Ana içeriğe atla

İçimizdeki Suçluları Öldürsek Rahat Eder miyiz?

Ülkemizde değişik nedenlerle bazı insanlarımız suç işleyebiliyor, bazılarının üzerine suç isnat edilebiliyor, bazen de zamanında suç olmayan bir eylem bir müddet sonra suç sayılabiliyor.

Adı ne olursa olsun bunlar kanmış, kandırılmış, suça belenmiş, oradan çıkmaya çalışıyor veya içten içe pişmanlık duyuyor, içi kan ağlıyor olabilir ama belli etmeyebilir. Hiç pişmanlık emaresi göstermese bile bir akıl tutulması yaşıyordur, gerçekleri görme melekelerini kaybetmiştir, basiretleri kaybolmuştur. Bu tipteki insanın çoğu işini, aşını veya itibarını kaybetmiştir. Kaçıp gitmemişse aramızda sessiz-sakin dolaşıyordur. Öyle zannediyorum -bulabilirse- ne yediğinden zevk alır, ne de içtiğinden. Kolay kolay aramıza da giremezler. İçlerinde az sayıda da olsa öz eleştiri yapmaya kalksa böyleleri, "Şimdiye kadar aklın neredeydi, treni kaçırdın" diyoruz. Hasılı adamlar uzak kalsa da sorun, yanımıza yaklaşsa da. Suçluluk psikolojisi içerisinde dışlanmışlık sendromunu yaşıyorlar. Kazara birimiz onlara acımaya kalksın, hemen "Onların eline fırsat geçseydi bize acırlar mıydı" demeye başlıyoruz. Yani niyetlerini okuyoruz. Yahu bu adam iyi biri diyorsun, zaten onlar iyidir cevabı alıyorsun.

İşin garibi bu insanlar içimizde vebalı gibi yaşıyorlar. Ellerine imkan geçseydi bizi kıtır kıtır doğrarlar mıydı bilmiyorum. Çünkü gelecek hakkında bir şey söyleme imkanımız yoktur. Fakat gördüğüm bir şey var; bu durum böyle devam ederse, belirsizlik giderilmezse toplumsal yara iyice derinleşecektir. Devlete düşman nesiller yetişecektir.

Grup refleksi ile hareket eden bu insanları grubundan koparmanın yoluna gitmek gerekir. Bugünkü uygulanan bu yöntem bunları terbiye etmez, acından da ölmezler. Ya bunları birileri el altından destekliyorsa işte vahim olan budur. Çünkü yine onlara çalışmaya devam edecekler demektir.

Bir an için farz edelim ki bu insanlar suç işleyen bir grubun üyesi veya sempatizanı. Hepsini aynı kategoriye koyup kazana atmaktan ziyade suç işleyenlerin elebaşılarına ceza vererek pasif kalanlara gözdağı verilme yoluna gidilebilirdi. Askeriye mantığını bir tarafa bırakmak lazım. Askeriyede birkaç erat suç işler, tüm bataryaya ceza verilir. Halbuki ceza suç işleyene verilir, umumileştirilmez, bireyseldir. Hepsini potansiyel suçlu kabul edip aynı kategoriye koymanın kimseye, özellikle ülkeye bir faydası yoktur. Devlete, devlet aklıyla hareket etmesi yakışır. Maalesef bu konuda ne devlet ne de millet iyi bir sınav vermiştir. Kazara bugün suç işleyenlerin dünkü iyi görünümleri hakkında olumlu bir şey söylemişseniz, bu bile sizi, o suç ve suçlularla anılmanıza sebebiyet verebilir. Bu konuda hiçbir tavizimiz olmadı şu ana kadar.

Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, diğer arkadaşını kuru sıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve yere yıkılır. Seyirciden yardım ister, ölüyorum diye. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor. Seyirciden yardım istedikçe 'Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlar ve sonunda adam sahnede iken ölür.

Kaçanlar, suça bizzat karışanlar için bir şey demiyorum. Bunlara en ağır ceza verilmelidir. Ama kaçmayıp içimizde sessiz duranlar için sessiz duruyorlar, konuşup öz eleştiri yaptıkları zaman takiyye yapıyorlar diyoruz. Gerçekten bize göre bu adamlar ne yapmalılar ki onların samimiyetine inanırız? Mesela tiyatro oyununda olduğu gibi bu adamları öldürsek veya kendilerini öldürseler içimiz rahat eder mi?

Halihazırda bizim durumumuz tiyatro oyunundaki seyircinin durumuna benziyor. Bence bu adamları rehabilite etmek, topluma kazandırmak gerekiyor. Beğensek de beğenmesek de bunlar bu toplumun insanıdır, hala da birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Dışlayarak, sürekli suçlayarak bir yere varamayız. 08.11.2017 Ramazan Yüce





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde