Ana içeriğe atla

Yazık Bu Öğrencilere! ***

Yaşça kendimden büyük esnaflık yapan bir akrabamı ziyaret ettim. Çay içerken laf döndü dolaştı, okullar ve öğrencilere geldi: Cumartesi ve pazar günleri okullar kapalı değil mi? Bildiğim kadarıyla tatil. Buna rağmen sabahın erken saatinde sırtına çantasını alan çocukları yollarda görüyorum. Bu çocuklar nereye gidiyor böyle" dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra kendisine, cumartesi ve pazar günleri resmi tatil ama okullar açık. O gördüğün çocuklar ek derse gidiyorlar. Kimi okullarında açılan kurslara, kimi ücretini verip etüt merkezlerine, kimi özel derse gidiyor.  Kimi de hafta içi okul dersleri bittikten sonra akşamleyin etüt ve kurslarda soluğu alıyor.  Neredeyse tüm yıl durum böyle, dedim.

Öyle değil mi gerçekten? MEB'in iş takviminde eğitim ve öğretimin 180 iş gününden az olamaz dediğine bakmayın siz. Resmiyette öyle olsa da neredeyse 365 gün öğretim işiyle uğraşıyor bu öğrenciler. Yaz nedir, kış nedir, on beş tatili nedir, resmi tatil nedir bilmezler. Okullar yaz tatiline girince bu çocuklar, aileleri tarafından ücretli ve ücretsiz kurslara gönderilir. Okul zamanı cumartesi ve pazar günleri hakeza kurslara devam eder bu çocuklar. Yani anlayacağınız bu çocuklar 1 Ocak, 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, Ramazan ve Kurban bayram tatilleri dışında aşağı yukarı öğrenmek için bir yerlere gidiyorlar. Bu tabloya göre bu asrın çocukları şu ya da bu şekilde 365 gün öğretimin içindeler. 

Okul, etüt, kurs ve özel dersten sonra bu çocuklar evlerine gelince ne yapıyorlar? Odalarında konu anlatımlı veya soru bankası adı altında farklı yayınevlerine ait boy boy yardımcı kaynaklar var. Birini bitirince çocuk diğerine geçiyor. Çünkü bir dersle ilgili yayımlanmış ne kadar soru varsa çözmesi gerekiyor. Okul, etüt, kurs üçgeninde yorgunluktan bitap düşmüş çocuk, evde yemeğini yedikten sonra çalışma masasına oturmak için biraz ağırdan alsa çocuğunu çok düşünen ve onun başarısı için saçını süpürge eden anne ve babası "Senin dersin yok mu? Ne ağzını ayırıp duruyorsun" dercesine yüz hattı değişiyor. Çözülmüş ve çözülmeyi bekleyen yardımcı kaynakları üst üste koysan içinde bir veya birkaç insanın kalabileceği küçük bir baraka yapılır.

Okulların, etüt ve kurs merkezlerinin, velilerin ve MEB'in tek hedefi var: Her türlü imkânın ayakları altına serildiği bu çocukların LGS ve YGS'de başarılı olması. Çocukların iyiliğini isteyen kişi ve kurumların hepsi gördüğünüz gibi birer iyilik meleği. Kendilerine zamanında bu imkanlar verilseydi, onlar nasıl başarılı olurlardı. Zamanınız olursa hepsinin birbirine benzer hikayelerini bir dinleyin derim.

Hayatları rutine binmiş bir şekilde okul, etüt/kurs, soru çözmekten ibaret bu çocuklara yazık değil mi? Başarı adına bu çocuklara verdiğimiz bir eziyet değil mi? Kaç kişinin vücudu ve beyni kaldırır bu yükü? (Zaten çoğu bu yükü kaldıramıyor. Yarı yolda çalışmayı bırakıveriyor.) Emsallerine fark atsın diye bu yaptığımızın neresi pedagojik? Sahi, bu çocukların yerinde olmayı kaç kişi ister? Her şeyden öte çağın bu çocukları, kendilerinin yerinde olmayı hiç isterler miydi? 

Bence bu çocuklara yazık ediyoruz. Eğitim ve öğretim yolunda emsallerine fark atsın düşüncesiyle bu çocukların çocukluğunu ve gençliğini yok ediyoruz. Bir zaman sonra da benim çocuk akraba nedir bilmiyor deriz. Zamanında ders çalışsın, dersinden geri kalmasın diye herkesten kaçırdığımız bu çocuklar, akrabayı nereden bilsin? Oyunlarından mahrum bırakarak oyun çağından edip güç ve kapasitesinin üzerinde bir yük ile boğmaya çalıştığımız bu çocuklar, çocukluklarını yaşamadıkları için büyümüyorlar bir türlü. Her şeyimizi feda ederek ayakları altına serdiğimiz bu çocuklar bir gün "Ayaklarımın altına süpürge ettiğiniz saçlarınızı, alın başınıza çalın, gözüme görünmeyin ve gölge etmeyin" derlerse hiç şaşırmam. Aslında böyle diyecekler ama diyecek takatleri bile yok.

***18/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde