10 Kasım 2024 Pazar

Kırk Yaşın Ergenleri

Kız olsun, erkek olsun her birimiz çocukluk döneminden sonra ergenlik yaşarız.

Ergenlik kişide biyolojik değişim olsa da kişinin karşıt cinse ilgi duyduğu, kanının deli olduğu, isyanlara oynadığı, heyecana kapıldığı, ateşli konuşmalar yaptığı, idealist ve gözü pek olduğu dönemdir. 

Çocukluk dönemi gibi ergenlik dönemi de bir müddet sonra evlilik ve iş hayatının ardından yerini 25-30'lu yaşlara bırakır.

30'lu yıllar yavaş yavaş ayakların yere bastığı yıllardır. Yine de idealler devam eder.

40'lı yıllar ise hata ve yanlışların geride bırakıldığı, olgunluk ve tecrübenin arttığı, tarafgirliğin yerini tespitlere, ateşli savunuculuğun yerini soğukkanlılığa bıraktığı, olayların geri planının görüldüğü, hayata daha geniş perspektiften bakıldığı bir dönemdir.

Bu dönem kişinin durulduğu çağdır.

Bu dönemleri aşağı yukarı insanımız hepsi şu ya da bu şekilde yaşar.

Yaşı 40'ı geçtiği halde heyecanı kaybolmayan, ateşli konuşmalar yapmaya devam eden, parti fanatikliğini devam ettiren, yaşına rağmen hâlâ durulmayanlar var. Yaşını başını almasına rağmen bu tiplere ben ergen diyorum. Çünkü kafa yapısı olarak daha ergenlikten kurtulamamış görüyorum bunları. 

Bir savunuyorlar bir savunuyorlar. Aralarında tartışmalar yapıyorlar. Sesleri yükseliyor. Çoğu zaman birbirlerini kırıyorlar. 

Bu yaşlarına rağmen olup biteni görmüyorlar. Hayata daha geniş açıdan bakamıyorlar. Farklı fikir ve görüşlere tahammül edemiyorlar. Hâlâ sırtlarındaki yumurta küfesini atamıyorlar.

Halbuki kırk yaş olgunluk çağıdır. Tecrübedir. Birikimdir. Olup bitenle yüzleşmektir. Farklı fikirlere tahammüldür. 

Öyle görünüyor ki yaşı kırkı geçmiş bu tiplerin ergenliği, yaşlılık dönemi dahil, ölünceye kadar devam edecek. Bunların ergenliği ancak mezarda sona erer.

Siz ergenliği geride bırakanlardan mısınız yoksa yaşınıza rağmen hâlâ ergenliğe devam edenlerden misiniz? 

Bu tür ergenlik faydalı mı, zarar mı, bunun takdirini size bırakıyorum. 

9 Kasım 2024 Cumartesi

Reâyâdan Halka

“Reaya, sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. 

İslâm dünyasında yönetici konumundaki askerî tabaka ile ulemânın dışındaki vergi mükellefi halkı ifade eden bir terim olmuş, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne haraç ödeyen gayri müslim tebaa için de kullanılmıştır. 

“Raâ” fiilinin Kur’ân-ı Kerîm’deki türevlerinin iki anlamı vardır: “Sürüleri otlatmak, hayvanları yaymak” (Tâhâ 20/54; el-Kasas 28/23); “birinin çıkarlarını gözetmek, bakmak, mukayyet olmak, gütmek” (el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32).

Yakındoğu dinleri ve kültürlerinin hem teokratik hem dünyevî anlamda sürüsüne nezaret eden bir çoban şeklinde geliştirdiği hükümdar sembolü için İslâm toplumlarında benzer mecaz ve kavramlar kullanılmıştır. 

Zamanla reâyâ, toplumun yönetici ve üst sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tâbi esnaf ve çiftçileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir.” (İslam Ansiklopedisi)

Tebaa, “2.Mahmud devri, modernleşme çabaları doğrultusunda gerçekleştirilen reformlarla anılır. Söz konusu reformların başında devletin yönetimi altındaki insanlar için reaya (sürü) yerine, tebaa (tabi olanlar) şeklinde bir kavramı tercih etmesi gelmektedir”. (dergipark)

Halk, “Aynı ülkede yaşayan ve o ülkenin yurttaşı olan insan topluluğu”.

Vatandaş, “Aynı yurt üzerinde yaşayan, bir yurda yurttaşlık bağıyla bağlı bulunan kimselerden her biri”.

Günümüzde bir devletin çatısı altında yaşayan insanlara halk, ulus, vatandaş, yurttaş dense de eskiden reâyâ, sonraları tebaa denmiş. 

Yukarıda alıntı yaptığım reâyâ ve tebaanın anlamlarına bakınca vatandaş güdülmesi gereken hayvan sürüsüne benzetilmiş. Bu benzetme ve kelime kökeninin, halkı aşağılama durumu söz konusu. Özellikle reâyâ. Tebaa, reâyâ anlamında kullanılsa da en azından tabi olanlar anlamına gelir ve çok horlayıcı değil denebilir. 

İşin en üzücü yanı da asker ve bürokrasi dışındaki vergiye tâbi kişilere reâyâ denmesi. Bu demektir ki reâyâ kabul edilmeyen elit bir kesim var demektir. 

Batı o zamanlarda halkına ne derdi bilmiyorum ama İslam dünyası için vergiye tâbi halk için reâyâ kullanımı, onur kırıcı ve küçük düşürücü. Güya İslam dünyasında sınıf ayrımı ve kast sistemi yok. Bu isimlendirme bile İslam dünyasında bal gibi sınıf ayrımının olduğunu gösterir. Dün de böyleymiş, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. 

Gerçi günümüzde vatandaş, yurttaş, halk dense de reâyâ ile ortak noktası, vergiye tâbi olması. 

Bir ülkede yaşayan dar, orta gelirli ve orta direğin görevi vergi vermektir. Bunun karşılığında da yönetilmektir. İster halk ister yurttaş ister reâyâ densin, halkın yönetime katılması, söz sahibi olması, yöneticilerinin eleştirmesi, onlara hesap sorması söz konusu değil. Çünkü sürüler çobanlarına hesap soramaz. 

Bahtımıza yanalım. 

Çarşı Görmemiş Asırlık Bir Ömür

Bir gün annemin amcaoğlu ile halaoğlu ziyaretine geldi. Hoşbeş esnasında annemin yaşında olan halaoğlunun anneme aba demesi dikkatimi çekti. Abi, kaç doğumlusun dedim. 1939'luyum dedi. Annem de 1939'lu dedim. Olamaz dedi. Çünkü biz küçükken annen büyüktü. Biz onun arkasına takılır giderdik. Nereden bakarsan aramızda beş-altı yaş var dedi.

Eskiden günü gününe yazılan çok ender kişiler vardır. Geneli annem gibi. Ya ilkokula giderken ya evleneceğinde ya askere gideceğinde nüfus cüzdanı lazım olurdu.

Nüfus kağıdı çıkarmak için ya nüfustan köye gelirler, kütüğe toplu kaydedilirlerdi ya da nahiyeye gidilerek nüfuz cüzdanı çıkarılırdı. Kaydı alan nüfus memuru doğum tarihini sorduğu zaman harmanda doğduydu, çiçekler açtığı zaman doğmuştu denirmiş. Boyu postuna göre nüfus memuru bir tarihi doğum tarihi olarak yazarmış. Gün ve ay olarak da genel de 01.01 yazılırmış. Hatta bazıları ölen kardeşinin nüfus tarihi yazıldığı bile olurmuş.

Şu var ki çoğu eski kişiye yaşı sorulduğunda resmi olarak yaşım şu ama esas doğum tarihim bu. Küçük ya da büyük yazdırmışlar dediğine şahit olursunuz. 

Babam da beni günü gününe yazdırdığını söylerdi. Ama okul arkadaşlarımdan büyük okula gittiğim bir vakıa. Ramazanda doğduğum için de isim arayışına gidilmemiş. Adı Ramazan olsun denmiş. İşin ilginci, resmi olarak kullandığım tarih ve ay ramazan ayına denk gelmiyor.

