18 Ekim 2021 Pazartesi

Angela Merkel *

Fizik eğitimi görmüş, Kuantum kimyası üzerine doktora yapmış 1954 Hamburg doğumlu Angela Merkel, 35 yaşına gelince siyasete atılmış. Siyasi kariyerinde Doğu Alman hükümet sözcülüğü yaptıktan sonra Hristiyan Demokrat Partisine katılmış, Helmut Kohl hükümetinde Kadın ve Gençlik bakanlığı yapmış olan Merkel, 2000 yılında partisinin ilk kadın genel başkanı, 2005 yılında da 51 yaşında iken Almanya’nın hem en genç hem de ilk kadın başbakanı seçilir.

Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisine sahip Almanya’ya 16 yıl liderlik yapan Merkel hem ülkesinde hem de Avrupa Birliğinde sözü geçen ve ağırlığı olan biri olarak dikkat çekti. Adı hep soğukkanlı ve istikrar ile anıldı. Hem partisinde hem de ülkesinde zirvede iken 2018 yılında aldığı bir kararla genel başkanlığa ve başbakanlığa yeniden aday olmayacağını duyurdu ve sözünde durdu. Ülkesinde 26 Eylülde yapılan seçimlerde aday olmadı. Hükümet kurulur kurulmaz koltuğu devredecek olan Merkel, şimdilerde veda turları yapıyor. Anlayacağımız, Merkel zirvede iken siyaseti bırakıyor, koltuğu kendiliğinden terk ederek bulunmaz Hint kumaşı olmadığını göstermiş oluyor.

Gördüğüm kadarıyla Merkel, birçok siyasiye göre daha fazla başbakanlık yapmış ve yapılan seçimlerde aday olsaydı, tekrar başbakan olabilecek iken zirvede ve 67 yaşında iken koltuğu elinin tersiyle iterek kenara çekilmeyi bildi. Buna tadında, kıvamında ve kimseyi bezdirmeden görevi devretti denebilir. Öyle zannediyorum, adı unutulmayan ender kişiler arasında yer alacak.

Yazımda, Merkel’in hayatına ve siyasi geçmişine kısaca değindim. İstedim ki Merkel’in başarılarla dolu siyasi hayatı ve zirvede iken siyaseti bırakması, bizim siyasilerimize de örnek olsun. Bunu kaç kişi yapabilir, özellikle ülkemiz siyasetinde bunun karşılığı yok. Çünkü bizde ister iktidar ister muhalefet olsun, ister başarılı bir siyasetçi ister başarısız bir siyasetçi olsun, siyaset bırakılmaz. Siyaset onu bırakır. Bu da mezara kadar devam eder ve siyasilerimizin cenazesi Meclis önünde yapılan törenle kaldırılır. Bizde partiler genellikle siyasi liderlerle doğar ve onunla ölür. Siyasilerimiz hasta bile olsa, partisinin oyu düşse, yürürken zorlansa, kimse çekil git demez. Dense de buna kulak verilmez. Ölümüne o koltukta oturmaya devam edilir. Zorunlu yapılması gereken kongre ve kurultaylarda karşısına kimse aday çıkamaz. Çıksa da delegeler mevcut liderden yana tavır alır ve liderlik kimseye kaptırılmaz. Çünkü liderlik ve parti, parti kurucusunun tapulu malı gibidir. Türkiye’nin siyasi geçmişine bakıldığında merdiven çıkamadığı için seçim arabalarına asansör yapılan siyasilerimiz bile var. Bugün hastalığından dolayı Meclis çalışmalarına katılamadığı için evinde yatan ama hala vekilliği devam eden siyasimiz var.

Yazımı nihayete erdirirken tekrar ediyorum. Merkel’in;

-başarılı geçmişi,

-zirvede iken makam ve koltuktan vazgeçebilmesi,

-soğukkanlılığı,

-Az, öz, yerinde, zamanında ve kıvamında konuşması,

-istikrar abidesi oluşu vs. ülkemiz siyasetçilerine özellikle zirvede olanlara örnek olsun. Siyasetçilerimiz unutmasınlar ki Türk siyasetinde ölümsüz olmanın yolu, ölünceye kadar siyaset yapmak değildir. Ölümsüz olmanın yolu, her işte olduğu gibi siyaseti de tadında bırakmaktır. Hele zirvede iken benden bu kadar deyip köşesine çekilmek, kubbede hoş bir seda bırakmaktır.

Bunu ülkemizde görür müyüz? Ümitsiz değilim ama bu ülkede zor. Çünkü siyasiler için siyaseti bırakmak ölmekten beterdir. Ha siyaseti bırakmışlar ha ölmüşler…

Ne diyelim, darısı bizim ülkemizin başına…

*30/10/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Ekim 2021 Pazar

Kutuplaştırmalar Meyvesini Vermeye Başlamış *

Üç dört yıl birlikte çalıştığım, çalışırken oturup muhabbet ettiğim, ülke gündemine dair fırsat buldukça fikir alışverişinde bulunduğum eski eskimez bir arkadaşla "Hafta sonu birlikte bir çay içelim" diye kavilleştik. 

