Ana içeriğe atla

Sanrı Hastalığı

"Bir çiftçi Romalı bir filozofu evinde ziyaret eder. Ev sahibinin yemek ısrarı üzerine çiftçi sofraya oturur. Önüne konan bir tas çorbayı içmeye başlar. Çorbayı içerken gözüne küçük bir yılan görünür. Filozofa ayıp olur düşüncesiyle bunu söyleyemez. Bir tas çorbayı içer. 

Çiftçi evine vardıktan sonra gece karın ağrısından uyuyamaz. Zehrin etkisi olmalı deyip şifa için filozofun kapısını çalar ve durumu anlatır. Filozof tabakta yılan olmadığını, bu tabağın tavanındaki çizimin yansıması olduğunu, masaya koyduğu bir tabak üzerinden gösterir. İyi bak, yılan var mı der. Çiftçi yok der. Filozof bununla da yetinmez. Çizimin altındaki tabağı tavana koyar. Üzerine yılan görüntüsü yansır. Gördükleri karşısında rahatlayan çiftçinin karın ağrısı birden geçer."

İbni Sina, sanrı* hastalığının yarısı güvence, yarısı ilaçtır. İlk adımı ise sabırdır der. 

Belli ki bu çiftçi bir halüsinasyon hali yaşıyor ve gerçekte var olmayan bu algı, kendisini karın ağrısına duçar ediyor. Bereket filozof, orta yerde yılan olmadığı halde yılan varmış gibi göze görünen ve bundan dolayı hastalığa gark olan kişiyi ikna ederek tedavi ediyor.

Tedavi için de karşı tarafa güven vermek, doğru ilaç vermek ve sonuç vermesi için sabretmeyi bilmek gerekiyor.

Hikayeden anlaşılacağı üzere halüsinasyon gören birisini filozof tedavi ediyor.

Keşke tüm mesele yılan gördüğünü ve karnındaki ağrının yılanın zehri olduğunu sanan birini tedavi etmekten ibaret olsa.

Günümüzde adına ister halüsinasyon ister birsam ister sanrı ister yanılsama ister algı ister bilinçaltı zihin ister illüzyon diyelim, bunları gören, bu gördüğüyle yaşayan, göz boyama yöntemiyle algıları olgu olarak gören, aklını gönüllü kiraya vermiş ama böyle olduğunu kabul etmeyen o kadar insan var ki bunlar, nasıl tedavi edilecek? Kendi yöntemiyle çiftçiyi tedavi edip halüsinasyon halinden kurtaran filozof gelsin de günümüz toplumunu tedavi etsin. Tedavi edemez. Çünkü günümüz karın ağrısı o günün karın ağrısına benzemiyor. Üstelik hastalar hastalığını kabul etmeyince en iyi doktorlar bu hasta türüne nasıl çare bulsun?

Günümüzün bu tür  hastalıklarını filozof ve doktorlar değil, ancak topluma yön veren, onları arkalarından sürükleyen toplum mühendisleri tedavi edebilir. Onlar da bir şeyi tedavi ederken çıkarları gereği toplumu başka bir algıya yani hastalığa yöneltiyorlar. Yani birinden kaçırıp ötekine yakalatıyorlar. Hasılı, sürü psikolojisi ile yaşadığımız müddetçe de bu tür hastalıklarla mücadele edebilmemiz mümkün görünmüyor. Belki de bu hastalığın günümüzdeki adı öğretilmiş çaresizliktir. Zira herkes kendisine öğretilenden ve ezberletilenden memnun olduğuna göre orta yerde bir hastalık yok. Gördünüz değil mi, bir şeyi yok kabul edince orta yerde sorun da kalmıyor.

*Uyanık bir kişinin, kendi dışında var sandığı ama gerçekte yok olan olguları algılaması, birsam**

**halüsinasyon 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde