20 Ocak 2018 Cumartesi

Oluşumlarda ikinci lider niçin çıkmaz?

Bizdeki oluşumları lidere bağlı oluşumlar diye adlandırsak yanlış olmaz. Kolay kolay hiçbir hareket kurumsallaşmaz. O yüzden bizde hareketler lideriyle doğar, onunla gelişir, onunla mevta olur. Ölmese de can çekişir, marjinalleşir. 

Sebebi, bizde hareketlerin kurumsallaşmamasının önündeki en büyük engel, hareketi doğuran ve geliştiren liderlerdir. 

Etrafınıza bir bakın, Türkiye'nin yakın geçmişine bir göz atın. İster siyasi parti, ister STK, ister cemaat vb. olsun hiçbir oluşumda liderin yerine geçecek, onun makamını dolduracak, onun koltuğuna oturacak ikinci adam bulunmaz. Çünkü barındırılmaz ve yaşatılmaz.

Niçin mi? Harekette, bünyesinde liderlik potansiyeli taşıyan donanımlı insanlara yer verilmez. Kazara çıkarsa da yaşatılmaz. Hep bir gün yerime geçer endişesi taşınır. O yüzden hareketin başındaki liderler ilk önce kendi yerini sağlamlaştırır. Kendisini vazgeçilmez olarak lanse eder veya ettirir. Kendisinden sonra tufan olduğu imajını verir, sindirmeye çalışır, ötekileştirir, yalnızlaştırır. Fırsatını buldu mu etrafından uzaklaştırır. Çünkü bir gün ayağına dolanacağına kendini inandırır. Bunu yaparken de kendisini ölümüne savunan, kendisine bağlı kişilerden destek alır. Önce kapalı kapılar ardında nankör olduğu, ihanet edeceği, gözü yukarılarda olduğu, birilerine göz kırptığı, kendisine güvenilemeyeceği işlenir. Kol kırılır, yen içerisinde kalan bu şüphecilik, bir müddet sonra dışarıya sızmaya başlar. Aşırı fanatiklerine gün doğar. Düşman bellidir artık. Var güçleriyle lideri savunacağız, onun gözüne gireceğiz diye saldırırlar. "Lider olmasa bir hiçtir, karşısına bir çıksa da gününü görse, bugünkü edindiği itibar , lider sayesinde halbuki. Buna ancak nankörlük denir." gibi atışlar başlar. Her hareketi izlenir, her adımından lidere karşı bir tavır takınıyor anlamı çıkarırlar.

Türkiye'nin yakın geçmişi bunun örnekleriyle doludur. Menderes'i, Demirel'i, Ecevit'i, Baykal'ı, Özal'ı bunun örnekleridir. Zaten kendilerinden sonra hareketleri de bitmiştir. Bunların bir istisnası belki de Erbakan'dır. Erbakan, hareketinde birden fazla lider olabilecek potansiyel adaylara yer vermiştir. Hareketi de bu yüzden büyümüştür. Sonradan yolları ayrılsa da hareketi devam ettiren liderler ortaya çıkmış ve Türkiye'de söz sahibi olmuş ve olmaya devam ediyor.

Her ne kadar hareket devam etse de Doğu toplumlarının özelliğidir. Bu özellik, özellikle tarikat ve cemaatlerde, sağ partilerde ve STK'larda devam ediyor. Lidere bağlılık, içerisinde liderlik potansiyelini barındırmama  hız kesmeden devam ediyor. Liderin karşısına çıkan, kazanamazsa kopar gider. Bunun biraz istisnası sol partilerdir. Burada liderin karşısına rakip olunur, olağan veya olağanüstü kongreye gidilir, kıran kırana bir mücadele olur, kaybedilse de hareketin içinde bir nefer gibi çalışmasına devam eder. Sağ partilerde genelde tek aday çıkar, lider güven tazeler. Aday çıkmaz da, kazara çıkarsa partide yeri olmaz, kopar gider. 

Bu yüzden klasik sağda lidere rağmen lider çıkmaz. Hareketi küçülse de, büyüse de, yerinde saysa da ölünceye kadar hareketin başında olur. Kendisinden sonra hareket yok olmuş gibi olur. Şayet lider yaşıyor da hareketi birine bırakmışsa "Gördünüz mü, benden sonra kim geldiyse bu hareketi canlandıramadı. Bu iş ancak benimle yürürdü" dedirtir etrafındakilere. Zaten yerine geçen de onun gölgesinde kalır. Çünkü boynuzun kulağı geçmesi istenmez. Tek istenilen kendisine bağlı liderliktir.

Eğer bir hareket bu ülkeye lazımsa liderler enaniyeti bir tarafa bırakıp hareketini sadece kendine bağlı bir hareket olarak dizayn etmekten ziyade hareketi ileriye taşıyacak potansiyel lider adaylarına hareketinde yer vermeli, gerektiğinde hareketi ona bırakabilmeli. Bunun yolu da hareketin kurumsallaşmasından geçer. 20.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

Hedef gösterme hastalığımız

Bu toplumun en belirgin özelliği, toptancı yaklaşımıdır. Ya süpürüp alır, ya da süpürüp atarız. Asla ortası olmaz. Ya nefret eder, ya da ölümüne severiz. Sevdiğimizin hatasını görmez, hayra yorarız. Nefret ettiğimizin durmadan hata ve kusurunu ararız. Köküne kadar fanatiğiz, bağnazız, ön yargılıyız.

Çoğumuzun demokrat görünümü bizi aldatmasın. Eline imkanı geçiren farklı bir fikre zerre kadar tahammül göstermez. Tüm çabamız yaptığımızı manipüle etmektir. Algılar oluşturmaktır. Algılar üzerine yaşarız. Durmadan düşmanla yaşarız. Düşmanımız yoksa düşman üretiriz. Yaşamamız, varlığımız düşmanımızın olmasına bağlıdır. Yaptığımızı, yapacağımızı anlatmak ve yaşamaktan ziyade düşman bellediklerimizi kötüleyerek kendi varlığımızı idame ettiririz. Bu yolla taraftar kazanırız. Taraftarlarımızı kendimize bağlamak için düşmanla korkuturuz onları. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Şayet siz doğru yoldaysanız size zarar veremezler…” ayetini unutarak.

Futbol maçları gibidir bizim hayatımız. Nasıl ki futbolda iyi oynasın, kötü oynasın kendi takımımızı tutuyor, kanımız aksa takımımızın rengi akar diyorsak, kendi takımımızdan başka bir takım bilmezsek kendi fikrimiz ve zikrimizden başka bir fikri de kabul etmeyiz. 

Taraftarımızı  etrafımızda tutmak için rakip bildiklerimizi hedef gösteririz. Varsa yoksa rakibimizdir. Onunla yatar, onunla kalkarız. Yılanın başıdır zira rakip gördüklerimiz. Her kötülüğün müsebbibidir onlar. Bağlı ve sevenlerimizi kendi haline bırakmayız. Durmadan rakiplerin üzerine salarız. Bir hastalık, bir tutkudur bizde hedef göstermek. Hem de bu işi yapanlar cahil-okumamışlar değil, bizzat okumuş kişiler. Ya kariyer yapmıştır, ya da şöhret sahibidir.

Kamuoyu oluşturmaya çalışırız. Üstelik bunu basın, medya, TV ve sosyal medya üzerinden yapıyoruz. Bu işi yaparken hareketi, eylemi değil, kişileri hedef tahtasına koyarak yapıyoruz. Allah bize bir de öbür dünyada rakibimizi bize yargılama imkanı verse öbür dünyada da devam ettiririz bu husumetimizi. Orada da hayat hakkı tanımayız onlara.

İnsanlar niçin kendi fikirlerini yaymayı denemeyip rakiplerini hedef göstererek bağlılarını korkutmaya çalışırlar? Bunun kime ne faydası var, toplumu germekten, birbirine şüpheyle bakmadan başka. Kendine ve savunduğu fikre yürekten inanan kişi, rakibini kötülemez. Sadece kendi fikrini anlatır. Tarafların birbirini hedef göstermesi havada uçuştuğuna göre demek ki bunların kendi savunduğu fikirlerine güveni yok, ya da başka anlatacak sermayeleri yok.

Aslında kendi varlığını, başkasını kötüleme üzerine kuranların kişiliklerinde problem vardır. Bunu yaptıkça taraftarını tutmayı hedeflemekte. Onlar; yaşa, sağ ol, var ol, dedikçe doğru yoldayım diye kendini inandırıyor iyice. Ah bilse sadece çapsızlığını, kapasitesizliğini ortaya koyduğunu… 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

17 Ocak 2018 Çarşamba

Okullar Yeniden Not Defterlerine Dönse Nasıl Olur? *

Eskiden not defterleri vardı her öğretmenin elinde. Öğretmen hangi sınıflara giriyorsa öğrencileri ad, soyad ve numarasını dolma kalemle tek tek yazar veya yazdırır, defterin her bir sayfasını okulun mührüyle mühürler, en son sayfasına da "İşbu defter ...sahifeden ibarettir" yazar. Altına da okul müdürünün ismini yazarak imzalattırır ve  mühürletirdi.

Öğrencilerin korkulu rüyasıydı bu not defterleri. Ders esnasında öğretmenin iç cebinde olurdu. Öğretmen eline aldı mı veya masanın üzerine koydu mu öğrencinin içi cız ederdi. Çünkü öğretmen ya sözlü yapacak, ya da notları okuyacaktı. Verdiği sözlüyü not defterine silinmez kalemle yazardı. Sonra değiştirmek istese de değiştiremez, yanlış yazsa da paraf yapamazdı. Çünkü silinti ve kazıntı olmazdı. İdam cezası veren hakimin kalemi gibiydi öğretmenin notu. Dünya bir araya gelse düzelttiremezdi.

Karne haftasında öğrenci, veli veya okuldan biri aracı olarak teşekkür veya takdir için bir puan istese öğretmen notları verdiği için hiçbir isteği yerine getiremezdi. Bundan dolayı kimse öğretmene gönül koymazdı. Not defterindeki notlar, hiçbir değişiklik yapılmadan not fişlerine geçirilir, farklılık olduğu takdirde not defterindeki not esas alınırdı.

Öğrenci ve veli dört gözle karne gününü bekler. Karnedeki notlar öğrenciyi sevinç ya da üzüntüye boğardı.

E okul sistemiyle beraber elle yazılan not defterlerine ve yazıya geçirilmiş not fişlerine ihtiyaç kalmadı. Öğretmenin verdiği her not e okul sisteminden veli ve öğrenci tarafından an be an takip edildiği için her dönem sonunda verilen karnenin de çok bir gizemliliği, heyecanı ve cazibesi kalmadı. Gizem kalkınca sihir bozuldu yani.

E okul sistemi vasıtasıyla hesaplanan notlardan öğrenci, teşekkür veya takdir alıp almadığını, kaç puana ihtiyacı olduğunu biliyor. Bundan dolayı okulların son haftasında not borsası oluşuyor. Öğrenci, öğretmen öğretmen dolaşarak notunu belge alacak seviyeye çıkartmaya çalışıyor. Kimi veriyor, kimi vermiyor. Performans notunu yükselten veya değiştiren öğretmen e okula istediği notu yazıp değiştirebiliyor. Notlar bu şekilde şişirilebiliyor.

E okul sistemi, öğretmenin işini kolaylaştırdı. Not defteri, not fişi hazırlama, ortalamayı hesaplama yükünden kurtuldu. Fakat not vermenin, ya da verilen notun değişkenliği not verme konusundaki hakkaniyeti yok etti diye düşünüyorum. Normal şartlarda takdir edilen notun değişmemesi gerekir. Fakat e okul, tüm geçmiş müktesebatı sildi, götürdü.

Niyetim geçmişe özlem değil. Zaten bu aşamadan sonra geriye dönüşün olması da mümkün değil. Karne haftasında teşekkür ve takdir borsasının açılmaması için verilen performans notlarının kaydedildikten sonra değiştirilme imkânının olmaması veya karneye bir ay kala e okulun öğrenci ve veliye kapatılması veya yazılı notu dışındaki performans ve proje notlarının kaldırılması düşünülebilir. Bu tedbirler aynı zamanda notların şişirilmesinin de önüne geçecektir. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

* 20/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.