Ana içeriğe atla

Kılı kırk yaran mıymıntılar

Herhangi bir makama bileğinin hakkı ile hak ederek gelenler bulundukları makamın hakkını verir, oturduğu koltuğa yakışır. İnsanlara tepeden bakmaz, mütevazıdır. Personelini incitmez, bilakis motive eder, bulunduğu yerde farkındalık oluşturur, pozitif enerji dağıtarak kurumunda sosyal barışı sağlar, personelinin derdi ile dertlenir, babacan tavrı ile meselelere çözüm bulmaya çalışır, iletişim dilini iyi kullanır, nazik ve kibarlığı elden bırakmaz, kurum kültürünün oluşmasına katkıda bulunur, kompleks sahibi değildir, kimseye minnet borcu ve eyvallahı yoktur. Ne ezer, ne de ezdirir.  Kişilik ve şahsiyetinden ödün vermez. İşini yapabileceğinin en iyisi olarak yapmaya çalışır.

Bulunduğu makama birilerinin elini-eteğini öperek gelen ise makamda iğreti durur, koltuğu dolduramaz. Dağları ben yarattım der gibi mağrurdur. Tepeden bakar çalışanlarına. Tek hedefi vardır, kendisini oraya getirenlerin gözüne girmek. Çünkü yapıştığı makamda tutunabilmesi efendisinin iki dudağının arasındadır. Bu yüzden bir dediğini iki etmez. Onun ricası emirdir onun için. O makamda kalabilmek ve layık olduğunu gösterebilmek için yapamayacağı yoktur. Takla at dese, onu da yapar. Gücünü makamından alır. Personelini çalışan bir birey olarak değil, emir eri olarak görür. Hatasında ipini çeker, yoksa hatası; kılı kırk yarar, bir hata bulmaya çalışır. Titiz olduğu imajı vermeye çalışır. Aslında titizliği mıymıntılığından ibarettir. Kusur örtmede gece gibi değil, açığa çıkarmak için gündüz gibidir. Suç bulmaktır tüm derdi. Bir hata bulsa mal bulmuş mağribi gibi sevinir. Bu işi yaparken "... Kim, Müslümanın ayıbını örterse, Allah teâlâ da onun dünya ve ahirette ayıbını örter..." (Müslim) hadisini görmez bile. Pekiyi hatası, kusuru, ihmali yoksa personelin? İşte o zaman kılı kırk yararcasına deşeler, yedi ceddini araştırır, acaba, nereden, nasıl bağlantı çıkarabilirim diye. Suç isnat edebilirse dört köşe olacak, hemen ipini çekecek, layık olmadığı halde kendisini oraya getirenlerin gözüne bir daha girecek, yerini sağlamlaştıracak, hatta daha da yükselecek. Geleceğini garantiye alacak. Çünkü şimdi suç isnat etmek modadır ya. Bulursa, ya da çamur atabilirse keyfine diyecek yoktur. Zira İrem Cennetine kavuşacaktır. Suç yamayabilirse işini ve görevini yapmanın huzuru içerisinde ardından kalkar bir de namazını kılar, tıpkı Hz Hüseyin'in kellesini Yezid'e getirdikten sonra iki rekat şükür namazı kılan komutan gibi. (Abdullah bin Habbab, hamile cariyesi ile birlikte onlarla karşılaşır; onu şehid etmekle kalmazlar, cariyesinin karnını deşerek onu ve karnındaki çocuğunu da şehid ederler. Bir süre sonra bu topluluk bir Hristiyan’a ait bir hurma bahçesine denk gelir, onlardan biri oradan bir hurma alır, ağzına koyar, arkadaşı “Allah’tan kork, o bir zimminin hurmasıdır” deyince hurmayı ağzından atar, hatta bir habere göre bir domuza denk gelir ve onu vurmak isterlerken onun yabani değil, bir Hristiyan’a ait olduğunu anlayınca onu öldürmekten vazgeçerler.)

Makamını kişiliğinden değil de koltuğundan alan bu kişiler kompleks sahibi kişilerdir. Adam yokluğundan getirilmişlerdir oraya. Hani koyunun olmadığı yerde keçiyi Abdurrahman Çelebi diye atarlarmış ya, işte öyle bir şey bunların gelmesi. Geldiğinin hissedilmesi kelle almasına bağlıdır, zira kelle avcılığı yapmak için getirilmiştir zaten buraya. Zaten bu durumda aranan adamdır bu gibileri. Çünkü yaptırılacak olanları kişilikli birine yaptıramazlar. Bu tipler, siyasetin, devletin kelle alma gibi bir niyeti olmasa da mücadele ediyorum imajı vermek için kendilerine pay çıkarırlar. Makamda kaldıkları müddetçe sesini çıkarır, indirilip kenara atılınca: "Ben bunu hak etmedim, halbuki ben şunu şunu yaptım" şeklinde başına geleni de kabullenmek istemezler.

Oturduğu makamda yapışık kalan bu tipleri anlatmaya çalıştım. Siz ne dersiniz bilmem ama ben bunlara Çingene Beyi derim. Samimidirler belki ama kafa yapıları tıpkı tarihte yaşamış, Müslümanların ve Hz Ali'nin başına bela olmuş Hariciler gibidir.

Bulunduğu makama hak ederek gelen, işinin ehli makam sahiplerinin gelmesi dileklerimle. 01/12/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde