14 Mart 2018 Çarşamba

Hizmet Adamı Vesselam!


İki yıl önce tanıdım kendisini. Çok insan tipi gördüm, böylesine ilk defa rastladım. İlgi, alaka, çalışmasını gördükçe olamaz böyle biri dedim zaman zaman. Ne zamana kadar devam edecek bu adamın bu hali dedim.

Hiç işini aksattığını, işini yaparken gelişigüzel yaptığını, güler yüzünü eksik ettiğini, sızlandığını, başkasının dedikodusunu yaptığını, şımardığını görmedim. Yaptığının en iyisini yapar gördüm hep. Bir işi bitirir bitirmez dur-durak demeden bir başka işe koyulması, işini yaparken de çevresindeki insanlara ilgi ve alakasını göstermeye devam etmesi nasıl bir insan evladıyla karşı karşıya olduğunuza hayret eder, çalışma şevkine hayran kalırsınız.

On parmağında on marifet olan bu kişinin hiç mi derdi yok, hiç mi ihtiyacı yok. Hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşmaması mümkün mü? İnsan olup da gündelik hayatta sorunu olmayan olur mu? Bu da insan; tıpkı benim gibi fizîken aynı uzuvları taşıyor. İçinde ne sıkıntısı ve derdi olursa olsun derdini içine atarak kendisini işine verip ha bire çalışan, hayata ve insanlara bu derece olumlu bir gözle bakan böyle birini bu güne kadar ne duydum, ne de gördüm. İş, ondaysa asla gözün arkada kalmaz, kendine güvenmez, ona güvenirsin. Ben bu işten anlamam demez. Çalıştığım okula Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Baktıkça gıpta ettiğim bu kişi, sinir uçları alınmış ya da günlük ilaç kullanan biri mi diye düşünmedim değil. Zaman zaman gıyabında konuşurken acaba insan suretinde görünen bir melek mi demekten de kendimi alamadım.

Duruşu, oturuşu, davranışı, görgüsü, nezaketi, beyefendi duruşu itibariyle tam bir hizmet adamı. Çayda o var, temizlikte o var, karşılamada o var. İnsana ihtiyaç olan her yerde. İşin garibi yaptığı iş, diğer devlet memurlarında olduğu gibi garantili bir iş değil. Çalışırken “Millet kadroya geçti, ben ne olacağım, yarınım yok, keşke benim de bir garantili işim olsa” dediğini görmedim. Bugün işim var, yarına Allah kerim!” düşüncesi içerisinde hareket ettiğini gördükçe şu adamdaki tevekkül, şu adamdaki güler yüz, şu adamdaki ilgi-alaka, şu adamdaki çalışma şevki bende de olsa keşke dedim çoğu zaman. Kendisini her gördükçe pozitif enerji aldım. Öyle zannediyorum, benim aldığımı bu pozitif enerjiyi onu gören herkes almakta.

İçinizden “Bu adam kadrolu değil, bir de kadrolu olunca onun durumunu gör” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, bu arkadaş kadrolu değil. Kadrolu olsa değişir mi? Örnekleri çok. Fakat bu başka biri. Allah vergisi. Kadroya da geçse, makam ve mevki sahibi de olsa beyefendi kişiliğinden, iş ahlakından hiçbir şey kaybetmez. Kendime garanti vermem, bu adama garanti olurum.

Yediği-içtiği helal olan böylelerinin sayısını Allah, toplumun her kesiminde bolca versin. Versin ki sızlanan, kaçak güreşen bizlere örnek olsun. Allah ondan ve onun gibilerinden razı olsun! Bu tiplerin ne derdi varsa gidersin, ne muratları varsa versin Rabbim! 14/03/2018

Topluluk Nezdinde Kişileri Hedef Almak *

Son yıllarda bir furya başladı. Daha önce varsa da bu kadar ayyuka çıkmamıştı. Belli meslek gruplarını yerden yere vurmaya başladık.  Meydan ve ekranlarda alenen yapıyoruz bunu. Daha doğrusu had bildiriyoruz.

Etik ve ahlaki değerler yerlerde sürünür oldu. Mesleklerdeki gizem ortadan kalktı, yani kaldırdık. Kim bir hata yapmışsa yerin dibine girdiriyoruz. Had bildirdiğimiz ister gazeteci, ister öğretmen, ister hekim, ister bir din görevlisi, ister polis, ister vali, ister kaymakam... kim olursa olsun ipini çekiyoruz. Bu işi yaparken alkışlayanımız da çok. Hatta "İyi haddini bildirdi" diyoruz. 

İnsanları, bir camiayı veya meslek grubunu alenen meydanlarda hedef almak, hedef göstermek doğru mu? Kanaatimce doğru değil. Bir defa had bildirenle, had bildirilen aynı seviyede değil. Had bildirilen kişiler genelde devletin kamu görevlisi. Cevap verme, karşılık verme, basına demeç verme, açıklama yapma konusunda yasaklı. Ya da sesini duyurma, kendini ifade edebilme imkânı yok. Ya da sesini çıkarsa işimi kaybederim endişesini taşıyor.

