyorum", "Söylediğine kendin inanıyor musun?", "Ben senin Allah bir dediğinden başkasına inanmam", "Bana güven vermiyor/sun", “Ben o adama itimat etmem" sözlerine şahit oluruz.

            Markası, kalitesi ve satış yerleri belli bir malı almak için dükkan dükkan dolaşır, fiyat araştırması yaparız. Herhangi bir kurumda işimiz mi var. Gitmeden önce işimizi yaptırabilmek için mutlaka referans bulur, sözü geçen birini aracı olması için ararız. Oy vermediğimiz bir politikacı konuşma yapsa, söyledikleri hoşumuza  gitse, hatta ağzıyla kuş tutsa da dinlemeyiz. Dinlersek de -yapacağımız eleştiriye- malzeme bulmak için yarım yamalak dinleriz.

            Öğrenci öğretmenine, amir memuruna, toplumun bir kesimi diğerine karşı hep mesafelidir. Garantisi bitmiş bir elektronik eşyamız arızalanmışsa düzgün bir tamirci ararız. Tamirci: "İşim yoğun, bugün kalsın, yarın al" dese çoğu zaman bırakmayız. "Adam içini açar, parçamızı alır, başka bir parça takar" diye. Başka gazete okumayız kendi gazetemizden başka.

 Güvendiğimiz kişiler, medya, hoca, şeyhten başkasına karşı kulağımız kapalıdır. Evlenecek adaylar sorulur, soruşturulur. Hiç kimseden kimin ne olduğu tam öğrenilmez. Ne başkası söyler. Ne de adaylar kendilerini doğruca ifade ederler.

            Pazarcı ya da seyyar satıcı sattığı sebze ve meyvenin en güzel ve iyisini tezgahın en önüne koyar. Müşteri alıp almamaya karar vermek için tezgahın arka tarafına göz atmak istediğinde satıcı, " Hepsi aynı, hepsi aynı" diye seslenir. 2013 yılında pazarcılık yapan bir esnafın evine  misafir oldum. Ev sahibi ne iş yaptığımı sordu. Öğretmen olduğumu söyleyince, " Hiç sevmem öğretmenleri" dedi. Niçin demeye kalmadan "Bir de polisleri". Niçin dediğimde " Ne iş yapıyorlar ki" dedi.
            Eğlenmek için gittiğimiz bir futbol maçında bile hakemin herkesin gözü önünde verdiği karara hep beraber doğru ya da yanlış diye ortak kanaat ortaya koyamıyoruz.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Tüm örnekleri yazıp kitap haline getirsek ciltlerle dolu kitaplar Türkiye'nin yüz ölçümüne sığmaz.

            Sorun nedir öyleyse? Bu ülkenin en büyük sorunu güven sorunudur. Verdiğimiz örneklere bir göz atarsak en büyük sorunumuz birbirimize güvenmemektir. Aşırı kutuplaşmamızın temelinde de bu problem yatıyor. Herkes birbirinden bu ülkeyi kurtarmaya çalışıyor. Hiçbir kesim, hiçbir kimse burnundan kıl aldırmıyor. Herkes kendini ve camiasını dev aynasında görüyor. Her kişi, zümre;  kendisini iyi, karşı tarafı kötü görüyor. Bu kadar birbirine karşı güven duygusu zedelenen insanlar nasıl aynı ülkede aynı havayı teneffüs edebiliyorlar? Gerçekten anlamak zor.

            Kaybettiğimiz güven duygusunu yeniden tesis etmeden bu ülkede birlikten ve dirlikten bahsedilemez. Millet aya gitti, biz ise hâlâ yayayız.  Bu millet özü, mayası itibariyle temiz bir millettir. Yeniden fıtratına ve fabrika ayarlarına dönmekten başka çaresi yoktur.

            Müntesibi olmakla övündüğümüz Hz Muhammed'in kısa zamanda davasında başarılı olmasının tek sebebi var: Dürüstlüğü ve güvenilirliği. Hiç kimse Peygamberin hitabetinin ve yakışıklılığının peşinden koşmadı. İnansa da inanmasa da, dostu, düşmanı herkes: " O konuşuyorsa doğru söylemiştir" diyerek hakkını teslim etmiştir. O ki, düşmanları tarafından güvenilir diye teslim ettikleri eşyalarını hicretinden önce sahiplerine vermesi için Hz Ali'yi görevlendirmiştir. Üstelik o kıymetli eşyalar kendisini öldürmeye gelen insanlara aitti. Emin lakabını da düşmanları vermiştir. O zaman fazla söze gerek yok. Buhrandan çıkmamızın çözümü birbirimizin güvenini kazanmaktır. Bu da ne alınır ne de satılır.

            Güven: İnsanlık kadar eski bir melekedir. Hepimiz kendi evinizin önünü süpürmekle başlayabiliriz. Geçmişi çöpe atmalıyız. Şunu bilelim ki sen ne isen karşındaki de odur.


            Son söz: Bana biraz güvenebilir misin/ Bana biraz güven verebilir misin?  12/11/2015
29/02/2016 tarihinde kahsasoz.com.tr gazetesinde "En büyük sorunumuz" ismiyle yayınlanmıştır.

Farklı sorulara farklı cevaplar


-Ne zaman adam oluruz?
-Kendimiz adam olmaya karar verdiğimiz zaman.
***
-Hocam, biliyor musun?  Bizim sınıfta iki tane geri zekalı var.
-Öbürü kim kızım?
***
-Müdürüm! Şuna bak.(1. Sınıf öğrencisi)
-Ne yapıyor?
-Kulağıma meyve suyu fışkırtıyor.
***
- What is your name?
-My name is Kedi.( Sınavda önündeki Kadir isimli öğrencinin kağıdına bakmış)
***
-Hocam şu bana vurdu.
-Bırak yavrum kendi haline.
-Ama hocam bana tekme vurdu.
-Vursun yavrum. Sen ilişme.
-Ama hocam...
-Anası maması yok yavruuum! Dışarıda sana bir hayvan çitme atsa sen ona tekme atar mısın?
-Atmam hocam.
-Ha şöyle. Bırak yavrum hayvan hayvanlığını yapsın. (Rahmetli Hasan KIVRAK hocam kavga edenler için söylerdi.)
***
-Bu okul müdürleriyle bu sınavları nasıl yapacağız diye düşünüyordum. Korktuğum başıma gelmedi.
-Efendim biz okul müdürleri olarak bu işleri bu şube müdürleriyle nasıl götüreceğiz diye hiç aklımıza gelmedi. Çünkü biz onlara güvendik.
***
-Efendim, öküz hakkında ne düşünürsün?
-Allah'ın yarattığı bir hayvan. İnsanlar onu biliyor da o, ne olduğunu bilmiyor.
-Niye?
-İnsanoğlu; çifte sürecek, kamçı yiyecek, tarla sürecek, kağnıyı çekecek biri olarak en uygunu öküz demiş. Öküzü ikna etmek için de "Dünya senin iki boynuzunun arasında"  demiş. Dünyayı ben sırtlıyorum diye diye iş yükünün altına girmiş farkına varmadan. Böyle öküz işe yarar. Bir de insan öküzleri var. Kendini dünyanın merkezi sanan. Bu tip öküzler kendinden başka herkese ve her şeye zarar verir. Burnu havada olduğu için kırdığı yumurtaların bile farkına varmaz. Çünkü öküz oğlu öküzdür. Eti yenmez bu tipleri görünce gerçek öküze rahmet okursun.
***
Abbasilere gelinceye kadar hutbeleri devlet başkanı i'rad ederdi. Her türlü konu hutbenin konusu olabiliyordu. Abbasilerle beraber hutbeleri kadılar okumaya başlayınca konusu da tamamen dini hüviyete bürünmüştür.
-Abbasilerle birlikte kadıların hutbe okumasıyla hutbelerin içeriği hakkında ne gibi değişiklik olmuştur?
Hocam, kadınlar hutbe okumaz ki hutbenin hüviyetinde değişiklik olsun. 01/12/2015


Haini bol ülke

Haini Bol Ülke

Küçükken Alamanya'dan bir cavur gelmiş derlerdi. Kimdir, nasıldır merak ederdim. Aynı zaman da korkardım. Gidip görünce onların da  bizim gibi insanlar olduğunu anlardım. 


Bu ülkede yaşayan bazı insanlar vardır. Sayıları da epeyce çoktur. Nerede önemli köşe başları var onlarla dolu. Rengi, tipi, boyu postu bize benzeyen insanlar bunlar. Tıpkı küçüklüğümdeki gerçek yabancılar gibi. Fakat esas korkulasılar küçüklüğümdeki dilimi bilmeyen cavur ismi verilen kimseler değil, içimizdeki bizim dili konuşan kimselermiş. Çünkü bunlar pirincin içindeki beyaz taş gibiler.
Bu ülkenin ekmeğini yerler, suyunu içerler, bu ülkenin bütün nimetlerinden faydalanırlar. Fakat gel gör ki, bu ülkenin kültürüne, dinine, örfüne, yaşayış kurallarına aykırı bir duruşları var. Bedenen bize ait; fikren ve zikren, duygu ve düşünce olarak bu ülkeye yabancı. Kendilerini bu ülkenin sahibi görürler. Halkı cahil kabul ederler, hep tepeden bakarlar halka ve değerlerine. Aydın geçinirler.


İnkılap Tarihi dersinde İngiliz mandacılığını isteyen İngiliz Muhipler Cemiyeti vardı bildiğim. Zaman zaman yabancı hayranlığını gizleyememiş açığa çıkaran insanlar gördüm. 2000'li yıllarda Mustafa DENİZLİ İrlanda ile yapılacak olan  bir milli maç öncesi kendisini ve takımını eleştirenlere karşı "İçimizdeki İrlandalılar" tabirini kullandı. Son zamanlarda bakıyorum da İngiliz mandacılığını isteyenlere ve İrlanda Milli takımının Türkiye milli takımına karşı galip gelmesi için uğraşanlara taş çıkartırcasına yabancı ülkelerin Türkiye'ye karşı başarılı olmasını isteyen şeklen bu ülkeli ama ruhen Rus,  İngiliz, Fransız, İrlandalı, Suriyeli insan müsveddeleri arttı. Rusya Türkiye'yi bir tökezletse nerdeyse zil takıp oynayacaklar. Belki de  savaş çıksa Rusya yanında yer alacaklar. Türkiye'deki bazı insanlara düşmanlıkları o kadar gözlerini kör etmiş olmalı ki, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" muvacehesinde olaylara dar bir çerçeveden bakıyorlar.


Ülkesine, ülkesinin değerlerine yabancı hatta düşman olan bu çoğunlukta bir insan topluluğu hangi ülkede olsa o ülkenin ayakta kalması mümkün değildir. Fabrikanın seri üretimi gibi bu ülke hep hain üretiyor. 


Hain sayısının azalmadan münbit bir şekilde artması neyle izah edilir. Bir milli meselede bile bir araya gelemeyen, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan, özgül ağırlığı fazla olan bu azınlık güruh, Tv'lerde  her zaman arz-ı endam ediyorlar. Gazetelerde yazı yazıyorlar, belli odaları, belli makamları işgal etmişler, her yerde boy gösteriyorlar. Terör örgütlerinin şakşakcılığını yapıyorlar. Ellerine bir silah almadıkları kaldı. Bizimle tek ortak noktaları aynı dili konuşmak. Konuşmalarına bakıyorum, her şeyleriyle bu toprağa yabancı. 


Bu içimizdeki İrlandalılar, sanmasınlar ki bu millet meseleyi çakmadı. Bu millet her şeyi affeder ama haini asla. Susup bir şey yapmıyorsa asaletindendir. Halihazırda sabır küpü olmuştur. Çatlatmayın. Eğer çatlarsa ağa babalarınız bile karşısında duramaz bilesiniz. Benden söylemesi. 01/12/2015

        

30 Kasım 2015 Pazartesi

Kurban Anekdotları

Her kurban geldiğinde TV'ler bildik görüntüleri haber yaparlar. Senin başından geçen ilginç kurban maceraları oldu mu?
Olmaz mı? İstemediğin kadar. Sen yeter ki iste.
Haydi anlat.
Kahta'da  -98 yılıydı sanırım- 7 acemi kurban ortağı olmuştuk. 
Acemi olduklarını nereden bildin?
Bayrama gider gibi kurban yerine takım elbiselerle gelmelerinden anladım.  İlk başta kurbanlığı kaçırdık, ardından kovaladık da kovaladık. Sonra yakalayıp kasabı beklemek için bir ağaca bağladık. Hayvan ağacı kırdı,  yine kaçtı. Sonunda acemi bir kasap bulduk. Başını kesmeye anlaştık. Ardından 7 acemi yüzüp parçaladık. 
Sonunda halletmişsiniz.
Doğru. Öyle hallettik ki, hızımızı alamayıp hayvanın hayasına varıncaya kadar paylaşmışız. Yarısı bana düşen hayanın yarısının kime düştüğü, faili meçhul kaldı.
Sonra ne oldu?
Sonrası o 7 kişi, bir daha aynı gruba denk gelmeyecek şekilde 7 ayrı gruba dağıldık.
***
2000 yılıydı. 6 ortağımızı belirledik. Kanmayalım diye canlı kilo almaya karar verdik.
İyi düşünmüşsünüz.
Düşündük de. Uygulamaya geçemedik.
Niye ki?
Ortaklarımızdan en akıllısı, “Arkadaşlar alacağımız yer belli. Oraya gideceğiz. Piyasayı öğrenmek için benim bir akrabam kurbanlık satıyor. Oraya bir bakalım, ne dersiniz” dedi. Biz de eyvallah dedik.
Gittiniz mi?
Gittik gitmesine de. Sadece bakmak için gittiğimiz akrabadan pazarlık usulü hayvanı alıp döndük.
-Bu nasıl oldu?
Piyasayı öğrenmek için gittiğimiz yerde şu hayvan kaça, bu kaça derken, iş kaç kilo et çıkara döndü iş. Cambazın 200 kilo et verir dediğine; gelmez dedik. İçimizde ortağımız olmayan  dostumuz; üstat, ben hayvandan anlarım, bu hayvan 200 kilo et verir. Hatta bu hayvanı alırsanız ben de girer, 7 kişi keseriz. Yalnız ben tatile memlekete gideceğim. Sen benim payımı dolabımıza koyuver olmaz mı?” dedi. Olmaz olur mu ben bu günler için vardım zaten. Kurbanı kestik, hayvanın her şeyini tarttık toplam 140 kilo geldi.
Haydaa! Sonra ne yaptınız?
Akrabam dediği kurban ortağını arabama aldım. Cambazın yanına vardık. Hani derler ya; memnuniyetinizi dostlarınıza, şikayetinizi bize söyleyin diye. Durumu anlattık. Adam olmaması lazım dedi. Ben kendisine: "Kardeş, ortaklarım bana güvenerek girdiler. Ben onlara mahcup oldum. Pazarlığımız pazarlık. Biz sana bedelini anlaştığımız şekilde vereceğiz. Fakat senin dediğin kilo çıkmadı. Buna fıkıhta ayıp muhayyerliği denir" dedim. Sağ olsun adam anlayış gösterdi. Ortak başına 5'er lira daha indirim yaptı. Bizim 70 liraya gelen kurban bedelimiz 65 liraya indi.
***
Adana'da yıllık peşin kirayı biriktireyim diye 2002 yılında kurban kesmemeye karar vermiştim.  Küçükbaş bir kurbanın bedeli olan 120 milyonu bir tırnakçıya kaptırdım.
Adama kızdın mı?
Yok kızmadım. Sonra kızsam neye yarar.
Kira parası biriktireceğim diye  yaptığım tasarrufu Rabbim kabul etmedi. Bana bir muhteremi gönderdi. Emanetini aldı gitti.
Bir de adama muhterem diyorsun, adamı tanıyormuş gibi konuşuyorsun?
Tanıştık adamla. Adamı yakalattım. Karakolda sorguya çekildi. Dosyası temiz çıktı. Adam taksicilik yapıyormuş. Polisler, " Hocam taksiciler yapmaz bu işi, şikayetçi olursan dosyasına işlenecek" deyince tırnakçının o olduğunu bile bile davacı olmadım.
Olay da ilginç, bakış açısı da...
***
2013 yılında 90 km uzaklıktaki bir köyde dağda yayılmış, görmediğim bir kurbana ortak oldum. 
İnsan görmediği kurbanlığa ortak olur mu?
Beni ortak eden de görmemiş.
-Kim gördü ya?
Sahibi olan kurban ortağımız.
Böyle bir ortaklığa niye girdin mübarek?
Beni ortak eden ve hayvanı görmeyen ortağım kurbanlığı öyle bir anlattı ki, girmemek elde değildi.
Neymiş bu kurbanın cazipliği?
Dağda yayılmış, küspe vb. suni yiyeceklerle beslenmemiş, tamamen doğal yiyeceklerle beslenmiş. 60 kilo  et de payımıza düşecekti.
Düştü mü bari?
Nerdee! Bir 60 vardı, ama kilo değil. Etin kilo fiyatı 60 liraya geldi.
Kandırılmışsın be ağabey! 
-Kandıran olmaktan iyi değil mi?
***
2015 yılında 5 ortak bir kurbana girdik. Kesme-parçalama ve sıyırma dahil anlaştık. Her yıl olduğu gibi beklemeyelim diye kesim yerine vekalet verdik: Bizim adımıza kesin diye.
Sonra?
Sağ olsunlar! Kesip parçalamışlar, sıyırırlarken biz vardık etimizi almaya, kasaptan et alır gibi. Ortaklarımızdan biri kolay gelsin, bitirmişsiniz maşallah dedi. Sıyıran daha bir but var deyince ortağımız burada başka but görünmüyor der, "Ha sıyrılmış o zaman” demiş sıyıran.
Eee...?
Eeesi beklemeden kurbanın etlerini poşetlere doldurduk. Pay etmek için poşetleri taşıdık arabamıza.
Kaçar kilo düştü?
20'şer kilo, kemiksiz, 5' er kilo da kemikli.
Canlı kaç kiloydu?
430
Kaçar para verdiniz?
1150.00 TL
Mümkün değil. Daha fazla çıkmalıydı.
Matematik hesaplarına göre mümkün değil. Birbirimize söylemeden çok hesap yaptık ama bu problemi çözemedik. Mübarek havuz problemlerine taş çıkarttı bu hesap kitap işi. Sonunda arka budun birini kedinin yediğine kendimizi inandırmaya çalıştık. Önce kediyi tarttık 125 kilo. Eti tarttık 125 kilo.
Yahu siz yine kandırılmışsınız?
Bu defa çaldırdık. Et de meçhul, faili de.
O zaman etin kilosunu bu sene kaçtan yediniz?
Dedim ya Matematiğim zayıftır. Ama sanırım 75 liraya geldi. Hırsızı da ortak olarak sayarsak maliyet biraz daha düşüyor tabii.
Allah iyiliğini versin. Yine kandırılmışsınız.
Olsun kandıran olmaktan iyi değil mi?
***
Başka?
Daha olsun mu? Sahi bu kurban muhabbeti nereden çıktı şimdiden?
Hiç öylesine sordum.
Yoksa önümüzdeki sene benimle kurban ortağı olmayı mı düşünüyorsun? Hakkın var. Ben yıllardır kurban, kurbanlık ve kurban kesme konusunda epey tecrübe kazandım.
Tövbe tövbe kardeş! Benim önümüzdeki sene kesip kesmeyeceğim daha belli değil. Sonra yakacak başka kimse bulamadın mı?
Niye ki?
Hep kanmışsın da.
Doğru dersin be kardeş. Bizim de hatalarımız oldu elbet. Kandık ama kimseyi kandırmadık. Biz Allah için kurban kestik. Yapan kendine yapar. Kandıran olmaktansa kandırılan olmak daha iyi değil mi?
Eyvallah...  Diğer yıllarda vukuat yok mu?
O yıllar benim sönük geçen kayıp yıllarım. 30/11/2015


Bu borçlu başka bir borçlu: Siliver...


Çarşamba sabah  06.30'da  okula gitmek için Alaaddin durağında otobüs beklerken Milli Eğitim Müdürlüğünden simaen tanıdığım birisi yanıma yaklaştı.
-Selamün aleyküm hocam.
-Aleyküm selam.
-Hocam çamaşır makinesi bozuldu. Acil bir 50.00 TL lazım.
Elimi cebime attım.
-Sen 70.00-80.00 lira ver.
-Bende de fazla yok. Sen şu 70.00 lirayı al.
-Allah razı olsun hocam. Cuma günü maaş biliyorsun. Paranı cebinde bil. Ama garanti olsun diye pazartesi diyelim.

Vedalaştık. Bir hafta sonra evrak vermek için daireye uğradım. Göz ucuyla beni süzen alacaklım benim de kendisine baktığımı görünce geldi koluma girdi.
-Hocam sen o gün benim işimi gördün. Allah razı olsun. Oğlan gelsin senin işini halledeceğim.
-Oğlan nerede?
-Çin'de
-Ne işi var orada?
-Hırdavat malzemesi satmaya gitti.
-Ne zaman gelecek?
-Bir ay sonra.

1.5 ay sonra yine Milli Eğitime uğradım. Bizimki bu sefer beni görmezden geldi. Uzaktan benim kendisine baktığımı görünce sağ olsun yanıma geldi.
-Hocam ben eskiden  ...ilköğretim okulunda çalışırken orada birine kefil olmuştum. Benim tüm maaşıma haciz koydular. Hacizden bir kurtulayım ilk işim senin paranı vermek olacak.
-Haciz ne zaman kalkar?
-Uğraşıyorum. Yakında kalkar.

Gel zaman, git zaman ben ara sıra daireye gittim geldim. Zaman zaman karşılaştık. Ne paranı vereyim dedi. Ne oğlan Çin'den geldi dedi. Ne de haciz kalktı dedi. Adamın başkasının yanında onuru zedelenmesin diye konuşmak için onu hep ırak yere çağırdım. Bir gün tanıdığım bir şefe, uzaktan gösterdim. "Bunu tanıyor musun" dedim. "Tanırım"  iyi, sessiz biri" dedi. "Adı ne " dedim. 1 yıl sonrası şükür adamın adını öğrenebildim. Bir başkasına başka bir zaman dışarıda sorduğumda, "Hocam dairede dolandırmadık adam bırakmadı. Demek seni de mi dolandırdı" dedi.

İnsan sarrafı olduğumu sanan ben  6 ay sonra borç verdiği adamın sahtekar biri olduğunu nihayet anladı. Paranın çok bir ehemmiyeti yoktu ama adamın önüne geleni dolandırması zoruma gitmişti.

Yine bir gün karşılaştım.
-Kardeş şu parayı ne zaman, hangi yıl vereceksin, şunun adını koyalım.
-Hocam 3 ay sonra ayın 15'inde gelir paranı veririm.
-İyi de kardeş benim adımı, çalıştığım okulumu bilmiyorsun. Numaram da yok sende. Bu ilçeden de tayinim çıktı.
-Önemli değil ben gelir seni bulurum.

3 ay sonra beyefendiyi tekrar ziyarete gittim. Vereceğim de vereceğim. Bende paran kalmaz, ayıp oluyor dedi ve beni tekrar başından savdı.

Bir gün çarşıda iken yanına uğradım. 
-Milli Eğitim Müdürüne seni şikayet edip seni sürdüreceğim. Ben paradan geçtim. Ama senden bu parayı alıp bir başka ihtiyaç sahibine vereceğim.
-Aman hocam, etme hocam. Paranı 3 ay sonra ayın 15'inde vereceğim.
-Al şu benim adımı yaz, şu da numaram. Eğer günü geldiğinde vermezsen müdürüne dilekçe vereceğim haberin olsun.

Konuşurken de mermi gibi gelen tükürüklerinden kendimi sakındırmaya çalıştım. Yine vedalaştık.

3 ayın dolmasına 3 gün kala beni cepten aradı. 
-Alo hocam paranın 60 lirasını çaycıya vereceğim ondan al.
-70 lira değil miydi?
-Biliyorum borcumu. Sen şimdilik bunu al. Kalanı da sonra ayarlayayım.

Ertesi günü tekrar cepten aradı.
-Hocam patates lazım değil mi, sana patates getireyim.
-Ben patates falan istemem. 15'inde param hazır olsun.
-Tamam, çaycıya 55 lira bırakıyorum. Ondan al.
-Kardeş 60 lira bırakacaktın hani.
-Yahu bu kadar buldum. Onu bir al.

Ayın 15'inde Milli Eğitimin çaycısına vardım. 55 lirayı aldım. Çıkarken bizim beyefendi geldi.
-Hocam aldın mı?
-Aldım da geri kalan 15 lira ne olacak?
-Yok bu kadar. Başka yok. Geri kalanı siliver.
-Bak müdüre çıkarım. Dilekçe veririm sen istedin bunu.
-Çıkarsan çık. Benim  ona da borcum var zaten. Beni o da biliyor.

Benim ikinci şantajım fayda etmedi. Paranın 55'ini  kurtardım. Tıpış tıpış ayrıldım oradan hem de arkama bakmadan. Söylediği "siliver" sözü kulaklarımı çınlattı durdu...Ama güzel bir söz: Siliver...

Her yanına varışımda utana sıkıla vardım. Alacağım parayı da istemek zormuş gerçekten. Nihayet 1.5 yıl sonra da olsa paramın 55 lirasını kurtarmıştım. Ben baya tecrübe kazandım. Alacağınız varsa yardıma hazırım bilesiniz. Silinecek alacağınız olsun istiyorsanız, bir telefon kadar yakınım.

Geri kalanı mı adamın dediği gibi siliverdim tabii. 30/11/3015