Tarihler konusunda babam hassastı normalde. Çünkü ineğin buzuladığı ve kendisinin tıraş olduğu tarihleri duvar takviminin arkasına yazardı. Belli ki tıraş olduğu ve ineğin buzuladığı tarihe verdiği önemi bizim doğum tarihine vermemiş. Gerçi bu tarihler de o yılın takvimi bitinceye kadardı. Sonrasında atılır, yerine yenisi takılırdı. 

Anama gelirsem, kafa kağıdına göre anam 1939 doğumlu olsa da beş altı yaş küçük yazıldığı, halaoğlunun dediğinden anlaşılıyor. Bu demektir ki anam 90 yaşında var. 

Bir asra yaklaşan yaşına rağmen gözleri tam görmese de bazen bastonla bazen bastonsuz yavaş yavaş yürüyerek kendi işini kendi görmekte. Yatağını kendi toplar, odasının panjurunu kaldırır, yediği yemeğin tepsisini mutfağa getirir, içeceği suyunu kendi doldurur. 

Ömrü koşuşturmakla geçmiş. Kah bağ çapalamış kah üzüm toplamış kah dağdan çalı çırpı getirmiş sırtında. Hem tarlada hem ekin harmanda hem başkasının işinde yevmiyeci hem de ev işleri ve yemek hep elinden geçmiş. 

Ölenler hariç yedi çocuk büyütmüş tek odalı evde. Sanırım üç tane kardeşim de ölmüş. 

Ne doğumda ne doğum öncesi kontrollerde doktor yüzü görmüş. Tüm çocukları evde doğurmuş. Şimdiki gibi hazır bez de yok. O günün bezini alacak para da yok. Çaput namına ne bulmuşsa bez diye kullanmış. 

Evin içinde banyo, WC ve şebeke suyu da yok. Çamaşır makinesi zaten olmaz. Tüm çamaşırlar leğen içinde ve dışarıda tokucak marifetiyle yıkanmış. 

Evin bahçesine şebeke suyunun gelmesi de çok sonraları. Bundan önce dokuz gözlü diye nam salmış aşağı çeşmeden sırtta veya eşek üstünde su taşınıp ihtiyaç giderilmiş. 

Öyle zannediyorum, anne sütüyle besledi hepimizi. Mama namına bir şey görmüş olamaz. 

Birçok kadın gibi annem de okuryazar değil. Kadın kısmı okur mu demiştir ailesi her ailede olduğu gibi. 

Tüm dünyası, doğup büyüdüğü köyünden ve evlendikten sonra gelin gittiği beldeden ibaret. Doktora bile belki de en erken yetmiş yaşında gitmiştir. Kolu kırılmıştır. Bildik yöntem olan kırık ve çıkıkçı eliyle tedavi görmüştür. 

Şehir namına gördüğü oğlanlarının evine birinin nezaretinde gitmekten ibaret. 

Çarşı, pazar, alışveriş nedir görmemiş. 

Esas yaşı doksana merdiven dayadığı yılların birinde evimde iken zaman zaman ana ben çarşıya gidip geleceğim dedim. Hepsine tamam kuzum dedi. Bir böyle, üç böyle. Bir gün kuzum bir şey soracağım dedi. Buyur ana dedim. "Bu çarşı dediğin bizim köy gibi bir yer mi" demez mi? Değil ana. Alışveriş yerlerinin ve insan yoğunluğunun olduğu yer dedim. Dedim ama içim cız etti. Çünkü yetiştiği belde de alışveriş, pazar ve park ve bahçenin olduğu yerin adı “aşağı” idi. Evden çıkarken aşağıya gidiyorum derdik. 

Ne babam yanına alıp şehre götürüp çarşı pazar gezdirmiş ne de evlatları olan bizler. Hayatında çarşı pazar görmemişse ne bilsin çarşı denen yerin ne menem bir yer olduğunu.

Vah bize vah...