Hedef alınan insan içine attı, yuttu, işine yöneldi diyelim. Bu insanın çoluğu, çocuğu, eşi, dostu, çevresi var. Bu kişi toplumun içine nasıl çıkacak? Bundan sonra işine nasıl kendini verecek? Haydi diyelim ki ne zaman, nerede konuşacağını bilmeyen, hata yapan insan uyarılsın. Uyarılacak elbet. Zira kimse layüsel değildir. Fakat eleştirilme yöntemi doğru mu? Bence beğeniriz veya beğenmeyiz; yaşını başını almış bir insanı, topluluk nezdinde hedef almak ne ahlakidir, ne de etiktir. Kişinin toplum nezdinde itibarını sıfırlamak demektir. Bugün ergenlik çağına gelmemiş  çocukların dahi -hak etmiş olsa bile- psikolojisi bozulur, öz güveni yok olur düşüncesiyle arkadaşlarının içerisinde eleştirilmesini pedagoglar uygun görmüyor. Durum bu iken büyüklere, meslek erbabına yapılanı nereye koyacağız? Çok mu zor bir insanı veya camiayı kırmadan, dökmeden usulünce, yerinde eleştirmek? Kurumlara, camialara ve meslek erbabına iç işleri vasıtasıyla ulaşıp meramımızı anlatmak hiç zor değil, istediğimiz zaman ulaşırız. Toplumun gözü önünde itibarı yerle bir edinen öğretmenin öğrenci ve velisinin karşısında, bir doktorun hastasının önünde, bir hocanın cemaatinin önünde ne derece ağırlığı kalır? 

Beğensek de, beğenmesek de bu ülkenin öğretmeni, doktoru, gazetecisi, hocası... mühendisi bu. Bunlar bu ülkenin ikliminden etkilenmiş kişilerdir. Sonra bu meslek gruplarının eksiklik ve hataları var da diğerlerinin yok mu? Mesela bize yön veren siyasetimiz veya siyasetçilerimiz her şeyi dört dörtlük mü yapıyor? Çok mu temizler? Sorumlulukları gereğince uhdesine aldıkları görevlerde, aldıkları inisiyatiflerde hiç hataları yok mu? Bence başkasına taş atmaktan ziyade önce kendimize baksak fena olmaz. Herkes önünü temizlese bu ülke tertemiz olur? Hep başkasını suçlayarak sadece topu taca atmış ve egomuzu tatmin etmiş oluruz. Kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkasına yapmayalım. Bunun için çok şey yapmamıza gerek yok. Sadece biraz empati. Eldeki olandan azami ölçüde faydalanma yoluna gidelim. Kalp kırmayalım, gönül alalım, gönüllere girelim. Yunus’un bir dörtlüğüyle nihayete erdirelim yazımızı:
“Yunus Emre der hoca /Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir.” 14.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 03/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2018 Pazar

Yapay Sorunlarla Oyalanmak Yerine Sadede Gelelim! *

Mak Danışmanlık, “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” ile ilgili 2017 yılında yaptığı bir araştırmayı yayımladı. 5400 kişi üzerinde yapılan bu araştırmaya göre bu toplumda: “Allah’a inandığını söyleyenlerin oranı % 86, meleklere inandığını söyleyen % 75, Kur’an’ın vahiyle geldiğine inananlar % 76, düzenli Kur’an okuyanların oranı % 25, Peygamberlere iman ve Hz Muhammed’i örnek alanların oranı % 63, kadere inananların oranı yüzde 70, öldükten sonra hesaba çekileceğine inananların oranı % 73, Cennete gideceğiniz kesin olsa şu anda ölmek ister misiniz sorusuna evet diye cevap verenlerin oranı % 15, ramazan ayında sürekli oruç tutanların oranı % 45, beş vakit namazı sürekli kılanların oranı % 22, gusül abdesti alanların oranı % 65, ara sıra alanların oranı ise % 17…” imiş.

Araştırma sorularının ve verilen cevaplarının bir kısmını burada paylaşmış oldum. Niyetim yazımızı istatistiklere boğmak değil. Merak edenler ilgili araştırmayı okuyabilir. İstatistiklere bakınca Allah’ın varlığına ve birliğine inanma en yüksek bir oran olarak görünmektedir. Yani tersinden bakarsak bu toplumun yüzde 14’ü, inancın temeli olan Allah’a inanmıyor. Araştırmaya göre bu toplumun yüzde 99’u falan Müslüman değil. Diğer inanç esaslarına gelince oran daha da düşmekte, inanmayanların oranı yüzde 25’lere yükselmektedir. İbadetleri yerine getirenlerin oranı ise daha aşağılarda. Araştırma sonuçlarına yüzeysel bakan bir insan, bu ülkede inanç sorunu yaşayanların oranının çok da azımsanmayacak bir seviyede olduğunu görecektir. Yani bu toplumda dinin temeli olan inanç sorunu var.

İnanç konusunda hal-i pürmelalimiz ortada iken Türkiye son günlerde dinin furuatı kabul edebileceğimiz görüşleriyle çalkalanıyor. İşin en başköşesine de Nurettin Yıldız oturtulmuş durumda. İşin garibi Hocayla ilgili paylaşılan videolar 8-10 yıl öncesine ait. Üstelik yapılan konuşmanın tamamı da yok paylaşılan videolarda, kırpıp kırpıp piyasaya sürülmüş. 10 yıl öncesinin videolarını piyasaya sürenlerin iyi niyetli olmadıkları, amaçlarının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek oldukları ayan-beyan belli iken aşağıdan yukarıya gündemin içerisine hepimiz doluştuk. Şimdi herkes Sayın Yıldız’ı tu kaka yapmakla meşgul. 28 Şubat sürecinin mimarı olan Kartel Medyasının öncülüğünde ortaya dökülen eski fetvalara; muhalefet liderinden, Reisicumhur’una varıncaya kadar olaya müdahil olundu. Savcılarımız “Halkı kin ve intikama tahrik” suçuyla dava bile açtı. Nedense bu tartışmaları görünce yıllar önce okuduğum bir fıkra geldi aklıma: “Bir Hristiyan bir Yahudi’yi yakalar ve bir hışımla yakasından tutar. Yahudi, “Ne yapıyorsun, ben sana ne yaptım” diye sorar.  Hristiyan, “Seni öldüreceğim” der. Yahudi, “Niye ki, suçum ne benim” deyince Hristiyan, “Siz Yahudiler, İsa peygamberi öldürdünüz, işte ondan” der. “İyi de bu iş, asırlar önce olmuş, geçip gitti artık” demiş Yahudi olan Hristiyan, “Olsun, benim daha yeni haberim oldu, demiş.” Fıkra burada bitiyor. Hristiyan, Yahudi’yi öldürdü mü, bilmiyorum.

Konuyu dallanıp budaklama niyetim yok. Nurettin Yıldız’ın vermiş olduğu görüşlere katılmayabilir, yanlış bulabilirsiniz. Ki ben de katılmıyorum. Zaten fetva dediğimiz budur. Kendisini işin uzmanı bulan kişi, bir konu hakkında fetva verir. Fetvasında isabet de eder, yanılır da. Üstelik fetva, dinin olmazsa olmaz tek görüşü değildir, dînî bir görüştür. İsteyen uyar, isteyen uymaz. Hal bu iken önce görüşler, ardından kişi sorgulanmaya başlandı, sonra bu hocaların verdiği tüm fetvalar hep bu şekil sorun denmeye getirildi iş. Yani tümevarım metodu uygulandı.

Başkalarının başka niyetlerle “yerseniz” diyerek dayattığı bu gündem; ortamı gerdi, insanları “Hoca haklı, haksız” noktasına getirdi. Bence tansiyonu düşürmek lazım. Hele bu iş siyasetin işi asla değil. Dini tartışmayı da din alanında söz söyleyecek kişilere bırakmaları, Hocanın görüşüne katılmayan yetkili kişilerin de susmamaları gerekir. Eğer siyaset, Türkiye ve dünya gündemini oluşturan her şey bizim gündemimize girer diyorsa ilk önce bu kasetler niçin sıcağı sıcağına 8-10 yıl önce değil de şimdi piyasaya sürüldü, diyerek bunun üzerine yoğunlaşması gerekir. Bu işin içine giren savcılarımız da “Uydum kalabalığa!” diyerek soruşturma açmadan önce "Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. (2) Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Anayasa maddesini okumasını isterim. Siyaset ve yargı bir konuda baskı yaparsa o alanda sağlıklı tartışma olmaz. Beğensek de, beğenmesek de değerlerimizi tek tek yok etmiş oluruz. Sonra birkaç yanlışından dolayı eğer insanlar anasından doğduğuna pişman edilecekse “En iyisi hiç konuşmamak, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” noktasına evriliriz.

Her olumsuz şeyden bir hayır çıkarmak lazım diyerek kendisini dini alanda görüş belirtmeye layık görenler hocalar da bir konuda görüş belirtmeden önce toplumun yapısını, dokusunu dikkate alarak görüş serdetmelerinde fayda vardır. Yani kendilerini güncellemeleri, bugüne gelmeleri, yani Kur’an ve sünneti baz alarak günümüz sorunlarını mukayese etmeleri ve ayakları yere basan, uygulanabilir görüş açıklamaları gerekiyor. Görüş açıklarken de izahı mümkün olan ve halkı ikna edecek bir temele dayandırmaları yerinde olur. Unutmayalım ki, izahı mümkün olmayan ve halkı ikna edemeyen hiçbir doğru, doğru değildir. Doğru da olsa kimse kullanmadığı için arşivlerdeki tozlu raflarda yerini alır. Yine hocalarımız, kendilerine sorulan her soruya cevap vermekten ziyade yazımın başında ifade ettiğim esas sorun olarak görünen inanç sorununa eğilseler, çok iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü dini görüşün de başı inançtır. İnanç olmadan dini görüşün bir anlamı olmaz. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkarmaya uğraşmayalım. Sadede gelelim. 11/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 12/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.