18 Aralık 2020 Cuma

Önce Üslup *

Küçük bir ilçede görev yaparken lise 2 veya lise 3.sınıf bir kız öğrencinin “okul dışında uygunsuz şekilde, ipsiz-sapsız biriyle gezdiği, bir erkekle beraber metruk bir eve girip çıktığı” bilgisini bir öğretmenim bana iletti. Müdür yardımcısından, bu öğrencinin annesine telefon açıp okula davet etmesini istedim. Yardımcım bana “Hiç tavsiye etmem. Çünkü ben bu aileyi tanıyorum. Siz daha bu aileyi tanımıyorsunuz. Bu kızın ablasını biz, sizden önce mezun ettik. Onun da bu tür ilişkileri hatta daha fazlası vardı. Annesine söylediğimizde ‘Siz ne karışırsınız benim çocuğuma’ dediğini, kendisine epey laf saydığını, bu ailenin çok modern bir aile olduğunu ve bu tür ilişkilere sıcak baktığını ” söyledi. Hocam, anneyi çağıralım. Biz ona durumu izah edelim. Laf sayacaksa varsın yine laf saysın. Ailenin bilgisi olsun. Sıcak bakıp bakmaması ona kalmış. Biz görevimizi yapalım,” dedim.

Anneyi çağırmıştım ama ne diyecektim. Beni bir düşüncedir aldı. Çünkü yardımcımın söyledikleri de malum.

Anne geldi. Odama aldım. Direk konuya girmedim. Kendimi tanıttıktan sonra kendisine, “Kızının gelecek vaat ettiğini, zira bu kapasitesinin olduğunu, inşallah önümüzdeki yıl mezun ettiğimizde istediği bölüme girebileceğini, ama halihazırda kendisini tam derslere veremediğini, böyle giderse üniversite kazanmasının hayal olacağını, çünkü kendisini dersten ziyade başka işlere verdiğini, ergenliği farklı bir şekilde yaşadığını…” söyledim. Beni dikkatli bir şekilde dinleyen anne, “Biraz daha açık konuşur musunuz” dedi. “Lise öğrencileri arasında ergenlikten kaynaklanan duygusal ilişkiler olabileceğini, öğrencilerin karşıt cinse ilgi duymasının doğal olduğunu, ama liseyi bitirmeden bir gönül ilişkisine girmenin, aklın önüne duyguyu geçirebileceğini, bunun erken olduğunu, bunun da derslere olumsuz yansıması olabileceğini, hedefi olan bir öğrencinin derslerle beraber duygusal ilişkiye girmesinin bir koltukta iki karpuz taşımaya benzediğini…” ilave ettim. Kadın, “Hocam, dediklerinize katılıyorum. Ben çocuğumun okumasını istiyorum. Sizden istediğim, biraz daha açık konuşmanız” dedi. Bunun üzerine “Bildiğim kadarıyla buralı değilsiniz. Çocuğunuzun işi-gücü olmayan biriyle evlilik yapıp yapmamasına nasıl baktığını” sordum. “İleride evlenecek ama halihazırda çok erken. Üstelik kızımın doğru bir tercih yapmasını isterim. Çünkü ben doğru tercih yapmamanın sıkıntısını hep yaşadım. Kızımın aynı durumla karşılaşmasını istemem” dedi. “Biraz uzattım ama bu açıklamaları yapmam gerektiğini düşündüm. O zaman sadede geleyim. Kızınızın okul dışında metruk evlere girip çıktığı şeklinde bir duyum aldım. Yanlış anlamayın, kızınız orada nahoş hareketlerde bulundu demiyorum. Ama burası küçük bir yer. Yarın dedikodu ve iftira, alır başını gider. Kızınız ve siz, bundan olumsuz etkilenebilirsiniz. Bu durumdan ne eşinizin ne de kızınızın haberi olsun. Bu konuda kızınızı suçlamadan, hiçbir şey yokmuş gibi kızınıza yol göstermenizde fayda var. Yine de karar sizin” dedim. Anlattıklarıma, kadının ne tepki vereceğini beklemeye koyuldum. Kadın tepki vermediği gibi bana birkaç defa teşekkür etti. Hatta giderken “Hocam, kızımla ilgili en ufak bir şeyde kendisini arayabileceğimi, okula gelmediği zaman haberinin olmasını istediğini, kendisinin de takipçisi olacağını” söyledi.

Tepki beklerken annenin bana teşekkür etmesinden, ziyadesiyle memnun oldum. Şükür ki bu meseleyi kırmadan, dökmeden yapabildim. Ama bu işi yaparken suçlamadan, yanlış anlaşılmaya müsait, maksadı aşacak bir cümle kurmaktan özenle kaçındım. Neredeyse kırk takla attım. Onu gelin, bana sorun. Bu görüşmeden sonra da kızıyla ilgili olumsuz bir duyum bana gelmedi.  

Başımdan geçen bu anekdotların benzerleri çokça başıma geldi. Yaşantısı ne olursa olsun, erkek-kız, tüm çocukları kendi çocuğum gibi bildim. Onlara rehberlik yaptım. Sorunu önce kendim çözmeye çalıştım. Olmadı ise ailelerine konuyu açtım. Birlikte sorunu çözdük. Bugüne kadar da “Siz kim oluyorsunuz? Benim çocuğuma ne karışıyorsunuz” tepkisiyle karşılaşmadım.

Ne kadar alakası var bilmiyorum ama konuyu Sakarya Üniversitesi Tarih ABD öğretim üyesi Sayın Ebubekir Sofuoğlu’nun bir TV kanalında yaptığı konuşmaya getirmek istiyorum. Sayın Sofuoğlu’nun, “Üniversiteler, neredeyse fuhuş yuvası. Bunun istisnası yok. Apartlardaki durumu gidin, emlakçiye, komşulara sorun” sözleri tepkilere neden oldu. Bir kesim, kendisini bu sözlerinden dolayı savunsa da bu sözleri üzerine savcılık kendisine soruşturma, üniversitesi de inceleme başlattı. Toplumun diğer kesiminden de büyük tepki aldı.

Aslında Sofuoğlu’nun dile getirdiği fuhuş, bu ülkede kangren olmaya doğru giden bir sorun. Bu meseleye el atılması, dikkat çekilmesi gerekirdi. Ama bu meseleyi dile getirirken Sofuoğlu’nun, istisna kabul etmeyecek şekilde bu meseleyi genelleştirmesi, tüm üniversitelerde bu durumun olduğunu söylemesi yanlış olmuştur. Şimdi her üniversitede okuyan, her apartta kalan töhmet altında kalacaktır. Sofuoğlu, keşke bu konuyu dile getirmeden önce bu konuyu, nasıl, ne şekilde, hangi üslupla ifade edeceğini düşünmüş, söyleyeceği kelime ve cümleleri özenle seçmiş olsaydı. Şimdi bu aşamadan sonra toplumun her katmanında gizli-kapaklı yürüyen, gittikçe alenileşen bu ahlak erozyonundan ziyade, bu konuşma üslubu ve yapılan genelleme tartışılacaktır. Bu da bizi maksada ulaştırmayacaktır.   Bence meselelere parmak basmadan önce meseleyi kime, ne şekil, hangi ortamda, hangi cümlelerle anlatacağımıza karar vermemiz gerek. Bunun için bin düşünüp bir konuşmak lazım. Bunun yolu da üsluptur. Hatta bundan hareketle, her şeyin başı üsluptur dense yanlış olmaz. Üsluba dikkat etmeyeceklerin, bir şeyi yaparken bir başka şeyi yıkacak olanların, bir konuyu gündeme getirmemelerinde ve susmalarında fayda var.

*19/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Aralık 2020 Çarşamba

Sessiz Tayyareler *

Neydi o eski mobilet, motosiklet ve diğer iki tekerlekli binekler öyle... Km'lerce öteden ben geliyorum derdi sesiyle. Bazıları susturucu da takmazdı. Kulaklarını patlatırdı. Bazı gençler inadına bağırtırdı durmadan. Yanından geçerken konuşmayı keser, bu bağırgaçların çekip gitmesini beklerdin. Bakışınla rahatsız olduğunu hissederlerse az sonra geri dönüp yanından yine geçerlerdi, hem de defalarca. Zevk alırdı gençler bundan.

Son yıllarda sesleriyle bizi rahatsız eden benzinle çalışan bu bağırgaçların sayısı her geçen gün azalıyor. Çünkü bunların yerini yavaş yavaş elektrikli bisikletler almaya başladı. Yeni nesil bu bisikletlere ben sessiz tayyare diyorum. O kadar sessiz ki yanından geçerken haberin bile olmuyor. Hayran kaldım bu sessiz tayyarelere. Çünkü selefleri gibi sesleriyle rahatsız etmiyor artık.

Sayıları her geçen gün artan elektrikli bisikletlere hayran kalmakla beraber pek sevindiğim söylenemez. Sevincimi kursağımda bırakan da bazı elektrikli bisiklet sürücüleri. Çünkü trafik kuralı diye bir şey yok lügatlerinde. Ne zaman, nereden, ne şekil çıkacakları belli değil. Zira her yer ve yol mubah onlar için. Ne ışık biliyorlar ne yaya. Yollar, kaldırımlar, ana cadde, ara sokaklar, bisiklet yolları, yürüyüş parkurları, ters yollar, yoldan diklemesine geçmeler vs her yer onların. Yeter ki bir yere bu bisiklet girebilsin ve oradan geçebilsin. Bir bakmışsın; yanından, önünden, sağından ve solundan sessizce ve jet hızıyla geçivermiş. Ne oluyor ya! Neydi o öyle, deyip kala kalıyorsun o anda arkasından. Verilmiş sadakam varmış diyorsun.  Bisiklet sahibi ise hiçbir şey olmamış, seni korkutmamış gibi bir başka maceraya doğru yol alıyor. Sür sür bitmiyor da sürmeleri. Nasılsa pedal çevirip yorulma yok, aracına yakıt alma derdi yok, cebine dokunacak masraf yok. Aküsünü şarj ediyor, sürdükçe sürüyor. Keyfine diyecek yok anlayacağınız. Olan sana oluyor. Bu kural tanımaz elektrikli bisiklet sürücülerini yanımızdan geçerken görünce acaba sesiyle rahatsız eden benzinli iki tekerlekliler daha mı iyiydi diyorsun. Sesiyle rahatsız etse de en azından geldiğinden, yanından geçtiğinden haberin oluyor ve tedbirini alıyorsun.

Burada bir hakkı teslim edelim. Elektrikli bisiklet kullanan tüm sürücüler böyle değil. İçlerinde trafik kurallarına nizami bir şekilde uyanların sayısı da çok. Hepsi, trafik kurallarına uysa, bu sessiz tayyareler gürültü kirliliği yönünden bir nimet gerçekten.

Kural tanımayan, tehlike saçan, yüreğini ağzına getiren az sayıdaki bu sessiz tayyare sahipleri için bir şeyler yapılmalı, bunları hizaya getirmeli. Ama ne yapılmalı? İnanın bilmiyorum. Şimdilik sadece insaf diyorum.

 * 10/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

 


15 Aralık 2020 Salı

Öküz Altında Buzağı Aramanın Âlemi Yok! *

Pazartesi günkü “Sünnetullah ve Rahmet” başlıklı yazımda, cuma hutbesinde bahsedilen “Suyun önemi, kuraklık nedeniyle su kaynaklarının tükenmeye yüz tuttuğu, israf edilmemesi gerektiği ve namazdan sonra topyekûn yağmur duası yapılacağı” içeriği üzerine bir yazı kaleme almıştım. Yazımı da “Gelelim yağmur duasına. Cumanın farzından sonra tüm Türkiye'de yapılan dualara amin dedik. İnşallah dualarımız kabul olur da bol bol rahmet görürüz. Ama yağmurun yağması için dua, tek başına yeterli mi? Yağmurun yağması için sebepleri yerine getirdik mi? Sebepleri yerine getirmemişiz ki yağmur yağmıyor. Unutmayalım ki yağmur ve kar, dua ile yağmaz. Çünkü yağmur ve karın yağması, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalardan fiziksel yasaların bir gereğidir. Biz buna sünnetullah veya âdetullah diyoruz ve bu yasalar asla değişmez. Hasılı, Allah kulunu susuz bırakmaz. Yeter ki rahmetin sebepleri oluşsun ya da sebepleri oluşturalım. Tüm sebepleri yerine getirdikten sonra üzerine bir dua, aliyyülala olur.” şeklinde bitirmiştim.

Herkese açık olarak sosyal medyada paylaştığım bu yazım, altına yapılan yorum ve beğenilerden olumlu tepkiler aldı. Yazımın altına “Bu yazınıza/yazınızın şu kısmına, şundan dolayı katılmıyorum. Doğrusu budur” şeklinde yorum yazmayan bir kısım zevat ise bu yazıma cevap verircesine sayfasında verip veriştirmiş. Bu eleştiri yazısı üzerine, acaba nerede hata yaptım diye yazımı tekrar okudum. Yazımda ne bilime ne dine aykırı bir ifadeye rastladım. Yazımda yanlış olamaz mı? Olabilir. Değişik konularda yazdığım yazılarımın hepsine herkes katılmak zorunda değil. Zira yazılarım kendi düşüncemden ibaret ve beni bağlar. İsterim ki okuyucu ve takipçilerim, yazım ve serdettiğim görüşlerimden dolayı beni tenkit etsin. Tek istediğim, bu işi hakaret etmeden ve bir ithamda bulunmadan yapsınlar. Nitekim bunu yapan okuyucu ve takipçilerim var. Kimi, yazımın altına yorum yazarak görüşümü eleştirir. Kimi de özelden yazarak yazıma eleştiri getirir. İster özelden ister umuma açık olarak yazıma eleştiri getirenlere minnettarım. Çünkü kendimi geliştirebilmem için buna ihtiyacım var. Ama bunu yaparken laf olsun diye yapmanın, niyetimi sorgulamanın, ithamlarda bulunmanın, töhmet altında bırakmanın, öküz altında buzağı aramanın bir alemi yok. Zira bunun kimseye faydası olmaz.

Ne demişim yazımda? “Yağmurun yağması sebep-sonuç ilişkisine bağlıdır. Bu, evren yasalarından fiziksel yasaların bir gereğidir ve değişmez. Dua edelim ama duadan önce sebeplere sarılalım” demişim. Merak ediyorum, muhterem bu ifadelerin neresini, neden eleştirme gereği duydu?   Eleştiri diyorum nezaketimden. Zira ithamların eleştiri ile bir alakası yok. Zira ben ve benim gibi düşünenler ona göre, “Kemalist, seküler ve pozitivist zihniyete çanak tutuyoruz”, “Olayı sadece sebep-sonuç ilişkisine bağlamakla, gafil Müslümanlar” oluyoruz. Yine “Taştan nehir veya suyun fışkırmasını hangi fiziki yasa ile izah edeceksiniz?” diyerek bize soru soruyor.

Merak ettiğim, bu yazımda ben, Allah’ın gücünü mü sorguladım? Sebep ve sonuç olmadan Allah bir şeyi halk etmez mi dedim. Bilelim ki o her şeye kadirdir. Yoktan da var eder, vardan da var eder. Yeter ki ol desin. Sonra müminin silahı olan duaya karşı olmam söz konusu olabilir mi? Üstelik herkes gibi namazdan sonra ellerimi yere paralel indirerek yapılan yağmur duasına amin demişim ve inşallah beklediğimiz yağmurlar gelir, temennisinde bulunmuşum. Keşke duadan önce sebeplere sarılsaydık, ardından da güzel bir dua çok iyi olurdu, demişim. Fiziksel yasa gereği sebep-sonuç ilişkisine yer vermem, neden pozitivist zihniyete çanak tutmak olsun? Kimsenin niyetini bilemem ama sanırım muhterem, fiziksel yasalarla, liselerde okutulan fizik dersini karıştırdı. Halbuki benim bir-iki cümleyle değindiğim fiziksel yasalar, Allah’ın evreni yaratırken koyduğu “fiziksel, biyolojik ve toplumsal” yasalardan bir tanesidir. Ki bu konu, tartışılacak bir konu değil. Bunlar, genel-geçer, evrensel ve değişmez yasalardır. Üstelik bu konuyu bilmek için illa çok okumaya, kitaplar karıştırmaya da gerek yok. Orta üçüncü sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilk ünitesi olan “Kader ve kaza inancı” bahsine bakılırsa bu yasaların, kader yasaları olduğu görülecektir. Fizik ve diğer müspet ilimler de bu evrensel yasaları bularak adına ilim/bilim diyor. Yani yeni bir şey ortaya koymuyor. Olanı tespit ediyor. Kur’an’da geçen evrensel yasaların, bilimle uyum içerisinde olmasının kime, ne zararı var? Üstelik bu, bizi fazlasıyla memnun etmeli değil mi? Muhteremin ilimden anladığı sadece dini ilimler mi acaba? Halbuki biz biliyoruz ki “İlim müminin yitiğidir. Nerede bulursa alır” ve “İlim öğrenmek kadın-erkek herkese farzdır”.

Hasılı bir kez daha ifade edeyim: Fiziksel yasalar gereği, yağmuru yağdıracak sebepleri oluşturduktan sonra ardından “Ya Rabbi! Ortaya koyduğun yasa gereği biz elimizden geldiği kadar sebepleri oluşturmaya çalıştık. Şimdi senden bu sebeplere binaen lütfünden yağmur yağdırmanı istiyoruz” dercesine elleri ona kaldırmaktan bahsediyorum. Lütfen, sapla samanı karıştırmayalım. Zira bir duruş sergileyeceğim diyerekten seküler, laik ve pozitivistlerin düşüncesine göre pozisyon almanın, bu mahallenin insanlarını, benim gibi düşünmüyor diyerek ötekileştirmenin, kimseye özellikle bu mahalleye zerre katkısı olmaz. Niyetimiz bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Ne olur, insanları anlamaya çalışalım. Bunu yaparken de kendi düşüncelerimizi insanlara aktaralım. Unutmayalım ki dini tekelimize almanın, başka düşüncelere geçit vermemenin ve herkese/her şeye ayar vermeye çalışmanın ne dine ne de topluma katkısı olur. Yerimizde sayar dururuz hatta gerileriz.

*16/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.