7 Şubat 2018 Çarşamba

41 Yılda 5 Ev...41 Kere Maşallah!

Nerede bir emekli, özellikle memur emeklisi görsem kara kara düşünür görürüm. Hafif bir deşeledin mi adamlar dert küpü. Çünkü emekli olunca maaşlarında epey bir düşme olmuş, çoğu geçim derdinde. Vakit geçirememeleri ise ayrı bir dert.

Umreden gelen bir arkadaşımızı ziyarete gittiğimizde 40 yıl çalıştıktan sonra emekli olan bir meslektaşım, "Arabasını değiştireceğini, çünkü fazla yakıt tükettiğini, daha az yakan bir araç almayı düşündüğünü, maaşının çok düştüğünü, bundan sonra hesap-kitap yapmak zorunda olduğunu" ifade etti sohbet arasında. Emekli olduktan sonra “Emekli parasıyla bir daire alaydın” diyenler oldu. Bizi çok para alıyor diye düşünüyor çoğu. Halbuki aldığım tüm avans yüz bin lira. Bu parayla nasıl daire alacaksın” dedi ardından. “Emekli olmadan önce ‘Daha çalışın mı? Bırakıver artık’ diyenle de çok karşılaştım.” diye ekledi.  O konuştu biz dinledik. Ayrılırken “Maalesef devletin emekli politikası iç açıcı değil, emekli olduktan sonra işçi ve memur arasında maaş uçurumu iyice derinleşiyor. Emekli olan bir işçi, aldığı avansıyla iyi bir daire alabildiği gibi emekli maaşıyla da geçim sıkıntısı çekmeden müreffeh bir hayat sürmeye devam ediyor.” diyebildik.

Ziyareti bitirip evimin yolunu tutarken yolda kendim için de emeklilik çanlarının çaldığını, yarın aynı durumu ben de yaşayacağım. Devlet, memur emekliye sanki yaşadın yaşayacağın kadar, ölmen daha hayırlı der gibi takdir ettiği maaşla” dedim. Daha dün, ne zaman gelecek bu emeklilik vakti derken şimdi emeklilik eli kulağında olunca “Okuyan çocuk var, evlenecek çocuk var. Emekli olursam bu işler nasıl dönecek, sonra nasıl vakit geçireceğim” endişesi yaşıyor çoğu çalışan memur kesimi. Rızkı veren Allah olsa da düşünmeden edemiyor insan.
***
Gündüz dersten sonra yapılacak birkaç işi halletmek için çarşının yolunu tuttum. Çıkrıkçılar içinde elimde poşet ayakkabı tamircisine giderken kara yollarından emekli olan, babam yaşlarında bir ahbabımla karşılaştım. Hal-hatırdan sonra çoluk-çocuğu konuştuk. Ardından emekli olup olmadığımı sordu. Halen çalıştığımı söyledim. Benim oğlan da çalışıyor dedi. Yaşımı sordu. Elli beş dedim. Benim oğlandan küçüksün, bizimki 59 doğumlu. Bu sene 41.senesi. Hala çalışıyor, emekliliği de düşünmüyor. Benim emekli olduğum yerde çalışıyor. Maaşı zaten iyi. Şimdi durumları daha da iyileşti. Dört tane evi var. Geçen gün bir tane daha almış, 700 liraya kiraya vermiş dedi. İki sene öncesi aynı yere falanı da yerleştirdim geldim dedi. O konuştu, ben dinledim. Ara boşlukta “41 sene…Maşallah! Allah sağlık versin, daha çok versin” dedim, vedalaştık.

Ayrılırken 41.yıl, maşallah dedim tekrar. Meram ettim; bu arkadaş 41 yıldır çalıştığına, daha 59-60 yaşında olduğuna göre kaç yaşında işe başlamış olabilir diyerek basit bir hesap yaptım. 17-18 yaşında başlamış olmalı, benim ortaokula başladığım yaşta işe girmiş, ortalama çalıştığı her 8 yılda bir ev sahibi olmuş dedim.

Ahbabım, sanki akşam ziyaretinde konuştuklarımızı dinlemişcesine cevap verdi bana oğlunun üzerinden. Memuriyet hayatımda 26.yılımı çalışıyorum. Yaşım gelmiş elli beşe. Bugüne kadar kimin ne kadar maaş aldığını, at-araba olarak neyi olduğunu, kaç evi olduğunu hiç merak etmedim. Kendi maaşıma göre ayaklarımı uzatıp yaşamaya çalıştım. Kendimi kimseyle kıyaslamadım. Kıyaslayanlara da halimize şükredelim, bizden daha düşük alan asgari ücretliler var bu ülkede dedim. Allah herkese emeğinin karşılığını ve helalinden yemeyi nasip etsin. Yalnız bu ülkede işçi-memur arasında çalışma esnasında ve sonrasında maaş, avans uçurumu olmamalı. Herkes emeğinin karşılığını adilane bir şekilde almalı. 

Her işin bir riski vardır mutlaka. İşçimiz hakkını alsın fazlasıyla. Ama diplomanın da bir bedeli olmalı. Memur emekliliği esnasında okuduğuna pişman olmamalı. Acilen bir personel rejimi gerekli bu ülkede. İşçi-memur ve asgari ücretli arasında bu kadar fiyat uçurumu olmamalı. Herkes yaptığı ve aldığı sorumluluğa göre bir maaş almalı. En düşük maaş alan, insanca yaşayabileceği bir maaşa imza atmalı. Sonrası sorumluğuna, iş riskine ve aldığı diplomasına göre yeniden düzenlenmeli. 07/02/2018, Ramazan Yüce, Konya

"Z" veya Cipsi Nesli *

2000 ve sonrası yıllarda doğan nesle "z" nesli adı veriliyor. Bu neslin özelliği olarak interneti, sosyal medyayı çok kullandıkları, bunlarla sosyalleştikleri; akıllı telefon, tablet vb. teknolojilerde çok aktif oldukları söylenir. Oyunları teknoloji dense yeridir. Aynı zamanda çok çabuk tüketen bir nesildir. Çünkü bağımlılık yapan teknoloji eskidikçe yerine yenisiyle yenilenmesi gerekiyor. Bu da yeni masraflar demektir. 
Ben internet, sosyal medya, dijital ortamda yetişen bu nesli şeytanı bol bir nesil olarak değerlendiriyorum. Çünkü okumaktan başka çaresi olmayan bu neslin ders çalışmasının önündeki en büyük engeli sanal âlemdir, dijital ortamdır. İmkansızlıklar içerisinde yetişen önceki nesillere göre daha şanssızdırlar. Yetiştikleri ortam, sorumluluk yaşlarını geciktiriyor. 
1965-1979 arası doğan X ve 1980-1999 arası doğan Y neslinin ulaşabildiği imkanlardan daha fazla bir imkan içerisinde yetişen bu 2000’lerin neslini ben, çok sağlıklı görmüyorum. Zihnen sağlıklı yetişmedikleri gibi bedenen de sağlıklı yetişmiyorlar. Bakmayın siz; vücutlarının birden geliştiğine, boylarının uzadığına. Hormonlu bir vücut onlardaki. Çünkü düzenli yemek yeme ortamları yok. Zira yemek yemeyi sevmiyorlar. Abur-cubur ve atıştırmalık onların istediği. Ne sebze yerler, ne yemeğini, ne de meyve. Besin değeri yüksek ne kadar yiyecek varsa yememe rezervleri var. Çoğumuzun hazzederek yemediği pırasa, ıspanak, kabak vb yemeklerden bahsetmiyorum. Eskilerin keşke olsa da yesek dedikleri eti bile yemiyor bunlar. Nerede besin değeri fazla olmayan simit, tost, döner, bisküvi, kraker, mısır patlağı, çiğ köfte, makarna, patates cipsi varsa ölümüne yerler. Bu tür yiyecekleri günlük yeseler kolay kolay bıkmazlar. Bir de hamur işini severler. Hele patates cipsini üç öğün önlerine koysan asla bıkkınlık duymazlar. İçecekleri de hep gazlı içecekler. Bunlar vejetaryen mı derseniz? Hayır vejetaryen değiller. Yiyecekleri et, mangalda pişerse ne ala. Yoksa mümkün değil. Zoraki yeseler de içleri götürmüyor. Faydalı, besin değeri yüksek ne kadar yiyecek varsa sanki düşmanlar. Hemen burun kıvırırlar. Beslenmeleri sağlıklı olmadığı için çabuk hastalanıyor, ilaçla ayağa kalkıyorlar. Çünkü vücutları dengeli beslenmediği, her tür besinden yeterince almadığı için zayıf düşüyor. Bağışıklık sistemleri de yeterince görevini yapmıyor.
Sebze ve et yemeği yemeyenlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur bu neslin arasında. İçlerinde epey obezi de var. Hangi anneyi dinleseniz çocuklarının et ve sebze yemeği yemediğinden şikayetçi. Bir dokunsan, bin ah işitirsin onlardan. “Ne yedireceğimi şaşırdım” dediklerini çok duyarsınız. Bunun tedavisi nasıldır, bu çocukları sıcak yemek yemeye nasıl yönlendirebiliriz, bu konuda anne ve babalar neler yapmalıdır? Uzmanlar bunun üzerine kafa yorarlarsa zihinlerini bilişim teknolojilerine kaptırdığımız bu z neslinin en azından bedenlerini kurtarabiliriz. 06/02/2018, Ramazan Yüce, Konya
* 14/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Şubat 2018 Salı

Komşuluk hukukuna riayet önemli elbet!

Araba kullanmayı ve sürmeyi pek sevmem. Şoförlüğüm de iyi değil zaten. Hele arka arkaya gitmek ve aracı park etmek işkence mi işkence benim için. Bugüne kadar nizami bir şekilde park ettiğim hiç vaki değil. Bu yüzden zorunlu olmadıkça gideceğim yere aracımla gitmem. Ya yürür, ya toplu taşıma araçlarını kullanır, ya da gideceğim yöne gidecek olan eş-dost olursa onların himmetine sığınırım.

Arabayı garaja koyduğum zaman günlerce içeride kalır, çıkardığım zaman da kolay kolay içeriye koymam. Çünkü girdirmek ayrı bir dert. Bir de iki kişi kullandığımız için ilk koyan çıkması gerektiğinde arkadaki aracı da çıkarmak gerekiyor. Tatil dönemi ara ara kullanırım diye arabayı garaja koymadım. Aracı evin önüne koyarken  kapısı duvara değmeyecek şekilde mesafeli bıraktım. 

Sabah kalktım, arabama yukarıdan baktım. Sileceklerden birinin kaldırılmış olduğunu gördüm. Acaba trafik polisi, Konya trafiğini halletti de apartmanın bahçesindeki araçları mı hale yola koymaya başladı diye düşündüm. Az sonra ekmek almaya giden çocuğum, arabanın üzerine bırakılmış aşağıdaki notu getirdi.

"Sayın araç sahibi!
Aracınızı lütfen geçişi engelleyecek şekilde park etmeyin. Garajı kullanmıyorsunuz bari kullananların giriş-çıkışını zora sokmayın.
Komşuluk hakkına riayet etmenizi rica ediyorum." Prof. Dr….

Komşum ne ara geldi? Aracını garajına koyduğuna göre demek ki geçebilmiş benim aracımın yanından. Ama yine de dikkatli geçmesine sebebiyet verdiğim için komşum yerden göğe kadar haklı. Bundan sonra içi rahat olsun. Komşuluk hukukuna titiz bir şekilde riayet ederim. Kendisine verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim. Hakkını helal etsin. Buradan helallik diliyorum. Zira benim onda, onun da bende telefonu yok. Şimdi görsem, "Bu kimdi" diye tereddüt ederim. Suç bastırmak gibi olmasın, yaptığımı mazur gösterme gibi bir niyetim yok. Mademki komşum, komşuluk hakkına riayete önem veriyor ve bana bunu hatırlatıyor. 

Komşuluk, sadece arabanın geçişini zorlaştırmada hatırlanmaz. Komşu dediğin birbirinin külüne muhtaçtır. Bir defa komşu, baktı ki geçmekte zorlanabiliyor, “Komşu aracınızı çekebilir misiniz, geçemiyorum” diye komşusunun ziline basabilmelidir. Ayrıca komşusuna, “Sayın araç sahibi” diye hitap etmez, ismiyle hitap eder. Notun altına prof. unvanını yazmaz. Zira burası ne bilimsel bir platform, ne de üniversite kampüsü. Sadece ismini yazması, ya da yan taraftaki komşun demesi yeterli idi. Ayrıca garaja araba koymak için ortak olarak kullanılan bahçenin toz, toprak, gazel, kağıt vb nedenlerle temizlenmesi gerektiğinde bahçenin temizliğini ya sırayla yapmalı, ya da gönüllü yapana teşekkür etmeyi bilmeli. Burada amme hizmeti yapılmıyor. Ayrıca bir komşudan komşuluk hakkı bekleyen kişi, eğer o komşusu kendisinden sonra taşınmışsa evine kadar gelip “Komşu! Hoş geldiniz, benim adım şu, ben de şu yan tarafta oturuyorum, bir ihtiyacınız varsa kapımız her zaman açık” diyebilmeli. Yok, hoş geldine gelemiyorsa en azından giriş ve çıkışta karşılaştığında dilinin ucuyla da olsa “Hayırlı olsun” diyebilmeli. Yok, “Ben bir ev sahibi olarak asla bir kiracıya hoş geldin demem, üstelik üniversite hocalığıma bu işler ters, ben koskoca bir akademisyenim” diyorsa o zaman kimse komşuluk hakkına riayetten bahsetmesin. Önce komşuluk hukukunun kendisini ilgilendiren kısmını yerine getirsin.

Aslında bu yazdıklarımı ben de üşenmeyip bir kağıda yazıp komşunun arabasına sıkıştırmak istiyordum. Zira resmiyete resmiyet! Ama arabasını dışarıya park etmiyor. Bu yüzden aynıyla mukabele edemiyorum. 06/02/2018, Ramazan Yüce, Konya