Pazar günü telefonla aradım kendisini. Müsaidim, dedi. Evliya Çelebi Parkındaki Kafem'de buluştuk. 

Özlemişim muhabbetini. Ağırlıklı olarak ben konuşmuş olsam da bir o konuştu bir ben. Sağdan soldan derken geçmiş günleri yâd ettik. Söz döndü dolaştı ülke gündemine, ülkenin gidişatına ve ülkedeki kutuplaşma ve ayrımcılığa. 

Çaylarımızı yudumlarken babasının başından geçen bir olayı anlatarak üzüntüsünü dile getirdi. Olayın ardından kaç gün geçmesine ve bu olay kendi başına gelmemesine rağmen olayın etkisinden kurtulamadığı, konuşmasına da yansımış. Ne olacak abi böyle dedi. Kısaca bu olaya değinmek isterim.

Olay Erzincan'ın bir köyünde geçer. Arkadaş da Erzincanlı ama hanım köylü olmuş ve Konya'ya yerleşmiş. Konya'ya yerleşse de her yaz ve fırsat buldukça sılayırahim görevini ifa eder gelir. Babası Erzincan'ın bir ilçesinde mukim. Yetmişini geçmiş bu amca, birkaç günlüğüne köyüne gider. Çocukluk günlerini yad eder. Bu arada cami ve cemaatten de kalmaz. 

Sayılı günler çabuk biter. Cemaatle kıldığı bir namaz sonrası ilçeye dönmek ister. Cemaatten arabası olan biri de ilçeye gidecek. İlçeye gidecekler binsin, der. Camiden çıkan beş altı kişi araca biner. Amca da binmek ister. Araçta yer olmasına rağmen araç sahibi, "Seni götürmem" der. Niye der amca. Çünkü sen AK Partili değilsin der ve amcayı almadan basar gider. 

Bu duruma babası kadar üzülen arkadaş, bir ikinci üzüntüsünü daha dile getirdi. "Bu olay vahim olmaya vahim ama daha vahimi, birlikte yan yana saf tutarak aynı kıbleye baş koymuş cemaatin bu olaya tepki göstermemesi; onu almıyorsan, aracına biz de binmiyoruz dememesi. Beni üzen de bu dedi. 

Bu anekdota ne diyeceğimi şaşırdım. Bakakaldım. Bu kadar da olmaz dedim. Bu üzücü olay bireysel bir olay. Partinin resmi organlarının tasvip edebileceği bir olay değildir. Çünkü hiçbir parti, bize oy vermeyenleri arabanıza almayın, demez. Yalnız bu olay bir işgüzarın kendince işlediği bireysel bir halt ise de bu olayı basit bir olay olarak görmemek lazım. Bu bireysel olayın genişlemesine endişe ediyorum. Çünkü Türkiye'nin bu konudaki sicili pek temiz değildir. 1950'li yıllarda Anadolu'da bazı camilerin Halk ve Demokrat Partili diye ikiye ayrıldığını büyüklerden dinlemişliğim var. Yine bir zamanlar Avrupa’da Süleymancıların, Milli Görüşçülerin vs. cemaatlerin her birinin camisinin ayrı olduğunu gidip gelenler söylerdi. Şimdi de var mı bilmiyorum. Temenni ediyorum ki bu ayrılık devam etmiyordur. 

Erzincan'daki olaya yeniden dönersek, bu bireysel olayda siyasilerin katkısının daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Çünkü siyasiler, seçmenlerini konsolide etme uğruna kutuplaştırmayı körüklerler, rakiplerini ötekileştirirler; sorumlu bir dil kullanmaya özen göstermezlerse, tabandaki halk, bugün dolmuşuna almaz, yarın camiye sokmaz, ertesi gün camileri ayırır. Maalesef geçmiş örneklere bakarsak Türkiye'nin siyasi geçmişi bu tür olaylara teşnedir. 

Siyasiler unutmasınlar ki bu ülke siyasilerin emellerine alet edilemez. Yine siyasilerimiz ve hepimiz bilelim ki bu ülkede herkes hür iradesiyle her partiye oy verir. Kimse de bu tercihinden dolayı kınanamaz, ötekileştirilemez. 

*20/10/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yara ve Yara Bandı Deyip Geçmeyin

Gördüğünüz yara bandı ile sarılı el, benim el. 19 Eylülde anılmayacak olsam da pazar pazar gazi oldum.

Nasıl oldu derseniz, cevap alamazsınız. Zira ben de nasıl olduğunu bilmiyorum. Kanepede uzun otururken gelen bir telefonla doğruldum. Konuşmanın ardından elimle göz göze geldim. Baktım kanamış. Acı ve sızı da hissetmedim. Anama göstermeden lavaboya gidip yıkadım. (Anama gösteremezdim. Acısa, gam yemeyeceğim. Ne ara ne iş yaptın da kanattın? Büyüdün ama hala elgamalığın devam ediyor derdi belki. Pazar pazar kaldıramazdım bunu.)

Neyse deri baya kalkmış. Suyu görünce kan coştu. Tekrar yıkadım ve kağıt mendil ile kuruladım. Üzerinde kağıt mendili bastırarak kanın kesilmesini sağladım. Kanama kesildi. Bir yere dokununca bu tekrar kanar. Bu kanamadan da haberim olmayınca elimdeki kanı bir yerlere bulaştırırım. Ondan sonra al başına belayı dedim ve bugünler için bulundurduğum, üç tanesini pazardan bilmem kaç liraya aldığım yara bandı aklıma geldi. Hemen bir abdest aldım ve yara bandını bu şekil yapıştırdım. (Abdesti özellikle söylüyorum. Şimdi bu yazıyı okuyunca abdest almadan bant yapıştırdığın için abdestin olmaz dersiniz. Bunu da çekemem.)

Bu yazıyı buraya kadar ibret ve hayretle okudunuz. Bu da yazılmaz dediniz. Haklısınız. Ne yapayım. Şöyle hastanede hasta yatağına veya sedyeye kafa-göz sarılı bir şekilde uzanmış bir ortam olmadı. Eldeki malzeme bu.

Bu arada sağ elim sarılı olduğu halde bu görüntüyü sol ve tek elimle kendim çektim. Bu halimle de cep telefonundan yazabiliyorum. Bu maharetimin de burada kayda geçmesini isterim. Bu arada selfiede çekebiliyorum.

Tamam, anladık. Bu anekdotunla sosyal medya turumuzu zehir ettin. Bağla artık şu hikayeyi. Ne diyeceksen de, dediniz. Acele etmeyin, hikayenin en alıcı ve acı yönü burada. Çünkü kan kesilmiştir. Yara bandını çıkaracağım ama cesaret edemiyorum. Zira beni bir düşüncedir aldı. Nasıl ki akacak kan deriyi kaldırarak damardan geldi ve ben buna engel olamadı isem, bilirim ki bandı kaldırırken bant, kılları koparırcasına acıtacak. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi bant kıllarını çektikçe, ben anam anam diyeceğim. Bant ise anan ya diyecek. Of, çekilir mi bu acı. Gel de dayan.

Sahi siz olsanız, bu bandı nasıl çıkarırsınız?

*

Akşam eve oğlan geldi. Yaraya bir bakayım diyerek bandı çıkarmaya kalktı. Asla, ben kendim çıkarırım. Acıtacaksam ben kendi kendimi acıtırım dedim. Tüylerimi çeke çeke çıkardım. Oh be, dünya varmış. Korktuğum kadar da değilmiş dedim. Bu arada kan da durmuştu zaten. Yeniden bant yapıştırmaya gerek yok dedim. 

Oğlan çayı içti gitti. Ben de yatayım dedim, yatağa uzandım. Sağa dön, sola dön derken tam uyku moduna geçerken can havliyle yataktan doğruldum. Acaba elim tekrar kanamış olabilir miydi? Işığı yaktım. Bir ne göreyim. Korktuğum başıma gelmiş. Elim kanamakla kalmamış, kanı çarşafa da sürmüşüm. Sonra demeyin. Sonrası tufan. Hanım kızdı tabi. Vay efendim, eline tekrar niye bant yapıştırmadın gibi şeyler. Durur muyum odada. Attım kendimi lavaboya. Kanı durdurduktan sonra yeni bir yara bandı daha yapıştırdım elime. Ne zaman çıkarırım, yaram ne zaman iyileşir, çıkarırken bant kıllarımı çekermiş...bunları düşünmüyorum artık.

Odaya geldim tekrar. Baktım kana belenmiş çarşaf kenara atılmış, yerine temizi serilmiş. Çarşafa yeniden kan bulaştırma riskini bant yapıştırarak izale ettim ama bu arada uyku da gitti. Uyu da göreyim.  Nasıl uyuyabilirim ki. Zira bir düşüncedir aldı beni. Daha yeni serilmiş çarşaf makineye atılıp yeniden yıkanılacak. Bu da kaç aydır ocağıma incir diken su fiyatlarına ilave olacak demektir.

Hasılı, bir el, bu el kanamış, küçük bir yara bu kadar da büyütülmez demeyin. Beterin beteri var. Sağlığınızın kıymetini bilin. Gördüğünüz gibi küçük bir kanama başıma ne işler açtı. Üzerine o kadar da azar işittim.