Ana içeriğe atla

"Yaşadım yaşayacağım kadar"

İş bulup çalışmak, çoluk ve çocuğunun iaşesini karşılamak amacıyla diyar illere, Suudi Arabistan'a gitti. Orada çalışırken genç yaşta hac ibadetini ifa etti. Fazla da durmadı orada. Biraz kazandıktan sonra tekrar memleketine döndü. Küçük kardeşlerinden biriyle sıhhi tesisat üzerine küçük bir işletme açtı. Şu iş, bu iş seçmedi. Ben evin büyüğüyüm demedi, kendisine ne dedilerse onu yaptı. Kah fayansçı oldu, kah çeşmeci. Nice uğraştan sonra emekli oldu. Kendi halinde sade bir hayatı vardı. 

Yanlış hatırlamıyorsam beş-altı ay önceydi. Duydum ki  kan değerlerinin düşüklüğünden dolayı tahlil yaptırmaya gelmiş. Doktor yatış vermiş. Ziyaretine gideceğim zaman istediğin bir şey var mı diye telefon açtım. Önce "Çay getir" dedi. Ardından 'Nöğrecen çayı? Bi şi istemez, burada hepsi var, yorulma buraya kadar' dedi. Telefonu kapattıktan sonra yanında refakatçı kalan dayım  aradı, sigarası bitmiş, bulabilirsen şu marka bir paket sigara getir dedi. 

Çay ve istediği sigarasını götürdüm. Hemen sigaranın bedelini uzattı bana. Olmaz dedimse de epey bir ısrar etti. Dinlenmiş çayı ardı arkasına birlikte içerken tahlil sonucunu öğrenmemi istedi. Bir tanıdığım doktor vasıtasıyla  çıkan tahlillerden bir tanesinin sonucunu öğrendim. Kendisine gelen raporu okudum. Daha diğeri çıkmamış dedim. (Bana ismimle pek hitap etmezdi; ya 'teyzemin kuzusu' veya 'teyzemin oğlu' ya da 'hafız' derdi. Ben de ona ya 'dayı' veya 'teyzeoğlu' derdim.) "Hafız! Sor bakalım, raporun sonucu iyi mi kötü mü?" dedi. Whatsapp aracılığıyla sordum. Doktorun yazdığını okurken moralimin bozulduğunu gören teyze oğlu, "Neymiş teyze oğlu? Doğruyu söylemezsen bobal boynuna! Başa gelen çekilir, yaşadım yaşayacağım kadar" dedi. Ağzımdan 'İyi değil, kötüymüş' çıkar çıkmaz, yüz hattı değişti. Baltayı taşa vurduğumu anlar anlamaz, "Dayı! Esas diğer raporun sonucu önemliymiş, gerçek hastalık ondan belli olurmuş, bu okuduğum tahlil sonucu yanıltırmış" diyerek gafımı telafi etmeye çalıştım.

Ertesi gün tekrar çay götürmek için hazırlandığımda 'Biz çıktık, boşuna yorulma, diğer tahlil sonucu çıkıncaya kadar doktor taburcu etti, biz hastaneden ayrıldık' dedi.

Bir hafta, on gün sonra kan değerlerinin niçin düştüğü anlaşıldı, hastalığının teşhisi kondu. Kötü hastalıktı halk arasındaki adı. Namı diğer lösemi. Yani kan kanseri. Kemoterapiyi kabul etmedi. Çekti gitti. Her geçen gün kan değerleri düştükçe hastaneye geldi gitti. Her gelişinde 3-5 ünite kan takviyesi yapıldı kendisine. 

Her kan aldığında biraz kendine geldi. Kanı azaldıkça bitkinleşti, az bir yürümeyle takatı kesilir oldu. Kemoterapi almaya razı olduğu zaman bu sefer kalbi el vermedi. Ayakları da şişmeye başladı.

29/12/2017 günü yine kan yüklemesi yaptırdı. Ama bu aldığı kan yaramadı kendisine. Doğru dürüst yürüyemedi, titremeye başladı. Sonunda "Yaşadım yaşayacağım kadar" dediği gibi 30/12/2017 günü  gözlerini yumdu.

Vefat haberini alır almaz cenazesine katılmak için hareket ettim. Kimler yoktu ki cenazesinde. Yediden yetmişe, engellisine varıncaya kadar saf tuttu onun salını omuzunda taşımak için. Çalışırken ve yaşarken dost edinmeyi de ihmal etmemiş.

Yan taraftaki fotoğraf bizim yöre insanının üzüntülü zamanlarda işini-gücünü bırakıp cenazeye el vermesinin de bir göstergesi. Kimi hatim okumak, kimi cenazeye katılmak, kimi cenazesini yıkamak, kimi mezarını kazmak, kimi üzerine toprak atmak, kimi Kur'an okumak, kimi yemek götürmek, kimi de taziyede bulunmak için koşturur.

Cenazeyi defnettikten sonra bir müddet daha kaldım taziye evinde. Yolcu yolunda gerek diyerek vedalaştım diğer teyze oğullarıyla. Evime girdikten sonra dolabımı açtım, bir hazine gibi sakladığım iki şeyi elime aldım.  Biri üzerinde 'Diplomat' yazılı james bond çanta, diğeri ise bir zamanların almaya güç yetirilemeyen, alınması ve takılması lüks kabul edilen saati: 'Selko 5'

Kullanmaya ve takmaya kıyamadığım iki hediyesiydi onun bana verdiği. Arabistan'da çalıştığı veya dönüş yaptığı 1986-1987 veya 1988 yılları olsa gerek. Üniversiteye yeni başladığım yıllardı. 'Hafız! Şu çantayı kullan, ben kullanamayacağım' dedi. Hatta beraberinde 'Getir üzerine ismini de yazalım' diyerek arkası yapışkanlı harfleri uzattı bana. Sonra tek tek adımın harflerini bularak çantanın ön yüzüne bir güzel kendi elleriyle ismimi yazdı.

Bir yıl arayla veya aynı yıl yanıma geldi, "Teyzeoğlu! Şu saati koluna tak" dedi. Olmaz dedimse de dünyalar benim olmuştu. Zamanın ve günümüzün  hala marka saati. Üstelik ne yer, ne içer. Masrafsız bir saat yani. Zira otomatik. Pile bile ihtiyacı yok. Yeter ki kolunda takılı dursun. Hareketinden ve nabzından etkilenerek geri kalmadan çalışmasına devam eder. Gece ışığında lamba yakmaya gerek kalmadan saatin kaç olduğunu okuyabiliyorsin. 

62 yıllık ömrüne neler sığdırdı, ne çile ve sıkıntılar çekti bilinmez. Kendi halinde bir adamdı. Elinin emeğiyle geçindi. Pek parada gözü yoktu. Evim olsun, barkım olsun, atım-arabam olsun demedi. Kimseye de muhtaç ve yük olmadı. Gönlü zengindi. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Herkesle iletişimi vardı. Hayatta en büyük azığı, çay ve sigara idi. Bu ikisi varsa dünya onundu. 

Dobra bir insandı. Rol yapmayı beceremezdi. Neyse o idi. Asla olduğundan farklı görünmedi. Almayı değil, vermeyi severdi. 

Hasılı, Adaşım Ramazan COŞKUN vefat etti, ömrü bu kadarmış. Zira pili bitti. Kendisi gitti ama öğrenciliğimde bana verdiği çanta ve saati, hayatım boyunca saklayacağım iki değerli hatırası olarak kalacaktır. Üstelik saati hala tik-tak diye çalışıyor. Hala da arkası açılmadı, orijinalliği bozulmadı.

Umarım genç yaşta yaptığı haccı -varsa- günahlarına keffâret olur. Zira peygamberimiz, "Kim Allah için hac eder, ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış bir şekilde hacdan döner." buyuruyor. Mekanı cennet olsun, yakınlarına sabırlar versin. 30/12/2017 Ramazan YÜCE









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde