26 Mayıs 2016 Perşembe

Bir zamanlar ben/sen/o, biz/siz/onlar **

Bir zamanlar bende bazı duyarlılıklar vardı; kimi doğru, kimi yanlış. Kendi çapımda yaşamaya çalışırdım. Şartlar mı değişti, zaman mı? Yoksa zaman bana uymadı da  ben mi zamana uydum bilinmez. Belki de benim duyarlılıklarım  kayboldu ya da köreldi. Dün bildiğimi yaşamaya çalışırdım. Yaşayamadığımın da pişmanlığını duyardım. Bugün  yapamadıklarıma mazeretler buluyor, hayatın bir gerçeği diyorum artık. Nereden nereye? Savruldum da savruldum iyice.

Hz Ömer'e atfedilen bir sözde: "İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlarlar." Belki de bu sözde gizli benim aradığım cevaplar...

Ben kim idim  o zaman? Dün 'Savm-ı Davut' adı verilen bir oruç tutmaya çalışırdım zaman zaman; bir gün imsak, bir gün iftar şeklinde. Şimdi daha Ramazan gelmeden nasıl bitecek bu bir ay, hem de yaz günü demeye başladım. Pazartesi, perşembe oruçlarını tutmaya çalışırdım. Ramazan başladı, başlamadı şüphesinden  dolayı her ihtimale karşı oruca üç gün öncesinden başlardım, Peygamberimiz Ramazan'ı bir gün, iki gün önceden oruçla karşılamayınız buyurduğu için. Şimdi Ramazan yeter demeye başladım.

Oyun oynanan kahvehaneye gitmezdim, gidersem de fazla oturmazdım. Oyun oynayanlara selam vermez, yanlarına uğramazdım, çaylarını zaten içmezdim. Şimdi biraz yeteneğim olsa oyun bile oynayacağım. Hatta oyun oynamanın cevazına dair fetva bile aldım.

Bankalara uğramazdım, yanlarından geçerken buralar faizle alışveriş yapıyorlar diye adımlarımı hızlandırırdım. Şimdi bankalara girip çaylarını içiyorum, promosyon anlaşması yapıyorum, ev-bark, araba almak için kredi çekiyorum. Daha dün devletin zorunlu tasarruf adı altında kestiği adına 'nema' adı verilen parayı almam caiz mi değil mi tartışmalarını yapıyordum.

Bir zamanlar vergi iadesi adı altında çalışanların topladığı fişler vardı. Her ay yaptığımız alışveriş fişlerini doldurur, zarf içerisinde kurumumuza verirdik. Bir çok fatura, fiş vergi iadede geçerli olmadığı için yaptığımız harcamalarla zarfı dolduramazdık. Kendi aramızda başkasının yaptığı alışverişin fişini kullansak olur mu derdik. Sonraları doldurmak için naylon faturalar koymaya başladık.

Dün devlet dairesinde mumunu yakmış, işini yaparken yanına ziyaret için gelenlerin selamını almayıp devlete ait mumu söndürüp kendi şahsına ait mumu yaktıktan sonra gelenlerin selamını alan bir Ömer'i anlatır, devlet malını yetim malı bilirdik. Bugün ise "Devletin malı deniz, yemeyen keriz/domuz" demeye başladık. Devlette çalışırken cebimi ne kadar doldurursam kendimi açıkgöz olarak görüyorum. Çeşme akarken suyumu dolduruyorum artık. Gerekçem de hazır, ben bunu hak ettim.

Dün önce memleket derdim, bugün önce can diyorum. Dün önce eş-dost diyordum, bugün önce nefsim diyorum. Dün az ile yetinirdim, bugün çoklar az oldu gayri. Dün ölümü hatırlardım hep. Bugün ölümü düşünmüyorum bile. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum artık. Dün yaptığım alışverişi alamayanlar görmesin, hakkı kalmasın diye kese kağıdında getirirdim eve. Bugün içinde ne olduğu, ne aldığım belli olan şeffaf poşetler elimde. Dün evimden sağa-sola, öne-arkaya 40 evi komşu bilir, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" düşüncesiyle bir sorumluluk almaya çalışırdım, bugün aynı apartmanda karşı dairede oturanı tanımıyorum.

Sen neymişsin be abi! Hep de dünyalık yaşamışsın dersen, Allah beni affetsin. Buradaki ben; ben, sen, o, biz, siz, onlar… Yani hepimiz olabiliriz. Allah samimiyetten ayırmasın. Sıratı müstakimden ayırmasın. 26/05/2016

** 01/06/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder