Bir
zamanlar bende bazı duyarlılıklar vardı; kimi doğru, kimi yanlış. Kendi çapımda
yaşamaya çalışırdım. Şartlar mı değişti, zaman mı? Yoksa zaman bana uymadı
da ben mi zamana uydum bilinmez. Belki
de benim duyarlılıklarım kayboldu ya da
köreldi. Dün bildiğimi yaşamaya çalışırdım. Yaşayamadığımın da pişmanlığını
duyardım. Bugün yapamadıklarıma
mazeretler buluyor, hayatın bir gerçeği diyorum artık. Nereden nereye?
Savruldum da savruldum iyice.
Hz
Ömer'e atfedilen bir sözde: "İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi
inanmaya başlarlar." Belki de bu sözde gizli benim aradığım cevaplar...
Ben
kim idim o zaman? Dün 'Savm-ı Davut' adı
verilen bir oruç tutmaya çalışırdım zaman zaman; bir gün imsak, bir gün iftar
şeklinde. Şimdi daha Ramazan gelmeden nasıl bitecek bu bir ay, hem de yaz günü
demeye başladım. Pazartesi, perşembe oruçlarını tutmaya çalışırdım. Ramazan
başladı, başlamadı şüphesinden dolayı
her ihtimale karşı oruca üç gün öncesinden başlardım, Peygamberimiz Ramazan'ı
bir gün, iki gün önceden oruçla karşılamayınız buyurduğu için. Şimdi Ramazan
yeter demeye başladım.
Oyun
oynanan kahvehaneye gitmezdim, gidersem de fazla oturmazdım. Oyun oynayanlara
selam vermez, yanlarına uğramazdım, çaylarını zaten içmezdim. Şimdi biraz
yeteneğim olsa oyun bile oynayacağım. Hatta oyun oynamanın cevazına dair fetva
bile aldım.
Bankalara
uğramazdım, yanlarından geçerken buralar faizle alışveriş yapıyorlar diye
adımlarımı hızlandırırdım. Şimdi bankalara girip çaylarını içiyorum, promosyon
anlaşması yapıyorum, ev-bark, araba almak için kredi çekiyorum. Daha dün
devletin zorunlu tasarruf adı altında kestiği adına 'nema' adı verilen parayı
almam caiz mi değil mi tartışmalarını yapıyordum.
Bir
zamanlar vergi iadesi adı altında çalışanların topladığı fişler vardı. Her ay
yaptığımız alışveriş fişlerini doldurur, zarf içerisinde kurumumuza verirdik.
Bir çok fatura, fiş vergi iadede geçerli olmadığı için yaptığımız harcamalarla
zarfı dolduramazdık. Kendi aramızda başkasının yaptığı alışverişin fişini
kullansak olur mu derdik. Sonraları doldurmak için naylon faturalar koymaya
başladık.
Dün
devlet dairesinde mumunu yakmış, işini yaparken yanına ziyaret için gelenlerin
selamını almayıp devlete ait mumu söndürüp kendi şahsına ait mumu yaktıktan
sonra gelenlerin selamını alan bir Ömer'i anlatır, devlet malını yetim malı
bilirdik. Bugün ise "Devletin malı deniz, yemeyen keriz/domuz" demeye
başladık. Devlette çalışırken cebimi ne kadar doldurursam kendimi açıkgöz
olarak görüyorum. Çeşme akarken suyumu dolduruyorum artık. Gerekçem de hazır,
ben bunu hak ettim.
Dün
önce memleket derdim, bugün önce can diyorum. Dün önce eş-dost diyordum, bugün
önce nefsim diyorum. Dün az ile yetinirdim, bugün çoklar az oldu gayri. Dün
ölümü hatırlardım hep. Bugün ölümü düşünmüyorum bile. Hiç ölmeyecekmiş gibi
yaşıyorum artık. Dün yaptığım alışverişi alamayanlar görmesin, hakkı kalmasın
diye kese kağıdında getirirdim eve. Bugün içinde ne olduğu, ne aldığım belli
olan şeffaf poşetler elimde. Dün evimden sağa-sola, öne-arkaya 40 evi komşu
bilir, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" düşüncesiyle bir
sorumluluk almaya çalışırdım, bugün aynı apartmanda karşı dairede oturanı
tanımıyorum.
Sen
neymişsin be abi! Hep de dünyalık yaşamışsın dersen, Allah beni affetsin. Buradaki
ben; ben, sen, o, biz, siz, onlar… Yani hepimiz olabiliriz. Allah samimiyetten
ayırmasın. Sıratı müstakimden ayırmasın. 26/05/2016
** 01/06/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
** 01/06/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder