Ana içeriğe atla

Kahvaltıda tuz-ekmek yiyeniniz var mı?

"Soruya bak, hizaya gel. Hiç böyle soru olur mu? Hayatında hiç tuz-ekmek yiyen var mı? Bunun neresi katık? Allah kimseye konu sıkıntısı çektirmesin, insanın beyni sulanıyor demek ki" dediğinizi duyar gibiyim.

Tuz-ekmek yiyip yemediğimiz tıpkı şu fıkrada olduğu gibi gerçekti. Nasrettin Hoca'nın "ya tutarsa" diyerek kardan yemek yapması gibi bir şeydi bizimki. Önce fıkraya bir göz atalım:

Arkadaşı: "Haydi bizde tuz-ekmek yiyelim diye bir arkadaşını evine davet eder. Benim gibi kendini darı ambarında gören zavallı: "Tuz-ekmek bir kinaye. Sanırım, börek-çörek var" diyerek arkadaşının fakir sofrasına gider. Sofrada tuz-ekmeğin dışında herhangi bir menü yok. Ne ummuştu, ne buldu. Morali bozulsa da oturur sofraya...yemeye başlar. Yerken bir dilenci gelir: "Allah rızası için bir şeyler ver" diye. Ev sahibinin: "Verecek bir şeyim yok, çek git" demesine rağmen dilenci kapıda dikilmeye devam eder. Bunun  üzerine ev sahibi yeniden adama: "Çek git buradan. bak kalkarsam kafanı kırarım" der ama dilenci yüzsüz mü yüzsüz. hala durmaya devam eder. Sofradaki misafir dilenciye: "Bak arkadaş! Adam sana kafanı kırarım, çek git diyor. Sen hala durmaya devam ediyorsun. Aklın varsa kaybol buradan. Bir defa bu adam dediğini yapar. Bak beni, tuz-ekmek yemeye çağırdı. Önüme tuz-ekmek koydu. İnan hiç şakası yok. Senin kafanı kırarım diyorsa yapar bunu" der demez dilenci kaybolur.

Bu fıkra gerçek mi bilmem ama biz küçükken kuzine sobanın içerisinde ısıtılan mayalı ekmeğin (bazlama) içine biraz tuz, biraz da kiremit rengindeki  biber koyar. Ekmeği dürüm yapar yerdik. Aklından zorun mu vardı denirse, olan buydu. Bal-börek vardı da biz yemedik mi? Bu şekilde çok öğünler savdık.

Çaya hasrettik. Lüks idi. Bakmayın şimdiki neslin çay içmediğine… Misafir gelirse onun yanında biz de nasiplenirdik. Çay hem karaborsa idi, hem de pahalı. Bakkala almak için gittiğimizde bakkalın gazete kağıdını rulo yaparak içerisine koyduğu 100 gramlık çaylardan alırdık. O da her zaman olmazdı. 100 gram çayı alabilmek için satılmayan bir malı da yanında almak zorundaydık. Daha önce demlenmiş bir çayın Güneş’te kurutulduktan sonra tekrar demlemek üzere mutfağa kaldırıldığını az duymadım o zamanlarda. Böyle bir ortamda içilen çayın demli olması takdir edersiniz ki mümkün olmazdı, hep şeffaf idi. Sobanın üzerinde çaydanlık sabah-akşam kaynar dururdu, gel beni demle diye. Ama nerede! Aniden gelen bir misafire demlemek için bekletilirdi. Haftada bir kahvaltıda demlenirdi. O gün kahvaltı bize bayram olurdu.

Ya şimdi? En fakir evimizin vazgeçilmezi. Her evde bulunur.  Misafiri ağırlamanın en ucuz yoludur bugün. Sen yeter ki içecek ol. İster demli, ister açık iç. Çaydanlık bitinceye kadar senin. Biterse yeniden demlenir. Her ne kadar kadir-kıymet bilmesek de milli içeceğimizdir bugün. Verene şükür! Bugünlere şükür! Rabbim yoklukla imtihan etmesin! Kıymet bilenlerden, takdir edenlerden eylesin...
05/03/2017



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde